Haber sitesi Objektifhaber’de, ‘Bak postacı gelmiyor!’ başlıklı bir haber, Türkiye’de gönderilen mektup sayısının yıllar geçtikçe düştüğünü duyuruyor.
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın, CHP Antalya Milletvekili Feridun Fikret Baloğlu’nun soru önergesine verdiği yanıtta yer alan verilere göre, PTT Genel Müdürlüğü 2000 yılında 966 bin 604 mektubu alıcısına ulaştırırken, bu sayı, 2005 Mayıs sonu itibarıyle 403 bin 042’de kalmış.
Eh, şaşırmadık háliyle...
Benim hayatım boyunca aldığım ve hatıra arşivi konusunda obsesif addedilebilecek biri olarak noksansız istiflediğim mektuplarım, küçük sayılabilir bir deri çantaya sığıyor.
Bunun yanında gelen e-postaların mazrufunun zarf içinde geldiğini varsaysak ve o e-postaları biriktirmeye niyetlenecek olsak, aldığım e-postalar için beher güne, onun gibi en az dört-beş çanta lázım.
Televizyonda yayınlanan şahane bir reklam var; Türk Telekom’un ADSL servisinin.
Altı-yedi yaşlarındaki bir çocuk, internet başında oturmuş, artık ikibuçuk mudur, üç müdür yaşlarında bir başka oğlana; ‘O’lum, sizin kuşak çok şanslı’ makámında, Kurtuluş Savaşı anılarını anlatan gazi tonunda, kendi zamanlarında internetin nasıl da yavaş olduğunu anlatıyor.
Ufaklık, ‘Sizin işiniz de zormuş’ diye yanıtlıyor; o boncuk suratında bir hayret, bir hayret...
Bundan iki yıl önce filan, MTV’de yayınlanan, olağanüstü zenginlerin, olağanüstü evlerinin içinin gezdirildiği Cribs adlı programda, bir F1 pilotunun evini gösteriyorlardı.
Koskocaman bir odaya yerleştirilmiş devasa bir yuvarlak masada, ben diyeyim 20 küsur adet bilgisayar, yanyana dizilmiş.
Adamımız F1 pilotu; yavaşlığa had safhada tahammülsüz ya, masanın etrafında girmek istediği internet sitelerinin adreslerini yazarak ve sitenin huzura gelmesini bekleyene kadar hemen yandaki bilgisayara geçip yeni bir adres girerek dolanıyordu! Süratin boyutu bu!..
Geçenlerde aynı muhabbet aramızda döndü. Gazetede sistem zayıflamış. İnternet biraz ağırdan alıyor.
Üç dakkaya kalmadı, katın her yanından isyan dolu homurtular yükselmeye başladı.
Malûm soru, bir klişe şeklinde huzura geldi: Baba, biz internet yokken n’apıyorduk yahu?
Ben klavye kullanmaya lise birde, daktiloyla başladım. İletişim Fakültesi’nin ikinci senesinde, okuldan yana da fena hálde hayalkırıklığına uğramışım, şu gazetecilik işlerine neresinden, nasıl bulaşırım hesabına, ona buna atlıyordum.
Bir halkla ilişkiler şirketine girdim, stajyer olarak...
Yazılmış üç-beş satırlık metinleri daktiloda tape ediyordum. Fakat coşmuştum, zira önümde elektrikli bir daktilo vardı ve yazdığım cümleyi önümdeki daracık, birkaç satırlık ekrandan görebiliyor, ekran üzerinde, dijital ortamda düzeltme yapabiliyor, metni káğıda hatasız dökebiliyordum.
Tipekssiz hayat, oh ne rahat!
93 Şubat’ında Sabah gazetesinin Medya Plaza binasında çalışmaya başladım.
Büyülendim, tabiri caizse...
İşimiz PC’lerle... İnternete girilebilen kısıtlı sayıda bilgisayarla haşır neşir olmamızsa herhalde ‘95’i filan bulmuştur.
Hepi topu 10 sene...
Demem o ki son beş yılda gönderilen mektup sayısında 500 binlik bir azalma, yine makûl sayılır. Bundan 10 yıl sonra filan iki çocuğun şöyle konuştuğuna şahit olmamız mümkündür:
- Baban ne iş yapıyor?
- Postacı.
- O ne?
- Bilmiyorum. Anlattı ama anlamadım. Bütün gün bir yerden bir yere yürüyüp bir takım zarflar taşıyor. Evde hep yakında işsiz kalacağına dair söylenip duruyor ve benim bilgisayarın yanından her geçişinde aleti yumrukluyor.