Kendimden o kadar sıkıldım ki, kendimden sıkılmayı tükettim.
O kadar ki ‘Kendimden sıkıldım’ cümlesini kurmaktan, ayrıca sıkıldım.
Hani arzulayan olursa -ki bu yol ‘herkesin yolu kendine’ istikámetinde bir güzergáh izlediği için benimkinin bir başkasının işine yarayacağını sanmam ama- kendinden sıkılmanın haritasını gözüm kapalı çizebilirim.
Neyse işte... Uzatmayalım, bu böyle üç-beş takımyıldız boyu uzar gider...
Hayatı kovalamaya takati olan insanlara nasıl gıpta ediyorum.
Atla deve şeylerden de bahsetmiyorum yani; basit şeyler...
Bir çığa kartopuyken müdahale etmeyi akıl eden insanlara gıpta ediyorum.
Ajandalarına tabi yaşamayı öğrenmiş insanlara...
Faturalarını düzenli ödeyen, düzenleri tıkırında işleyen insanlara meselá...
Dışarıdan baktığımda aklım eriyor. Eriyor ermesine de konu bensem eğer, basiret, gemici düğümüyle bağlanıyor.
Bu valla üşengeçlikle, keyfine düşkün olmakla açıklanacak bir şey değil. Mercimek kadar beyni olan hiç kimse, bunu sayısız seferler tecrübe etmiş olduğu hálde, sonucun nerelere vardığını bile bile, bir kez daha yaşamayı göze almaz zira.
Bir sorunu yok saymak, onu yok kılmıyor zira...
Hep de peş peşe gelir.
Doğalgaz kesilir.
Onu açtırırsın, bu kez elektrik...
Onu açtırırsın, ardından su...
Hadi bakalım, fatura yatırmak için bankaya gitmeyen sen, ıvır kıvır dairelerinde kilometrelerce kuyruğa girer misin, girmez misin...
Biliyorum, tüm bunlar, basit bir otomatik ödeme talimatı vermek suretiyle başa gelmeyebilir...
Yapar mıyım, yapmam... Niye? Çünkü embesilim.
Bir süre önce, iki hain kanka (Bizde onlardan çok var!) oturmuş, sanki ben orda değilmişim gibi benim çocuk sahibi olup olmamam gerektiğini tartışıyorlar.
Muhabbet şu minvalde:
- Bence bulaşmasın. Bu çocuğu doğurmayı unutur. Sabi bunun rahminde üniversite çağına falan gelir.
- Yok yok, bünye atar nasılsa...
Sonunda benim sanal çocuğu doğurttular. Doğum senaryosu da şöyle:
Ben hamile olduğumu unutuyormuşum. Yine bir akşam Kaktüs’te demlenirken sancılanıp çocuğu bünyeden atıyormuşum. Ertuğrul, ‘Hah, burda bir bunu yapmamıştı, şükür bunu da gördük’ deyip, her zamanki serinkanlı tavrıyla; hiç istifini bozmadan (Buradan mümkünse astral kankam Ertuğrul’a sırıtkan bir el sallamak istiyorum!) göbek bağını kesiyor, sonra da bebeği şöyle bir sudan geçiriyormuş. Sonra ben toparlanıp, çocuğu da orda unutup eve gidiyormuşum. Benim çocuk Kaktüs’te, álemin en haydut kedisi Adnan’la birlikte mutlu mesut büyüyormuş. Bir tür şehir Tarkan’ı oluyormuş...
Tam orda itiraz ettim: ‘Ne Tarkan’ı be! Benim çocuk kız olacak bir kere...’
Böyle de hayatına sahip çıkan, gerekli durumlarda müdahale edip, gerekirse çocuğunun cinsiyetini bile belirleyebilen biriyim yani!
Bu arada; ‘Bana ne senin salaklığından’ diyen okur merak ederse; ben bunu niye mi anlattım?
Dedim ya, kendimden sıkıldım. Dertleşiyoruz işte...