Korku duvarını aşmacasına korkunç bir haftasonu geçirdim. Ne güzel başlamıştı oysa...
Cuma akşamı, BKM konserlerinin açılışına, Sezen Aksu’ya gitmişiz. Ziya’ya geçtiğimiz yılın neremize kaçtığını soruyorum. Ben basıp bilmem kaç aylığına İzmir’e gitmeden önce Ağustos’ta izlemiştik Sezen Aksu’yu birlikte en son. Gerçekten neredeyse bir sene geçmiş olabilir mi?
Çıkışta yine gelenek icabı Ziya’yla Kaktüs’e gittik; biz ne kadar fanatik Sezen’ciysek, o kadar fanatik Ajda’cı olan Vahit, yine gelenek icabı, normalde Kaktüs’de pek Türkçe çalınmadığı hálde tepelerden bir álicenaplıkla bize Sezen şarkıları çaldı.
Sonrası, çocukluktan beri kardeşim addettiğim, canlar canı bir kadim dostumun kaza haberi ve korku... Şimdiden geçmiş olsun dediğimiz, Allah’a binlerce şükür, atlatılmış bir hadise. Atlayana kadar ömrümüzden ömür gitti gerçi. Aklım uçtu, beynim şöyle bir gitti geldi. Çok şükür, çok çok şükür, tehlikeyi atlattık; benim tansiyon henüz düşmedi, düşemedi...
Son yıllarda böyle bir tedirginliğim var zaten. Haziranlardan korkuyorum. En gafilinden avlıyor. Yaz geldi diye sevinmene kalmadan üzerine bir matem çörekleniyor. Kulağım kirişte, kötü bir habere gebe olmasından korktuğum telefon zilinde; ha geçti ha geçecek diye, Haziran’ı geri sayıyorum. "20 gün kaldı, 15 gün kaldı, bir hafta kaldı, az kaldı, ha gayret" diye diye...
Bu yazının kaleme alındığı tarih bir de üstüne 13’ü... Ki 13 Şubat’ta doğduğum için, şeytan kovarcasına 13’ü uğurlu sayım bellemişim. Buna rağmen, korkuyorum işte, yapacak bir şey yok. Epeydir, her türden batıl geyiğe sardırmaya da teşneyim. Bu yağışlı ve gıpgri kasvetli güne zaten rüyamda Kadir Topbaş’ı görmüş bir şekilde açmışım. Hoş, rüyada birbirimize girişiyorduk ve ben kendilerini benzetiyordum; dolayısıyla uyandığımda çok da kötü hissetmiyordum.
Nitekim, sabah sabah ayağımdaki Converse’lerin yağmurlu havada paten işlevi görmesi sayesinde, Gümüşsuyu’nun amansız yokuşundan inerken yine bir temiz uçtum ve kıçımın üzerine oturdum. Leş gibi bir trafik sıkışıklığında santim santim ilerleyerek ve cinnet getirmesine ramak kalmış taksi şoförüyle benim rüyayı yorumlayarak (!) 20 dakikalık mesafeyi yine bilmem kaç saatte katettik.
İşe geldim. Çalıştım. Telefon bekledim. Biraz ağladım. Gazeteler, televizyon, ajanslar... Dünyanın ahvaline baktım; fakat benim meselem, manşetim, dostumdan yana iyi bir haber beklemeye dair. Beynimin bir kısmıyla ve yüreğimin tümüyle, kendi derdime daldım. Ve korkudan ıslık çalarcasına, bir dua zikredercesine Behçet Necatigil’in De’sini en içimden okudum, okudum, okudum:
"Uzak kahvelerde olacağım / Anlatırdı geceler ağlayarak uyanırmış / Düş ya da gerçek gördükçe / De ağlamayacağım / ... / Ve yanıma yalnız kitaplar alacağım / Keser kalın yapraklar dıştaki uğultuyu / Sürse bile içte eski çığıltı / Duymaz o ben / De duymayacağım / ... / Dal git yiter gibi kovuklarda dal / İşte düşen bir yıldız parlıyor yerde / Düşebilir eğilse almaya / Bilir ben / De almayacağım..."
Niye bu şiir, onu da bilmiyorum. Saçmasapan bir yazı oldu ya kusura kalmayın. Şu an, iki kelimeyi bir araya getirebiliyor olmama bile hayret ediyorum.