Paylaş
SEVGİLİ okurlarım,
Bir çocuğun mutlu bir aileye doğması, onun hayattaki en büyük şanslarından biridir çünkü sevgiye, şefkate, güvene doyarak büyüyen, mutlu olmayı o ailede öğrenen çocuklar, mutlu olmaya hazırdır zaten. Bunu ailelerinde göremeyen, öğrenemeyen çocuklar eğer bir iyileşme yolculuğuna çıkmaz, mutlu olmayı kendilerine öğretmezlerse, böyle bir evde büyümenin bedelini ömür boyu sırtlarında çok ağır bir yük gibi taşırlar.
Bugün anlatacağım hastam da işte böyle mutsuz bir ailede büyümüş...
Genç bir erkek giriyor odama. Düzgün giyimli, saygılı, kibar, biraz da utangaç. Adı Emre.
‘EV BATMAYA BAŞLADI’
- Buraya neden geldiğimi bilmiyorum ama iyi hissetmiyorum kendimi. Yakın bir arkadaşım benim halimi beğenmemiş olacak ki ısrarla sizden randevu almamı istedi.
* Sizi dinliyorum.
- Ben özel bir şirkette çalışıyorum. Son zamanlarda üstüme bir sıkıntı geldi, hiçbir yere sığamıyorum. Akşam olunca canım eve gitmek istemiyor. Ev batmaya başladı bana.
* Evli misiniz?
- Evliyim, iki de çocuğum var. Aslında ikimiz de bir süre arkadaşlık ettikten sonra birbirimizi severek evlendik ama sonradan ne oldu bilmem, eşim giderek değişti. Şimdi asık suratlı, hep üzgün, mutsuz ve yorgun bir kadın haline geldi.
* Sizce neden?
- Biraz titiz. Her şey yerli yerinde ve tam olsun istiyor. Çocukları da beni de evde rahat ettirmiyor. Biz elimizden geldiği kadar ona yardımcı olmaya çalışıyoruz ama bizim yaptığımız hiçbir şeyi beğenmiyor. Ne derdin var, niye hiç yüzün gülmüyor diyorum, ona da kızıyor. O da benim gibi mutsuz bir aileden gelmiş. Zaten bizi birbirimize bağlayan biraz da geçmişimiz oldu.
Mutsuz insanlar, kendileri gibi dertli ve mutsuz insanlarla daha kolay ilişki kurar. Birbirlerini daha iyi anlarlar ama bu onlara mutluluk getirmez. Yürümeye alışkın oldukları yollar hep karanlıktır. Aslında onların hedefinde aydınlık bir yolda yürümek vardır ama alışkanlıklar insana her zaman daha güvenli gelir. Aydınlığı hedeflerken istemeden ve farkında olmadan birbirlerini karanlığa doğru çekerler.
- Hocam ben öyle bir evde doğdum ki, bugün eğer bir şeyler yapabiliyorsam o evden kaçabildiğim içindir. Bugün çoluk çocuk yaşadığımız ev de benim doğduğum eve benzemeye başladı.
* Nasıl bir evdi orası?
- Annem çok mutsuz bir kadındı. Yaşadığı hayata hiçbir zaman ayak uyduramadı. Aslında ailesi babamla evlenmesini hiç istememiş ama o babama âşık olmuş, evleneceğim diye tutturmuş. Yakışıklı, karizmatik bir adamdır babam ama serseridir. Annemse tam bir kraliçe ama mutsuz kraliçe... Neymiş, babamı adam edecekmiş. Babam ona layık bir koca olacakmış. Etrafa daha fazla rezil olamazmış. İyi işlerde çalışmalı, iyi para kazanmalı, ona iyi bir hayat yaşatmalıymış.
Sanki o çok kızdığı annesi bu odadaymış da onunla konuşuyormuş gibi hızla ayağa kalkıp boşluğa bakarak ve sesini iyice yükselterek onunla konuşmaya başlıyor.
- Yahu evlenmeden aklın neredeydi? Sen bu adamın ayyaşın teki olduğunu bilmiyor muydun? Madem umduğun gibi çıkmadı, bizi niye doğuruyorsun? Sana istediğin hayatı yaşatacak biriyle evlen... Yok... İşte biz üç çocuk evde onların bitmek tükenmek bilmeyen kavgalarıyla büyüdük. Sürekli ağlayan bir anne, evde kıyameti koparan bir baba, yalanlar, dolanlar, yıllar süren küslükler... Ve bu kavgaların ortasında kalmış, her gün annelerini teselli etmeye, onun bitmek tükenmek bilmeyen dertlerine deva olmaya, onu babamın şerrinden korumaya çalışan üç küçük çocuk...
O anlattıkça sanki ben de o evdeymişim gibi üç çocuğun çaresizce çırpınışlarını görüyorum. Ah be çocuklar... Demek küçücük yaşlarınızda annenizin mutsuzluğunu sırtlanıp ona kalkan olmaya çalıştınız.
Ayağa kalktığının farkında değilmiş gibi utanarak, sessizce oturuyor yerine.
EVLAT DEĞİL DERT ORTAĞI
- Ben o evden kaçıp dedemlere sığındığımda 18 yaşındaydım. Gittim ama içimde nasıl bir sızı, nasıl bir suçluluk duygusu, size anlatamam. Annemi ve kardeşlerimi orada bırakmışım, sanki hepsini ölüme terk etmişim gibi bir duygu geldi içime.
* Anneniz ne dedi bu işe?
- Annem gitmeme çok bozuldu. Baban gibi sen de git, hiçbirinize yaranamadım zaten dedi.
Anne onu suçlamış. Neden yaranmaya çalışıyor ki... Yaranmak yerine çocuklarının ne halde olduklarını görse, arada bir de olsa onlara gülse, sevgiyle bakabilse... Çocukları doğunca onları “evlat” olarak değil, kendisine dert ortağı olarak görmüş.
- Üniversite sınavlarında hep başka illerdeki yerleri yazdım ve hemen ardından bir başka şehre okumaya gittim. Böylece onları bir kere daha terk etmiş oldum. Annem kanser olduğunda üniversiteyi bitirmek üzereydim. Göz göre göre, üzüntüden kanser oldu kadın ve babam o ölüyorken bile hiç ilgilenmedi. Ben de onu bırakıp gittim zaten.
Biraz önceki öfkesinin yerini şimdi suçluluk duyguları aldı. Annenin hastalığından bile kendini sorumlu tutuyor. Ah be çocuk... Bu kadar büyük acıların suçunu, günahını neden kendi sırtına yüklüyorsun...
* Göz göre göre derken?
- Öyle tabii... Annem hayatı boyunca istediği hiçbir şeyi yapamadı. Ne babamı değiştirebildi ne de kendini... Şimdi burada size anlatırken annemin yüzü geliyor aklıma... Nasıl hüzünlü, nasıl acılı ve hayata nasıl öfkeli bakardı.
Sanırım o ifadeyi şimdi de eşinin yüzünde görüyor.
- Annem de aslında eşim gibi çok fedakâr bir kadındı ama bizi sevmeye hiç vakti olmadı.
İşte o benzerliği hemen kurdu. Onu can kulağıyla dinleyen, ne hissettiğini anlamaya çalışan bir psikiyatristin karşısında insanlar sanki bir sihirli değnek değmiş gibi yavaş yavaş kendilerini keşfetmeye başlar, doktor daha bir yorum yapmadan yıllardır yok saydıkları sırlar birer birer dökülür ağızlarından.
Demek eşiyle annesini birbirine çok benzetiyor. Oysa anneye karşı çok yoğun öfke ve suçluluk hissediyor. Şimdi bu olumsuz duygular eşine yöneliyor.
SUÇLU MUSUNUZ?
* Demek sevmeye vakti olmadı.
- Olmadı hocam, kendi dertleriyle o kadar meşguldü ki bizim o zaman ne hissettiğimizi hiç anlamadı. Bizi yedirdi, içirdi, en iyi şekilde giydirdi kuşattı ama zihninde bize hiç yer yoktu. Eşim de öyle... Bize çok iyi bakıyor ama bizi görmeye, bizimle vakit geçirmeye, bizi sevmeye vakti yok. Böyle yorgun ve mutsuz annelerin çocukları ve eşi mutlu olabilir mi?
* Bunun cevabını sen ver istersen.
- Eşime kızsam kızamıyorum. Sizin için yoruluyorum diyor bana. Bırak diyorum, bizim için yorulma ama bize vakit ayır, bizimle konuş, birlikte gülelim, birlikte film seyredelim, birlikte gezelim... Sanki mutlu olmaya korkuyor. İnanın onu üzecek hiçbir sorunumuz yok ve ben artık bunlara dayanamıyorum. İşim nedeniyle altı ay süreyle yurtdışına gittim. Aslına bakarsanız oraya gitmek evden kaçmanın bir yoluydu benim için. Hem kaçtım hem de onları öylece yüz üstü bıraktım diye çok suçladım kendimi.
Tıpkı 18 yaşındayken dedesinin evine kaçtığı gibi bu sefer de kendi evinden kaçmış. Hem kaçıyor hem de çok suçluyor kendini.
* 18 yaşındayken de aynı şeyi yapmışsınız. Hem gitmiş hem de kendinizi çok suçlamışsınız. Gerçekten suçlu musunuz?
- Mantıklı düşündüğünüzde suçlu değilim. Doğduğum evden kaçana kadar intihar etmeyi düşündüğüm günler bile olmuştu. Anne babalar çocuklarını bazen hiç görmüyor, onların ne hissettiğini hiç anlamıyorlar. Düşünsenize, onların biri annem, biri de babam... Bizi koruyup kollayacak, sevecek başka kimse yok ki... Ve ikisi de kendini sonuna kadar haklı görüyor. İkisi de biz çocukların taraf olmasını istiyorlar.
ÇOCUKLARI ZORLAMAYIN
En sık yapılan yanlışlardan biri de budur, çocukları taraf olmaya zorlamak. Bu yarışta daha çok anneler galip gelir ama böyle yaparak o çocukları en ince yerlerinden yaraladıklarını bilmezler.
Sevilmemiş, üstelik ebeveynlerin mutsuzluğunda kendi payları varmış gibi hisseden, hiç günahı yokken kendini suçlayan çocukların daha sonra kendilerine mutlu bir hayat kurmaları hiç de kolay olmuyor.
Büyük yazar Tolstoy bir sözünde, “Mutlu aileler birbirine benzerler ama her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” diyor.
Emre’yle daha sonraki günlerde de uzun uzun konuşuyoruz. Suçluluk duygularından arınınca hayatıyla ilgili daha kararlı davranmaya başlıyor. Kararlılık sorunların çözümünde her zaman işe yarar.
SEVGİYLE KALIN
Sizler de bana gb@madalyonklinik.com adresinden ulaşabilirsiniz. Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın, sevgiyle kalın.
Paylaş