Atatürk’ün hangi takımı tuttuğu, Şebnem Schaefer’ın bekáret raporu, Fener-PSV maçı, kadınlara özel cami açılsın mı açılmasın mı tartışması, Abdullah Gül’ün türbanı karısının hatrına savunduğunu söylemesi, CIA’in şimdilerde tırmalayan hurmaları...
Her hadise, ayrı gazetelerin, ayrı yazarlarının perspektifinden, ayrı ayrı...
Haber, salt haber değil artık çünkü. Haberi nereden aldığınız da aynı oranda ehemmiyet taşıyor. Öyle ya azizim, herkesin bir duruşu var.
Politika, spor, seks... Hayat denen oyunda, herkes kendine göre bir pozisyon alıyor. Üstelik, hayat, teşbihte hata olmaz, bir maçsa eğer, kimileri ağır faullü, sakatlamaya niyetli faullü oynuyor.
Allah’tan hayatın her şeye rağmen olağanüstü, mültefit bir yüzü de var. En beklemediği anda huzurda bir mucize şeklinde belirebiliyor.
En iyi arkadaşımın annesi -ki hem ikinci annem addederim kendisini, hem de en iyi arkadaşlarımdan biri- bir günlüğüne İstanbul’a gelmiş.
Gözlerimin içine, mavi-gri gözleriyle, şifa verir gibi, en içinden gülerek baktı ve esasta neyin önemli olduğunu hatırlattı:
İnsanın ufkunu, geçen yıllarla genişleteceğine daralttığını... Oysa buna hiç de gerek olmadığını...
Bunun omurgaya zarar verdiğini... Oysa omurga denen şeyin, dimdik tutmayı becerdiğinde, nefes alır gibi nefes alıp verebilmene imkán tanıdığını...
Dandik bir pozör olmaktansa postürü dik tutmanın sağlığa fayda sağladığını...
Çocukluğumu, ne beklediğimi bilmeden bekleyip durduğum uzuuun bir can sıkıntısı olarak hatırlarım. Gülen bir fotoğrafım neredeyse yok denecek azdır çocukluğumdan kalma...
Şimdi anlıyorum ki oysa, can sıkıntısıyla baş etmeyi en iyi bildiğim dönemmiş o.
Ağaçlara çıkarak, çeteler kurarak, okuyarak, resim yaparak, oyunlar icat ederek...
Bir yandan da ne kadar zamandır içten bir kahkaha atmadığımı...
Oysa şükretmek lázım ve hakikaten işkembeden değil, omurgan dik olduğu için ciğerden kahkaha atabilmek...
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi derler ya. Ve bir kahkaha, bir pirzola... Bünyeye gülmek gerek...
Yogaya başlamalı... Ahmet Güntan’ın canım şiiri Ormanların Gümbürtüsü’ndeki gibi üzerinde dünya haritası olan bir uyku tulumuyla uyumalı. Müziği daha iyi bir kulakla dinleyebilmek ve sporu daha iyi bir gözle izleyebilmek için matematik çalışmalı. Ve ‘espri’ diye dayatılan andavallıklara, evet, kesinlikle, tepeden ve yine de gülerek bakmalı. Kendi esprini üreterek yani... Çocukça bir safiyet ve gaddarlıkla, gerekirse alay ederek. Dalganı geçersin, o olur... (‘Dalga dediğin denizde olur’ diye giden bir espri noksanı deyiş de vardır ya hani. Çocukken büyüyünce ne olmak istediğimi sorduklarında, yunus balığı diye cevap verirdim. Reenkarnasyon diye bir şey varsa, benim bir sonraki hayatım için dileğim budur.)
O zaman, insanın genç de ölse ihtiyar da, mutlu ölmesi mümkündür.
Oyundan zevk almaya bakmalı belki. Tek işi denizde zıplayıp hoplayıp tiz kahkahalar atan yunuslar gibi...
Ha, bir de tabii, bu arada, köpekbalıklarını da fena döver yunuslar. Bir de o var...
Birkaç gündür, Şebnem Schaefer’ın bekáret raporunu bilemeyeceğim, benim kafam, ‘kafa karışıklığı raporu’ gibi çalışıyor. Kusura bakmayın yani daldan dala atlayan bir muhabbete sardıysam.
Demem odur ki: Oyun oynarken eğlenmekte fayda var. Sağlam bilgidir. Çocukluktan kalma bir bilgi. Hem omurgaya da iyi gelir.
Bütün çocuklara hararetle tavsiye edilir... Çocuklar ki tarih kadar ihtiyardırlar...