Paylaş
Uzun süredir ‘KADER MOTİFİ’ adını verdiğim bir kavram üzerinde çalışıyorum. Bu kavramla “Biz neden böyleyiz, neden hep aynı şeyleri yaşıyoruz, neden başkaları gibi olamıyor, ya hep mutsuz, ya durgun, ya hep kızgın ve öfkeli, kavgacı, kaygılı ya da hep kaybeden taraf oluyoruz, neden daha başarılı, daha önemli, değerli olamıyoruz?” gibi sorularımıza cevap aramaya çalışıyorum. Ve diyorum ki kaderimiz doğduğumuz evlerde önce ailelerimiz tarafından yazılır. Hayatı, nasıl biri olacağımızı oralarda başlarız öğrenmeye. Sonra da o öğrendiklerimiz önce karakterimiz ardından da kaderimiz olur.
Bugün yine siz okuyucularımdan gelen bir mektubu paylaşacağım. Fadime uzun uzun bugünlere nerelerden geldiğini anlatırken ‘KADER MOTİFİ’nin ne olduğunu belki de en somut şekliyle gösterecek sizlere.
Bakın Fadime mektubunda neler yazmış...
BEN DE ANNEM GİBİ Mİ OLACAĞIM
Merhaba Gülseren Hanım...
İlk önce sizi ne kadar sevdiğimi söyleyerek başlamak istiyorum. Kitaplarınız ve erişebildiğim diğer yazılarınızdan kendime dersler çıkardım. Ben de tıpkı oralarda anlattığınız kızlar gibi hissediyorum, dedim. O kızların yazdıklarını okuyunca insan kendini biraz daha iyi anlıyor, daha az kızıyor kendine ama yine de içimdeki boşluktan kurtulamıyorum.
‘HEP SEVGİ DİLENDİM’
Bana gelecek olursak, insanın kendini anlatması zor. Beni dışarıdan gören herkes burnu havada, kimseye pas vermeyen, kendine güvenen biri zannedebilir. Ama hayatım boyunca hep sevgi dilenmek zorunda kaldım ve içimdeki boşluğu bir türlü dolduramıyorum. Mutsuz ve çok huzursuzum. Kavgacı, ne konuşacağını bilmeyen, hırsını ya kocasından ya da çocuğundan çıkaran biri oldum. Yoksa ben de annem gibi mi olacağım diye korkuyorum.
ÇOCUKLUĞUMU YAŞAMADIM
Otuz yaşındayım ve evlenene kadar hatırladığım tek şey dayak, kavga, dışlanma ve kullanılma. İnsan küçücük bir çocuğu kendi rahatı için kullanır mı hocam? İnsan annesinin, babasının saçını okşadığı bir anı bile hatırlamaz mı? Zaten kendimi hiçbir zaman bir çocuk gibi görmemişim ben. Kendimi bildiğim günden beri ailem bana büyük bir insan muamelesi yapmış. Çocukluğumu hiç yaşayamadan bir an önce büyümek zorunda kalmışım ve hep taşıyabileceğimden daha büyük yüklerim ve sorumluluklarım olmuş. Böyle olduğunu sizin yazılarınızı okudukça fark ettim.
Annemin arkadaşı, kardeşlerimin de bakıcısı olarak görmüşler beni. Ben de bu görevlere dört elle sarılmışım. Sarılmayıp da ne yapacaksınız, başka türlü sizi o evde kimse istemiyor. O günleri hatırlayınca gözlerim doluyor. Annem beni karşısına oturtup kendi dertlerini anlatıp ağladığında, benim bu dertlere bir çare bulmamı beklediğinde ben 6 yaşındaydım. Bunu yazarken kendim bile yazdıklarıma inanmakta zorluk çekiyorum.
HESAP SORUP DÖVERDİ
Ne zaman 6 yaşında bir çocuk görsem, gözlerimi açar bakarım o çocuğa. Nasıl ya, derim. Bu daha çocuk... Ne anlar dertten, ne anlar o derde çare bulup annesine akıl vermekten. İşin kötüsü ben o zamanlar bundan şikâyet etmeyi de hiç bilmez, dört elle sarılırdım görevlerime. 8-9 yaşlarına geldiğimde artık koca bir kadın sanırlardı beni. Ben de aynen öyle hissederdim. Annem kardeşlerimi bana bırakır, çeker giderdi. Kimi daha bir yaşına gelmemiş, kimi 2 ya da 3 yaşında. Ben ne anlarım çocuk bakmaktan, onları yedirip içirip, yıkayıp paklamaktan. Ama inanın bunların hepsini hamarat hamarat yapardım. Ha, bu arada olur da bir şeyleri eksik yaparsam, annem eve gelince beni bir güzel döverdi. Evdeki her şeyin hesabını benden sorardı.
MECBUR YALAN SÖYLERDİM
Şimdi yazacaklarıma belki de inanmayacaksınız ama annem benim ders çalıştığıma bile kızardı. “Kaldır çabuk şu defteri kitabı ayağımın altından. İşimiz gücümüz varken nereden çıkarıyorsun bunları” der ve üstüme yürürdü. Kitaplarımı nereye saklayacağımı şaşırır, hepsini tıkış tıkış çantama doldururdum. Bana öyle çok bağırır, öyle aşağılar, öyle çok döverdi ki yalan söylemeye işte o zamanlar başladım. Yalan dedimse, annem neye kızdıysa dayak yememek için hemen ona ait saçma sapan bir yalan uydururdum. Ne de olsa çocuğum, söylediklerimin yalan olduğu öyle belli ki, bu sefer de yalan söylediğim için döverdi beni.
BEN ONUN ANNESİYDİM
Böyle bir anneye siz ne anlatabilirsiniz ki... O sizi çocuğu yerine koymak, ne derdiniz, ne sorununuz var dinlemek istemiyor ki zaten. Aslını sorarsanız o benim değil, ben onun annesiydim. Derdini de bana anlatır, hıncını, öfkesini de benden çıkarırdı. Kardeşlerime sataşmasın diye ben hep önüne geçer, dayak yiyeceksem de yerdim. Ben o evde her zaman yalancı ve her şeyin tek suçlusuydum.
Sokak ortasında, siyah bir topuklu ayakkabıyla annemden dayak yediğimde 8 yaşındaydım. Kafamdan kanlar akıyor, etrafımızda toplanan kalabalık heyecanla bize bakıyor ama kimse bir şey yapmıyordu. O ayakkabının sivri topuğu kafamda bir delik açmış, kanlar ortalığa saçılmıştı. Suçum neydi biliyor musunuz? Bir arkadaşıma küfür etmiştim, annemin bana her gün ettiği küfürlerden birini bu sefer de ben etmiştim. O günden sonra annem beni okula göndermemek için her gün bir bahane buldu. Kimi zaman kendini acındırdı, kimi zaman kardeşlerimi bahane etti. Bir gün gittiysem ertesi gün gidemedim okula. Bütün bunlar olurken baban neredeydi diye soracak olursanız, babam bizden hep uzaklardaydı. Onun işi gereği ya biz farklı bir şehirde yaşar ya da sık sık şehir değiştirirdik.
TECAVÜZE UĞRADIM
10 yaşındayken uzak bir akrabamızın tecavüzüne uğradım. Ben o zaman o kadar cahil, o kadar bilinçsizmişim ki, bana tecavüz edildiğini çok sonra anladım. Kötü bir şey yapıldığını anlıyor insan ama bunun ne olduğunu bilemiyor. Korktum, neye uğradığımı şaşırdım, koşarak annemin yanına gittim. Betim benzim atmış, her yanım titriyor, ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordum ki okkalı bir tokat vurdu yüzüme. Yalan söyleme yine, bıktım senin yalanlarından deyip arkasını dönüp gitti.
O gün akşama kadar hayalet gibi gezdim evin içinde. Sanki bir el içimi boşalttı. O el bana tecavüz eden akrabamızın mı yoksa annemin eli miydi, onu da bilemedim çünkü içimdeki o boşluk hâlâ öylece duruyor. Sanki karnımda, herkeste olan bir organım yokmuş gibi, olanlar kenara çekilmiş de ortayı boş bırakmışlar gibi mi desem, bilmiyorum ki... Boşluk nasıl anlatılır ki...
BEN ONUN İŞİNİ YAPTIM
Çocukken hep hayalim en iyi bildiğim şeyi yapmak, hemşire olmaktı ama onu bile olamadım. Annem beni ilk fırsatta okuldan aldı ve kendi rahatça gezebilsin diye eve, çocukların başına oturttu. Ben onun işini yaptım, o da hayatını yaşadı. Meğer babamı aldatırmış. O zamanlar babam adına o kadar üzülmüştüm ki ya duyarsa diye ödüm kopmuş, geceleri hep kâbuslar görmüştüm. Sonradan öğrendim ki babam da annemi aldatıyormuş.
Yani hocam, benden başka herkes yalancı, herkes suçluymuş. Bu dünya kötüymüş. İnsan annesine babasına bile güvenemezse kime güvenebilir ki... Zaten ne kadar haklı olduğumu hayat bana da gösterdi. Âşık olduğumda henüz 15 yaşındaydım. Hayatımda ilk kez anneme âşık olduğumu söyleme gafletinde bulundum. Vay sen misin böyle diyen... Üstümde oklava kırdı. Oğlan da zaten hemen gidip kendine yeni birini bulmuş. Seni seviyorum diyen hiç kimseye güvenilmeyeceğini de böylece öğrenmiş oldum.
KENDİME GÜVENMİYORUM
Sonradan önce annem babamın onu aldattığını öğrendi. Sanki kendisi sütten çıkma ak kaşık gibi evi başımıza yıktı. Aylarca bizim evde kıyamet koptu. Bu sefer de birbirlerini öldürecekler diye korktuk. Derken bir yıl kadar sonra annemin yediği haltlar da ortaya çıkınca artık ayrılmaktan başka çareleri kalmadı. Biz o zaman epeyce büyümüştük. Kardeşlerimin kimisi yatılı okula yollandı, kimi uzak şehirlerde akrabalarımızın yanında okuyorlar. Bana evde ihtiyaç kalmayınca da hemen birini bulup evlendirdiler beni. Kocam sakin, sessiz bir adam. Sabah işe gider, akşam gelir. Bir de çocuğum var.
Bütün bu yaşadıklarımdan sonra bugün nasıl biri olduğumu az çok anladınız. Kendime hiç güvenmiyorum. Pazara, markete bile yalnız gidemiyorum, gitsem bir şeyin fiyatını soramıyorum. Kendimi çok değersiz ve sevgisiz hissediyorum. Sanki yerdeki karınca kadar bile değilim. Kocamın karşısında kendimi küçük, aciz bir çocuk gibi hissediyorum. Sanki kocam değil de babam ya da öğretmenim gibi beni sevsin, başımı okşasın, aferin desin istiyorum. Ne saçma değil mi? Sanki hep açım. Ne yesem karnımın doyduğunu hissedemiyorum çünkü içimdeki o boşluk hiç doymuyor da, dolmuyor da.
KAVGADA ‘BEN’ OLUYORUM
Eşimle akşamları konuşmak, sohbet etmek istiyorum, onu da beceremiyorum. Adamın doğru dürüst yüzüne, gözlerine bakamıyorum. Suçlu çocuk gibiyim. Ama o bana bağırıp çağırmıyor, hiç dövmüyor, hatta sesini bile yükseltmiyor. Bu sefer de içime bir öfke geliyor ve onunla kavga etmenin yolunu arıyorum. Bir tek kavga ederken ben gibi oluyorum. Bir anda sesim bile değişiyor, adeta kükrüyorum. Adam da şaşırıyor ne yapacağını. Çocuğum korkuyor, ağlıyor. Bazen de hıncımı çocuktan alıyorum. Küçücük çocuk dövülür mü ama ben onu dövüyorum sonra da birlikte ağlıyoruz.
Kocam bana daha ne kadar tahammül edecek bilmiyorum, zaten bu iş böyle gitmez, aklını başına almazsan boşanırız demeye başladı bile. Boşanmak benim gibi biri için ne demek tahmin ediyorsunuz değil mi? Ortada kalırım. Bana çocukken sahip çıkmayan ailem şimdi mi çıkacak? Çalışayım desem ne elimden gelen bir iş var ne de övüneceğim bir diplomam. Ama yine de tek hayalim ne biliyor musunuz hocam, mutlu olmak. Bunu istiyorum ama mutlu olmak ne demek derseniz, onu da hiç bilmiyorum. Sevinmek filan gibi galiba...
ALTINDAN KALKAR MIYIM
Bütün bunları kendime sormayı, kendimle konuşmayı da sizin kitaplarınızdan ve yazılarınızdan öğrendim. Eskiden olsa ne size böyle bir mektup yazabilir, ne de kendimi doğru tanıtabilirdim. Şimdi hiç olmazsa sayenizde yanlışlarımı ve eksiklerimi biliyorum.
Bütün bunların altından kalkabilir miyim hocam? Bana bir yol gösterin, akıl verin yoksa tıpkı benim gibi doğurduğum çocuk da yanacak. Bütün dileğim bir gün yollarımızın bir yerlerde kesişmesi. Hayat bu, belki bir mucize olur.
Ellerinizden öperim kıymetli hocam.
Fadime.
Not: Yazdığım mektubu belki yüz kere okudum. Neden biliyor musunuz? Siz bari bana kusur bulmayın, ne biçim yazmış demeyin, nokta, virgül bile koymamış demeyin diye. Sanki bu mektubu ben değil de başkası yazmış gibi okuyunca da oturup bir güzel ağladım. Kendi halime acıdım galiba.
KADER MOTİFİ BÖYLE BİR ŞEY
İşte böyle yazmış Fadime. Özenle yazılmış ve Fadime kendini gerçekten çok iyi tanımlamış. Demek ki diploması olmasa da kitap okuyarak tanımaya çalışıyor hayatı da kendini de... Hele not kısmına bayıldım.
Sevgili okuyucularım, kader motifi işte böyle bir şey. Bebekken yumuşacık bir hamur gibiyiz. O hamur doğduğumuz o evlerde şekilleniyor, tadını, rengini, kokusunu o evler veriyor. Ve Fadime bize bunları teker teker anlatmış.
Pazara gittiğinde bile aldığının fiyatını soramamış, kocasıyla oturup ağız tadıyla sohbet edememiş. Bir yandan bize çocukluğunda yaşadıklarını, annesine annelik, kardeşlerine bakıcılık yaptığını anlatırken bir yandan hıncını neden çocuğundan çıkarmış, anlıyorsunuz değil mi?
ANADİLİNDE KONUŞUYOR
Fadime de tıpkı bizler gibi anadilinde konuşuyor yani o evlerde gördükleri ve öğrendikleriyle yaşıyor hayatı. Başka bir dil öğrenmesine, bambaşka biri olmasına hayat izin vermemiş ki...
İçindeki o bir türlü dolduramadığı boşluğu kim oluşturmuş sizce? Onu taciz eden akrabası mı yoksa ona çocukluğunu hiç yaşatmayan, en çaresiz gününde onu dinlemeyen, sana ne oldu kızım demeyen, bir kez olsun başını okşamayan, ona hayatı dar eden annesi, babası mı? Fadime’nin yerinde başkası olsaydı hayatı farklı mı olurdu? Hiç sanmıyorum. O bugün mutluluğun bile ne olduğunu bilmiyorsa, kendini mutsuz ve çaresiz bir hayata teslim ediyor, çocuğuna bile annesinden gördüğünü yapıyorsa, bunun tek nedeni doğduğu evde öğrendikleri değil mi?
MUTLULUĞU SORUYOR
Bu mektupta bana en çok da ne dokundu biliyor musunuz, mutlu olmak ne demek diye soruyor ve hiç tatmadığı bir duyguyu tanımlamaya çalışıyor. Mutluluğu sevinmeye benzetiyor. Oysa mutluluğun temeli, insanın kendisiyle barışık olmasından geçer. Hiç beğenmediği, sevmediği, onaylamadığı kendisiyle...
Fadime bir gün kendisiyle barışabilir, özlemini çektiği mutluluğu yakalayabilir mi derseniz, bence bunu başarabilir. Bunu başarmanın öncelikli yolu, neden böyle olduğunu görebilmek, anlayabilmek ve değişmeye kararlı olmaktır. Bunun arkasından sıra hem kendisiyle hem de hayatla kıyasıya mücadele etmeye gelir. Fadime’nin aslında mutlu olanlardan bir eksiği yok, fazlası var. Hayatın karanlık yüzüyle çok erken tanışmış ve sanki koca bir orduyla hiç silahsız savaşmış. Şimdi artık önce kendini, kendi yeteneklerini, kendi marifetlerini arayıp bulma zamanı.
ANLAMI ARAYIP BULMALIYIZ
Hayata anlamını biz veririz. Biz hayata bir anlam yüklemezsek hayat anlamsızdır bizim için. Aslında içinde binlerce anlam barındırır ama bunları bizim arayıp bulmamızı bekler. Çocukluğunda çocuk bakan, annesine annelik eden Fadime, kimseden destek almadan, üstelik dövülerek, sövülerek, aşağılanarak, suçlanarak bugünlere gelebildiyse, tüm zorluklara rağmen kendini böyle iyi tahlil edebildiyse, hayatın ondan esirgediklerini böylesine iyi görebildiyse, inanıyorum ki eğer gerçekten isterse bugün artık daha neler yapabilir, neler...
Severek, tutkuyla yaptığımız şeyler ne kadar çoksa, hayat o kadar anlamlı, o kadar güzel, bizler de o kadar zenginiz demektir. Yaşadığımız sürece önceliği kendimize vererek başkalarını ne kadar mutlu ve memnun edebiliyorsak, küçük ya da büyük hayata bir çizik de biz atabiliyorsak, içinde yaşadığımız dünyaya hayranlıkla bakabiliyor, oh diyebiliyorsak, yediğimizin, içtiğimizin, gördüğümüzün, öğrendiklerimizin ve çocuklarımızın yüzündeki gülücüğün değerini bilebiliyorsak hayat bizler için o kadar güzel ve anlamlı demektir. Mutluluk ise bunların her birinin içinde gizlidir.
Fadime bir gün kendine “Aferin sana” diyebilirse, mutluluk kapısında bekliyor olacak.
Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın, sevgiyle kalın.
Paylaş