Paylaş
Bir çocuk gözlerini açtığı dünyada ihtiyacı olan sevgi, şefkat ve güveni tadamazsa, onu koruyup kollayan bir sahip bulamazsa, hayatının ilerleyen yıllarında bunun sıkıntılarını mutlaka yaşar. Hele bir de küçük yaşta anne babası tarafından terk edildiyse, birini sevmek, ona güvenmek ve bağlanmaktan çok korkar.
Başkalarını seyrederek, onlara imrenerek kendi evlerinde misafir gibi yaşarlar adeta... Çocukluk acılarını kimseyle paylaşamadıkları için bu olumsuz duygular beyinlerinin bazı bölgelerini istila eder. Sonunda beyindeki o merkezin idaresindeki organ hastalanır. Bakalım Reşit Bey’in hangi organı hastalandı...
‘KORKAK BİR ÇOCUKTUM’
Ellili yaşlarda bir işadamıydı Reşit Bey. Söze şöyle başlamıştı.
- Çok korkak bir çocuktum, adeta gölgemden korkardım. Annem babam hep çok kavga ederlerdi. Babam, annemin onu terk etmesinden çok korkardı. Önce babam annemi döver, sonra da annem evde ne var ne yoksa hepsini kırar, etrafa fırlatır, ev savaş alanına dönerdi. Ardından hiçbir şey olmamış gibi ikisi de kendi odalarına girip uyurdu.
Baba eşi tarafından terk edilmekten hem çok korkuyor hem de onu sürekli dövüyor. Ah bu korkularımız... İnsan en çok da en korktuğu şeyi yaşatmaya uğraşır kendine.
- Siz nerede yatardınız?
- Beni salonda unuturlardı. Annemin ördüğü bir battaniye vardı, kanepeye uzanır, onu üstüme çeker, ben de orada kıvrılır yatardım. Sonunda ayrılmaya karar verdiler. Bir akşam beni karşılarına alıp konuştular. Biz ayrılıyoruz ama şu anda ikimiz de sana bakacak durumda değiliz. Sen bir süre teyzende kal, sonra gelip seni alırız, dediler. Zaten ev yine karmakarışık olmuş, eşyalar kırılmış, annemin yüzü gözü yara bere içinde kalmıştı.
- Siz kaç yaşındaydınız o zaman?
- Beş filan...
Terk edilmek için henüz çok küçükmüş... Çocuğu ikisi de istemiyor ve terk ediyorlar. Bir çocuğun başına gelebilecek en acı, en korkutucu ve en yaralayıcı durum. Çocukta güven duygusunu sıfırlıyorlar.
- Ne hissettiniz o zaman?
- Hiç! Gözümü kırpmadan onlara baktığımı hatırlıyorum. Ağlamadan, bağırmadan, kendimi yerden yere atmadan...
Gerçek duyguları bu, yani korkusunu bağırarak, ağlayarak, kendini yerden yere atarak göstermek ama bunu bile yapmaya izni yok bu çocuğun.
- Sabahtan düştük yola, ikisinin de elinde birer bavul. Bir küçük çantayı da benim sırtıma takmışlar, elimde battaniyem...
Ah... O battaniye... Onu seven, ısıtan, koruyup kollayan, anne babası gibi kokan sıcak bir şey...
- Teyzem kapıyı açtığında...
- O anı bana biraz daha ayrıntılı anlatabilir misiniz?
- Anlatamam... Her şeyi hatırlayamam ki...
- Biraz gayret edin, hatırlayacaksınız.
Beni neden buna zorluyorsunuz gibi kısa bir an bakıyor yüzüme, bir iki kere yutkunuyor, uzun süre susuyor. Hiç konuşmadan bekliyorum. Korkularımızın üzerine gitmeli, saklandıkları yerden onları çıkarmalı ve yüzleşmeliyiz yoksa ölümsüz olur o korkular.
ACILAR HATIRLANMAK İSTER
- Teyzem kapıyı açtığından önce sıcak bir hava çarptı yüzüme, sonra pis bir koku, muhallebi yapıyormuş.
Muhallebi pişerken ne güzel kokar aslında ama o gün o evde ne pişse ona iyi gelmeyecekmiş. Yaşadığımız iyi kötü, büyük küçük her olay kaydedilir ve bilinçdışımızdaki özel kutularında yerini alır. Sanki biri bizi hayatımız boyunca izler ve her anımızın fotoğrafını çeker, kayda alır. O fotoğraflara sadece görüntüler değil, o anda hissettiğimiz bütün duygular, o kareye giren bütün objeler, renkler ve kokular da kaydedilir.
Reşit Bey’in hafızasına, kapı açıldığında yüzüne çarpan sıcak hava, ocakta pişen muhallebinin kokusu bile kaydedilmiş. Ya duyguları? Şimdilik onlardan söz etmiyor?
- Geleceğimizden haberi varmış teyzemin. Beni eliyle içeri çekti, onlara dönüp “Bıktım sizden, bu çocuğu da bir daha arayıp sormaya kalkmayın. Ne haliniz varsa görün” diyerek kapıyı yüzlerine kapattı. Birkaç gün elinde hızlı hızlı bir şey örüyordu, meğer bana patik örermiş. Yün patik işte... O evde yaşadığım sürece hep yün patik giydirdi bana. Evde sessizce, adeta kedi gibi kayarak yürür, kimseye görünmemeye, dikkat çekmemeye, gürültü yapmamaya çok uğraşırdım.
Çocuklar var olduklarının görülmesini, onlarla çokça ilgilenilmesini ister. Reşit Bey’in varlığını kimse kabul etmek istememiş.
- Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırladınız.
- O günleri hatırlamak isteyip istemediğimi sormadınız bana.
- Onları çok derinlere gömmüşsünüz ama acılar hatırlanmak, gün yüzüne çıkmak ve çözülmek ister.
Hiç umudu yokmuş gibi bakıyor yüzüme.
- Acılarımızı, korkularımızı, yapmak isteyip de yapamadıklarımızı... Yaşadığımız sürece çocukluk acılarımızı bize hatırlatacak her şeyden kaçmak isteriz çünkü onlar bize olayın yaşandığında ne hissettiysek onları yeniden yaşatır.
Hafif bir gülümseme yayılıyor yüzüne. Ne dediğimi anladı. Nasıl bir cevap verecek merak ediyorum.
- Onun için mi hâlâ muhallebiden nefret ediyor, o kokuyu duydukça kusacak gibi oluyorum?
- O gün hayatınızın dönüm noktası olmuş. Sonrası nasıl gelişti?
Burada duruyor. Daha sonraki gelişlerinde, ailesinin 16 yaşına kadar onu hiç arayıp sormadığını... Babasını tam da o yaşlarda böbrek yetmezliğinden kaybettiğini... Teyzesinin ona hiç sevgi göstermeden yapayalnız büyüttüğünü... Annesiyle nasıl iki yabancı olduklarını ve bu yaşa gelene kadar bir türlü evlenmediğini... Hayatını sadece hiç sevmediği bir işte çalışarak geçirdiğini... Mutlulukla hiç tanışamadığını... Sırtında ve boynundaki ağrıların çok canını yaktığını... Bir de üstelik babası gibi onun da böbrekle ilgili sorunlar yaşadığını... Bunun galiba genetik bir hastalık olduğunu büyük bir acı ve hüzünle bir bir anlatıyor bana.
Ona bir kere daha dikkatle bakıyorum, bu adam kendini hiç sevmiyor. Zamanında onu hiç seven olmamış ki şimdi kendini sevebilsin.
- Özel hayatınızda durum nedir? Evlenmemişsiniz ama biri var mı hayatınızda?
- Evet biri var, yedi yıldır beraberiz.
- Ama evlenmiyorsunuz.
- Güvenemedim kadınlara. Beni içten sevmezler, hele bir de çok para sahibi olunca bu korkularım iyice arttı.
- Siz seviyor musunuz kendinizi?
- Hiç! Sevilecek bir yanım yoktur benim. Yüzüm hiç gülmez, insanlarla samimi ilişkiler kuramam yani hoşsohbet biri değilim. Yakışıklı deseniz, o da yok. Bir kadın beni niye sevsin ki?
- Anne babanın sevmediğini başkası neden sevsin diyorsunuz yani. O seviyor mu sizi?
- Seviyorum diyor ama...
KİMSEYE GÜVENMİYOR
Hüzün kokan bir duygu dalga dalga yayılıyor içime. Kendini güzel şeylere layık görmemiş. Kendisi de hep anne babasının ve teyzesinin gözleriyle bakmış kendine. Odadan çıkarken ayaklarına, ayağındaki ayakkabılara takılıyor gözlerim, yine kedi gibi sessizce mi yürüyor diye. Hem altı hem de üstü incecik özel bir deriden yapılmış ayakkabılarına hüzünle bakıyorum.
Sevmediği halde kendi kurduğu bir işi yapıyor, kim bilir nasıl çalışıyorsa, sevmediği işte bile çok başarılı olmuş. Ne kendini, ne hayatı ne de insanları seviyor. Kimseye güvenmiyor ve hâlâ çocukluğundaki gibi her şeyden, en çok da terk edilmekten korkuyor.
İşte bu yüzden sevmeden yaptığı her iş ve sevmeden yaşadığı bu hayat çok yoruyor onu. Sırtı ve beli ağrıyor, genetik olarak değil, en çok da hayata duyduğu korkular yüzünden böbreklerinde sorun var. Korkularımızı en çok da böbreklerimiz hisseder, sanki asıl acıyı biz değil de böbreklerimiz çekiyormuş gibi...
- O küçük battaniyeye ne oldu?
- Kız arkadaşım Mine ondan kaç tane ördü. Eskisi de duruyor.
Onu terk edip giden, hiç sevmeyen anne babasını temsil eden şeyleri hâlâ atamamış hayatından.
Tam dört buçuk yıl çok düzenli geldi tedaviye. Sevgilisiyle sonunda evlendi, sevmediği işi başkalarına devretti, boyun ve sırtındaki ağrılar kayboldu, böbreğinden bu ara hiç şikâyet etmiyor. Kendiyle barıştı sonunda. Şimdilerde eşi Mine’yle dünyayı geziyorlar.
Umarım, her zaman olmasa da arada bir gülüyordur çünkü bana söz verdi.
SEVGİYLE KALIN
Sizler de bana gb@madalyonklinik.com adresinden ulaşabilirsiniz. Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın, sevgiyle kalın.
Paylaş