Bendeniz, tek başıma yaşadığım zaman zarfında, kaktüs öldürmeyi becermiş biriyim.
Üstelik sarman sevmem, tekirciyim... Çok ama çok da tatlı haspa. Bir de akıllı bakıyor ki sormayın... Allah rızası için beni bu kızdan kurtarın...
Başım beláda. Hayır, tabancamı unutmadım helada... Sarışın bir kaltak haneme tecavüz etmeye çalışıyor. Geçen hafta Banu’yu arayıp; "Büyük battım" dedim; "az önce bakkala ilk Whiskas’ı sipariş etmiş bulunuyorum."
Gargamel gibi hin hin güldü adi... Kum tası almaya kadar yolum varmış. Öyle iddia ediyor.
"Hiç de bile" şeklinde itiraz ettim; "Mamasını sokak kapısının önüne koyacağım bir kere. Artık eve sokmamayı düşünüyorum."
"Bir haftaya kalmaz, aynı yatakta uyanmazsanız ben de bir şey bilmiyorum" dedi.
"Geç kaldın, o dediğin dün akşam oldu. Tam da o yüzden bir daha eve almayacağım ya..."
"Ama olmaz ki" diye vaaza girişti bunun üzerine. Hainlikmiş bunun adı. Yanlış mesajlar vererek hayvanı salak ediyormuşum. Tavrımı belirlemem gerekiyormuş. Kedinin psikolojisi bozulurmuş. Manyamış bir kedinin áhı bi’ şeyciklere benzemezmiş. Gözümü korkutacak ne varsa döküldü işte...
Şimdi ne yapsam da yol yakınken şu sarmandan kurtulsam diye harıl harıl düşünüyorum. Fakat mırıltılarına dayanamayıp, kapının önüne yine suyunu, mamasını koymaktan kendimi alamıyorum. Bunu yaparken yine kendimi tutamayıp, okşamayla başlayıp, kucaklayıp içeri almayayım diye kaseleri bırakır bırakmaz ellerimi ceplerime sokup ışık hızıyla eve dalıyorum.
Anlamak mümkün değil. Bundan önceki evim, zemin kattaydı. Ve insan söylemeye utanıyor ama yaklaşık bir sene boyunca evin bir camı kırıktı. İhmalkárlık konusundaki üstün yeteneğimi konuşturup, nasılsa pencerenin önünde demir var diye yaptırmamıştım. Havadar havadar, iyi de oluyordu hani. İyi olmasına oluyordu da ben evde yokken, benim daire, bir nev’i kedi garsoniyeri olarak hizmet veriyordu.
Sonunda valideyle peder, ziyarete geldikleri bir seferde (Bana inanamamanın sonu yokmuş. Validenin tepkisi bu olmuştu) meseleyi çözdüler.
Camı yaptırdığımızda, sokağın kedileri pencerenin sokak cenahından öyle pis bakmaya başladılar ki, evden çıkarken kıçımı kollarcasına, durmadan omzumun üzerinden arkama falan bakar olmuştum; "Bunlar kesin bana bir iyilik düşünüyorlar" hesabına...
Yani o kedilerin eve girip çıkmaları ve ev üzerinde hak iddia etmeleri bir yere kadar anlaşılabilir bir şeydi. Peki bu elemanın durumu nedir abi?
Bir kere çatı katında oturuyorum, neden geldi de benim evi buldu? Ayrıca otomat bozuk; bakkal bile sipariş getirdiğinde içeri girmekte güçlük çekiyor. Bu kedi supercat falan mı; görünmez peleriniyle duvarlardan filan mı geçiyor? Ve tekrar sorasım var; niye dört kat çıkıp da illá ki benim kapıma dayanıyor?
Kedilerle ilişkim her daim bir acayip çetrefil olagelmiştir zaten.
Ofisteki odada, duvarda iki çerçeve asılı. İkisi de álemlerin en yetkin sanat yönetmeni ve karikatüristi ve ressamı, yakışıklı olduğu kadar yetenekli Serhat’ım Gürpınar’ım, aşkım tatlım gıymatlım imzalı...
Birinde beyaz smokinli bir köpek abiyle, siyah haute couture’lü bir kedi abla meşk ile sarılıyorlar. Diğerinde, arka tamponunda kemik etiketi olan bir cabrio’ya binmiş iki köpek hunhar kahkahalarla bir kediyi ezip geçiyorlar. Bu ikinci illüstrasyonun yeri bende çok özeldir. İmzamla yayımlanan ilk yazının illüstrasyonudur.
Esquire’da çalışıyordum. Genel yayın yönetmeni Emre Aköz’dü ve ben çömezle ağır dalga geçiyordu: "Çapa’nın yakında kimlik bunalımından saçı-derisi filan dökülecek. Bizim dergi maço, o feminist. Bizim dergi Fener’li, o Cimbom’lu. Bizim dergi ikinci cumhuriyetçi-liberal, bizimki solcu" filan diye...
Bir gün beni hepten buhrana sokmaya karar vermiş olacak, o güne kadar bilmem kaç ay çeviriler, küçük haberler, imzasız yayımlanan haberler yapmış, telefonlara bakmış, Yeşilçam tabiriyle ifade edecek olursak, kablo falan taşımışım; geldi ve bir yazı sipariş etti.
Derginin o nüshasının "tema"sı vardı: "Kahrolsun kediler, yaşasın köpekler!" Hadi bakalımmış. Kalemimi, daha doğrusu, tavrımı görelimmiş...
Büyüyünce gazeteci olmaya niyetli bir tetikçi edasıyla oturup bir yazı döşendim. Ki o sırada yine Gümüşsuyu’nda bir çatı katında oturuyordum ve yine gelip kapıya dadanıp kendini "edindiren", daha doğrusu kendine, kölesi olsun diye ben kulunu sahip edinen, fındık bıyık şeklindeki lekesinden dolayı Hitler adını verdiğim yavru bir tekir beslemekteydim.
Yazının yayımlanmasından birkaç yıl sonra Emre ve Nur gazetenin görsel arşivinden arayıp bulup çerçeveletip doğum günümde hediye etmişlerdi.
BENİ BU KIZDAN KURTARIN
O yazı yüzünden başıma gelmeyen halt kalmadı. Bir kere, dergiye protesto mektupları yağdı. Bunların bir tanesi, öyle böyle değil, çok ağırdı. Köpeksever kadınların o köpekleri ne için beslediğine dair ağır ötesi ithamlar falan içeren... Tepki mektuplarını da ertesi ay yayımladık.
O sırada yakın bir dostum; mektubu görüp çok gülmüş. Meğer onun bir arkadaşıymış. "Gel ben seni tanıştırayım" dedi. Ziya’ymış... Ki yakın dostumdur şimdi.
Bu arada Emre beni ayrı bir haber için Express dergisine (O da ne dergiydi be.) yollamıştı. Dergide yer alan müstear imzalı bir köşe, feministleri fena kızdırmış; feministler dergiyi basmış. "Git bak bakalım" demişti; "Kimdir, nedir, ne ayaktır?"
Ben tıpış tıpış dergiye gittim. Tanıdık arkadaşlara sordum. "İyi de o zaten sizin oralarda çalışıyor; buraya dışarıdan yazı yazıyor" dediler.
İşin acayibi, tam o sırada, o köşenin yazarı benim de günlük mesaimi verdiğim Medya Plaza’da bana tepki mektubu yazarken, klavye kırmaktaymış. Şaka değil, öyle öfkeli tokmaklıyormuş ki klavyeyi, kırmış. Hikáyenin sonrasında bir tür kedi-köpek ilişkimiz oldu. Altı yıl kadar bir süre, kedilik ve köpeklik rollerini değişe değişe, bir dargın bir barışık, birlikte yaşadık.
Hayatım boyunca kedi, köpek, tavşan, kaplumbağa, kuş, balık ve hatta evin içinde civciv bile beslemeyi denedim. Becerdim de... Ama maalesef bunu becerirken, beceren ben değildim.
Çocuktuk, valide bir yandan söylenip, bir yandan duruma sahip çıkıyordu.
Dereke Bruce der ki: "İnsanın kendisiyle ilgili doğru bir perspektife sahip olması için kendisine tapınan bir köpeği ve kendisini hiç iplemeyen bir kedisi olması gerekir."
Bendeniz, tek başıma yaşadığım zaman zarfında, kaktüs öldürmeyi becermiş biriyim. Melekelerinin şuurunda bir şuursuz olarak, yemişim perspektifi demek isterim. Benim perspektiften baktığında, "Haddini bil, hiç bulaşma" manzarası huzura geliyor.
Üstelik paranoyakça gelebilir ama bittecrübe sabit. Hayatıma bir kedi girdi mi, her seferinde beraberinde kedici bir insanla birlikte geliyor. Ve benim maalesef bağlanmaktan yana, özürlü bir tabiatım var. Beceremiyorum, kaldı ki istemiyorum. Allah’ın sarmanı yüzünden, kişiliğimdeki defoları sil baştan sorgular oldum yine.
Bu son derece kişisel geyiği çevirmemin nedeni şudur: Sarışın bir dilbere, sorumluluk bilinci olan bir ev aranıyor. Ben ki sarman sevmem, tekirciyim... Çok ama çok da tatlı haspa. Bir de akıllı bakıyor ki sormayın... Allah rızası için beni bu kızdan kurtarın...