Hafta değil, aylarla ifade edilebilecek derecede uzun zamandır ilk kez şehre, Çeşme’den İzmir’e inmiş bulunuyorum.
Pazartesiden beri de sabahları kalkıp, bizim afacanı, kahvaltısını hazırlayıp okula uğurladıktan sonra (Bu konuya yarın, bilahare döneceğiz efen’im.) kahvemi, sigaramı ve gazetelerimi alıp, tepelik bir balkondan uzun uzun İzmir’e bakıyorum.
Sabahın sekizi bile bulmayan bu saatlerini uyumuş-uyanmış bir gözle görmeyeli ben diyeyim 10, siz deyin 15 yıl oldu...
Rahmetli Ahmet Priştina’nın ruhu şad olsun, yıllardır nafile bir geyik olarak dile getirilen Yeşil İzmir-Mavi Körfez fantezisi, gerçeğe dönüşmüş durumda.
Alsancak Kordon’daki yeşil alanda yürüyüş yapanlar, koşuya çıkanlar, köpeklerini dolaştıranlar, okul servisi bekleyen çocuklar, tiril tiril giyinmiş balık tutan erkek ve kadınlar, gevrek-boyozcular, dükkánlarının önünü fırçalayanlar, faytonlar, gemiler, motorlar, martılar...
Ve en acayibi de manzaranın ‘şık’ bir parçası olarak salınan polisler...
Bisikletli-şortlu polisler, nam-ı diğer Martılar, sahil şeridinde, sanki bisiklet turuna çıkmış sivillerle laflamak için devriyeye çıkmışlar.
Bir de atlı polisler var ki... Üstlerinde çakı gibi abuk bir tabir ama- ‘binici üniformaları’, Kordon boyunca bir o yana, bir bu yana, ben diyeyim tırıs, siz deyin rahvan, bir başkası desin dört nala mekik dokuyorlar...
Ve Allah sizi inandırsın, sanki mevzuat icabıymış gibi bütün polisler, gülüm gülüm gülüyorlar.
Sokağa fırlayıp atlı polislerden birini durdurup, ‘Memur Bey, ben de bir tur binebilir miyim?’ dememek için kendimi zor tuttuğumu fark ettiğimde, bünyeyi yokladım, yok yani, eni konu acayip bir durum...
Nasıl yani? Polislere bakıp, huzur duyuyorum!?!
Geçen hafta Emel’le telefonda konuşuyoruz. O gazetede, ben, malûm...