Gençlikte bizim çetenin başını beláya soktuğu her sefer aynı terane huzura gelirdi.
Kuzguna yavrusu şahin göründüğü için her annenin sütten çıkmış ak kaşık evladı, esasında ‘dost kurbanı’dır ya...
Tipik bir Türk anası olarak benim valide de sık sık aynı cümleye başvururdu: ‘Arkadaşların kendini köprüden atsa, sen de peşlerinden atlayacak mısın?’
Her seferinde ayrı bir argüman geliştirerek, durumun hiç de öyle olmadığını iddia ederek, vııır vııır vııır konuşur dururdum.
Oysa annem bugün yine aynı soruyu sorsa...
Şimdiki aklımla vereceğim yanıt gayet net: ‘Evet.’
O zamanlar bana aptal ve sıkıcı bir yetişkin klişesi gibi gelen bu lafın hikmetine geçtiğimiz hafta gerçekten varmış bulunuyorum.
Bendeniz, arkadaşları köprüden atlasa, telef olacağını bile bile peşleri sıra koştur koştur gidecek bir koyunum.
Yoksa yazın lay-lom sezonunun göbek deliğine tekabül eden bir tarihte, üstelik de haftasonu, Bodrum’da ne işim var?
Cevap veriyorum: Serde dost hatırı var. Adama yemediğini yedirir yani...
Geçen hafta Ayça (Şen) aradı. Böyle böyle böyle, her zamanki gibi diline motor takmış bir şekilde anlattı: Bir arkadaşının vazife icabı alákası bulunan, iki ay önce açılmış olan Diamond of Bodrum adlı otele gidecekmiş.
Şimdilerde beş yaşından gün almakta olan Mehmet Kaptan’ı da götürecekmiş. Hadi be abi, hadi be abi, ben de gideyimmiş... Bak ne biçim eğlenirizmiş...
Uzunca bir süredir Ayça’yla vuslata eremeyen maşuklar gibiyiz. Takvimlerimiz değil de saatlerimiz uymuyor.
O bu durumu lisanı caizse Ayçaca’da şöyle özetliyor: ‘Aramızda saat farkı var!’
Zira o kargalar henüz kahvaltı etmemişken N101’de mikrofonun başına çöküyor. Bunun için de sabah saat beş küsurda kalkıyor. Üstelik artık sadece profesyonel bir radyocu değil, aynı zamanda profesyonel bir anne. Kaptan Memo’nun peşinden koşturmak da zor zenaat. Hál böyleyken akşam dokuz gibi süngüsü düşüyor.
Ben onun uyandığı saatlerde, o da şansım yaver giderse, beeelllki uyuyabiliyorum. E, uyanma kıvamı da malûm. Onun öğleden sonrasına filan denk düşen saatlerde kalbim anca anca atmaya başlıyor.
Neyse işte...
Kadının nur cemalini İstanbul’da görmek mümkün olmuyor diye, kalktık Bodrum yollarına düştük ki ben neredeyse 10 senedir filan gitmiyorum Bodrum’a.
Durumu mültifonksiyonel bir fırsat olarak değerlendirdim. Hem Ayça’yı göreceğim hem de fena hálde haset ettiğim, Kerime Nadir tefrikalarına rahmet okutan Reha Muhtar-Mehmet Barlas Bodrum geyiklerine vakıf olacak ‘donanım’ edineceğim hesapta...
Ne gezer...
Uçak, hesapta 23:45 seferiydi. Beş saat kadar filan rötar yaptı; hoş oldu. Kimileri uçaktan korkar, bendenizde havaalanı fobisi var.
Saatler boyu, ha şimdi vazgeçtim, ha şimdi eve döndüm tonunda, kıllanan adam pozisyonunda homurdandım durdum.
Uçağa bindiğimizde sinirlerimiz tel tel olmuş. Bir de Onur Air’le uçuyoruz ki benim o şirketle hadisesiz uçuşum vaki değildir.
Eksik olmasınlar, bu sefer de yanıltmadılar...
Bin saat sefil olmuşuz. Memo’nun (Beş yaşında olduğunu söylemiştim değil mi?) minik karnı acıkacak oldu. Ayça da yanılıp hostese ‘Kemirecek bir şey var mı?’ diye sordu. Çok kıymetli topkeklerinden n’ayır efendim, bir tane daha veremeyeceklerini söylediler.
Nihai sahne şöyle bir şeydi. Ayça cep telefonunu çıkarmış, elinde pimi çekilmiş el bombası gibi tutuyor ve hakikaten durduğu yerde tepinerek ‘Hemmmennn bir kek getirmezseniz telefonu açarım!’ diye tehdit savuruyor!
Kıçıkırık bir keki böyle bir hava korsanı performansıyla elde edebildik.
Otele vasıl olduğumuzda saat altıya filan geliyordu. (Öf be, neymiş, Bodrum seyahati anlatacağız... ‘Hafif’ uzun bir girizgáh oldu.)
Haricinde olanlar, daha doğrusu olmayanlar; insanın Bodrum’da olup Bodrum’la hiç işinin olmaması nasıl bir şeydir; azzz sonra...