Bugün işe gelirken, radyoda ismi Şokomel Hanım mıdır, Çok Emel Hanım mıdır, Şok Emel Hanım mıdır anlayamadığım bir DJ konuşuyordu: ‘‘Şimdi Ege ve Akdeniz'dekiler gülecek ama üzerimde hem tişört, hem kazak, hem mont, hem de çorap var.’’ Bravo vallahi, sağlamcı bir hanımefendiymiş...
Bendeniz üzerimde bir merserize kazak, çorap morap hakgetire, hem bedenen, hem de ruhen, hem de nasıl üşüyorum; bir battaniye bulsam altına kıvrılıp depresyon uykularına yatacağım, o kıvam... Pencereyi açıp, kafamı bir köpek yavrusu gibi dışarı uzattım. Dün bütün gün yağan yağmur dinmiş ama tepede kara-gri, puslu bulutlar, vızır vızır bir rüzgár...
Aşksa bitti, gülse hiç dermedik
İstanbul'da hoyrat bir eylül basmış her yanı; İzmir kalmış kursağımda, yutkunmak ne mümkün... Gözlerim doldu ama ağlama özürlüyüz ya, o iki damla tuzlu su, mümkünátı yok; göz çeperlerinden yanaklara düşmüyor.
E, ne yapayım ben de? İşe gelir gelmez bir koşu standart ilacıma sarıldım. Bilgisayara bir Ahmet Kaya diski yerleştirip kendimi ağdalı bir arabeskin kucağına bıraktım. Olsa bir ‘‘Adsız Arabesk Ruhlular Derneği’’ gidip yazılacağım ama nerdeee?.. Ah bir olsa, yeminle gideceğim, kürsüye çıkıp hüngür böğür anlatacağım: ‘‘Merhaba ben Ebru Çapa. Alkışlarınız için teşekkür ederim. Bakın itiraf ediyorum: Genelde başta acid jazz olmak üzere, caz, soul, blues, rock tarzı, farklı türlerde müzikler dinlerim ama bünyeyi ne zaman aşk, hüzün ve kasvet bassa, damardan Ahmet Kaya albümlerinden medet umarım.’’ O kunt adamın o koyu sesiyle ve ağız dolusu bir hüzün ve öfkeyle söylediği sözlere kulak kabartırım:
‘‘Bozar mı sandın acılar / Beláya atlar giderim / Kurşun gibi, mavzer gibi, dağ gibi patlar giderim...’’ İyi, peki baba, gidelim de; insan kendi tarihinden nasıl kalkıp gider, nereye gider?.. Lobotomi geçirmeden mümkün müdür böyle bir firar?
İzmir'den döner dönmez, aşkın ağır tarihçesinden bir suret belirdi. Saçma sorular düştü zihne peşi sıra: Geyik literatüründe, bitmiş ilişkilerden tanıdık simalara ‘‘ex aşkım’’ denildiğini, doktorların da kurtaramadıkları, kaybettikleri hastalar için ‘‘ex oldu’’ tabirini kullandıklarını filan düşünüyorum. Ex olmuş, yani eski, yani hatta sabık sıfatını kazanmış biriyle, bir ilişki hortlatmak mümkün müdür? O hortlaktan kifayet beklemek ne mene bir işgüzárlık, ne derece ebleh bir iyiniyettir? Böyle ıvır zıvır, kolaysa bir yerinden kıvır mevzular...
Kulağımın içinde Ahmet Kaya: ‘‘Vakit tamam, seni terk ediyorum / Bütün alışkanlıklardan öteye / Yorumsuz bir hayatı seçiyorum / Doymadım inan, kanmadım sevgiye / Korkulu geceleri sayar gibi / Birdenbire bir yıldız kayar gibi / Ellerim kurtulacak ellerinden / Bir kuru dal ağaçtan kopar gibi / Aşksa bitti, gülse hiç dermedik / Bul kendini kuytularda, hadi dal / Seninle bir bütün olabilirdik / Hoşçakal canımın içi hoşçakal / Hoşçakal gözümün nuru hoşçakal...’’ Al benden de o kadar: Hoşçakal, hodbin sevgilim; hoş çakalım, hoşçakal...
Sonunda baktım güneş açar gibi gibi... Hem serde Kova burcu mensupluğu var ya, garibin ekmeği umut ya, daha pastırma yazları gelecek ya... Çıkardım Ahmet Kaya'yı, yerine yerleştirdim mi Eminem'i... İndirdim mi hüzün dükkánın kepenklerini...
Bir acayip, acılı, eförik, esrik rüyaydı; geçti...
Not 1: Geçtiğimiz haftanın yazılarını, Çeşme'den, ortaokul dönem ödevi nostaljisi yaşayarak yolladım. Kalem ve káğıtla yazarak ve faks çekerek... Klavyeyi liseden beri 10 parmak ‘‘tokmaklayan’’ biri olarak koca şehirde bir F klavye için ruhumu şeytana satabilirdim ama ara-tara, basiret bağlanmış; bir türlü bulamadım. Bu arada idrak ettim ki ben uzun zamandır ne günlük ya da uzun uzadıya not tutuyor, ne de aşk-dost mektubu yazıyormuşum. El yazısı dönmüş doktor reçetesine; oku okuyabilirsen... Demem odur ki: Dizgiden kaynaklanan kimi tashihler ve bilincin hilebaz oyunları neticesinde sürçen lapsuslara dair özür dilerim.
Not 2: Tashih ya da lapsus demişken, bunun bir de sersemlik boyutu var: Yalanım yok, hakikaten üzüldüm. Geçen hafta hakkında yazdığım Seyhan Soylu'nun adını, Seyhan Sapmaz olarak yazmışım! Yetmemiş, bunun yanında, anlaşılan o ki, endazenin, yani kinayenin ölçüsünü kaçırmışım. Vakt-i zamanında aramızda geçen mıgırdan bir muhabbeti kaleme aldığım ve anlaşılan o ki, bunu doğru ifade edemediğim için, yanlış anlaşılmaya yol açmışım. Soylu'ya tanıdıklar telefon açıp sormuş; ‘‘Ne o muhabbet tellalığına mı başladın?’’ diye... Haşa, demek isterim. Benim yazdıklarımdan çıkıyorsa böyle bir sonuç, benim ayıbımdır; böyle biline...
Bırak şu konuşanı, bak şu koşana!
‘‘Ben demiştim tayfası’’nın gözü aydın; kınalar yaksınlar... Tarihi değiştirenler, genellikle eleştiriden kendine nema çıkaranlar yerine icraatte bulunanlar, poposunu kaldırıp konuları her neyse, o konuda bir şey ‘‘yapanlar’’ oluyor genelde ama ne gam... O mermerden ahkámlar yine de kesilecek elbet... Bilirler onlar, bir önceki hayatlarında kadın oldukları için, regl ne mene muayyen bir dönemdir, insanın iflahını keser mi, kesmez mi, o durumda 1500 metre koşulur mu, koşulursa nasıl koşulmalıdır ve saire... Evet abiler; Süreyya Ayhan Dünya ikincisi oldu. Tarihe bir ilk olarak düşen bir başarı. Keser mi bizleri? Kesmez elbet... Bize şampiyonluk yakışır... Hem zaten biliyorsunuz, kadın tembel, kadın ukálá, kadın Selamsız Bandosu, kadın aşüfte... Kapı kulluğu yapmıyor, aşkını savunma gereği duymuyor, antrenman ve yarış programını ‘‘büyük birader’’lerine sormadan ayarlıyor. Linç yakışır ona, linç... Öyleyse vurun kahpeye... Az önce Süreyya Ayhan, Brüksel Grand Prix’sinde 3.55.34 ile yeni bir Türkiye rekoru kırdı ve yarışmayı birinci bitirdi. Siz durduğunuz yerden kadını deşmeye çalışırken, o bu konuda ‘‘biraz’’ koştu. Tabii, tabii, bakın şu hayatın gidişine -hay bin kunduz!- yine dediğinize geldik. Haklısınız, biliyoruz, en iyisini, en doğrusunu ve her bir şeyi siz bilirsiniz; evvelden de söylemiştiniz...
Muhabbetin içinden...
Bir alışveriş merkezinde düzenlenen minder sohbetine katılan Asuman Krause'ye sohbete katılan ‘‘hayran’’lardan biri soruyor: ‘‘Bugüne kadar kaç erkekle beraber oldun?’’ Habere göre ‘‘bozulduğunu belli etmemeye çalışan’’ Krause yanıtlıyor: ‘‘Dört, beş; hadi seni kırmayalım, altı olsun...’’ Muhabbetin ardından etrafında toplanan gazetecilere isyan ediyor: ‘‘Böyle ters sorular sorulunca 'Seni ilgilendirmez' diyemiyorsun. Ondan sonra 'Bu manken kaprisli, şımarık' diyorlar. Elimden geldiği kadarıyla soruları cevaplamaya çalıştım ama böyle sorular sormak çok ayıp.’’ Hiç olur mu? ‘‘Muhabbet a la Turca’’nın esası bu: Ayıbın yolları kayıp! Daha önce de dile getirmiştim: Ne zaman bu gibi bir mevzu gündeme gelse, Hakkı Devrim ile TV programına başlayacağı ilk dönem yaptığımız bir röportajda söylediklerini hatırlıyorum. ‘‘Kendimi bu programa hazırlamak için sordum, soruşturdum, bol bol da düşündüm’’ demişti Devrim; ‘‘Türk usulü sohbetin ne mene bir şey olduğu üzerine...’’ Vardığı sonuç neydi dersiniz: ‘‘Diyelim ki Haydarpaşa'dan trene bindin ve karşındaki yolcuyla havadan sudan konuşmaya başladın. Daha Göztepe'ye gelmeden, adamın yaşını, mesleğini, siyasi görüşünü, medeni hálini, evliyse çocuğu olup olmadığını, çocuğu yoksa kusurun karısında mı kendisinde mi olduğunu öğrenirsin.’’ Temelde fütursuz bir teklifsizlik var anlayacağınız. Krause hele ki bir manken olarak ‘‘minder muhabbeti’’ne katılmakla yine iyi cesaret göstermiş yani...