Doğan Uluç

24 Nisan’ı dışlayalım mı?

30 Nisan 2006
Dışişleri Bakanlığımız, sözde soykırımı tanıyanlara yönelik ciddi bir kampanya ile bunca mensubunu yitirdiği sorunda tek çözümün bilimsel müzakereler olduğuna ülkeleri ikna etmeli. Ankara’nın böyle bir niyeti yoksa 24 Nisan’ı tümüyle dışlayıp görmezlikten gelelim. Türkiye’yi suçlayan toplantılarda konuşturulmayan birkaç eski diplomat ve tarihçimizle, derneklerin cılız protesto gösterileri altında sözde soykırımın tek taraflı iddialar çizgisinde yükselmesine alet olmayalım.

Nisan, ilkbaharın müjdecisi, eriklerin çiçek açtığı, romantik bir ay. Ama anavatan dışındaki Türkler için değil. Nedeni ise diasporadaki Ermenilerin gözünde nisan, Türkiye’yi karalama ayı. Çeşitli ülkelerde sözde Ermeni soykırımının anma günü belirledikleri 24 Nisan’da, Türkiye aleyhine kiliselerde toplantılar, cadde-sokaklarda protesto mitingleri düzenleyip Türkleri toplu kıyımla suçluyorlar.

*

Amerika’daki Ermeniler, bu yıl erken davrandılar, mart sonunda konuyu ilk kez bir konferansla uluslararası siyasetin merkezi Birleşmiş Milletler’e taşıdılar. Ermeni ve Ruanda misyonları himayesinde düzenlenen ’Soykırım: O Zaman ve Şimdi’ başlıklı konferansta, Zoryan Enstitüsü Direktörü Vahak Dadrian, 1915 yılında 1.5 milyon Ermeni’nin ölümüne sebep olduğunu iddia ederek Osmanlı yönetimini şiddetle suçladı. Konferansa son anda katılan tarihçi Prof. Türkkaya Ataöv birkaç kez susturulmak istenmesine rağmen Dadrian’ı ’gerçeklere sırt çevirmek ve tarihi saptırmakla’ eleştirdi.

Columbia Üniversitesi’nde, Üniversitelerarası Türk Öğrenci Birliği’nin düzenlediği ’Osmanlı İmparatorluğu’nda Azınlıklar’ isimli bir konferansta emekli büyükelçiler Gündüz Aktan ve Ömer Lütem ülke güvenliği nedeniyle tehcir (yer değiştirme) sırasında koşulların üzücü olaylara sebep olduğunu ifade etmekle beraber Ermenilerin katlettiği Müslüman ve Türklerin sayısının da gözönüne alınması gerektiğini, konunun soykırım kapsamına girmediğini belgelerle ortaya koydular.

Nisanın son haftasında Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu, New York’un tiyatro kesimi Broadway’de ’Ermeni Yalanlarına Son’ adı altında bir protesto gösterisi sergilediler. 1915 döneminde Ermeni çetelerinin Doğu Anadolu’da Türkleri katlettiğini gösteren belgesel filmlerin görüntüleri dev bir ekranda izlenirken New York’un en yoğun insan trafiğinin yaşandığı kesimde gelip-geçenlere bildiri ve kitapçıklar dağıttılar.

New York’ta yaşayan Ermeniler, 24 Nisan’da anma gününü kiliselere çekerken Washington’da Türkiye Büyükelçiliği, Los Angeles’ta başkonsolosluk binaları önünde Türklük aleyhine mesajlar içeren posterlerle gösteriler yaptılar. ABD başkentinde izci kıyafetleri içinde Ermeni çocuklarının da katıldığı gösteriye, Türk ve Azerilerden oluşan bir grup da karşı protesto sergiledi.

Her yıl nisan ayında Ermenilerin atak, Türklerin savunmasıyla geçen bu gösterilerin sözde soykırım iddialarına ne şekilde hizmet ettiğini kestirmek kolay değil.

*

Bazı Ermenilerde, Türklere karşı tarihi bir öfke ve bunun ötesinde nefret duygusu var. Bunu ilk kez Londra muhabirliğim sırasında müşahede ettim.

Sözde soykırımın 50’nci yıldönümünde bir kilise toplantısını takiben dışarıda fotoğraf çekerken Türk olduğumu öğrenen yaşlı Ermeniler, "Kars, Van, Erzurum, Ardahan bizim, geri vereceksiniz" diyerek yakama sarıldılar, tartaklamaya çalıştılar. Ellerinden güç kurtuldum.

Amerika’da Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Güler ve yardımcısı Bahadır Demir’in, sonradan Kemal Arıkan’ın şehit olduğu cinayetleri takip ettim.

İki konsolosumuzu katleden Gourgen Yanikian’la cezaevinde görüştüm.

Arıkan’ı öldüren Sasunyan’ın mahkemesini izlerken kamuflaj giyimli militanları, güpegündüz sokak ortasında kameramı gasp ettiler.

1970’lerde kurulan Ermeni terör örgütü Asala, Türkiye dışında 70’i aşkın diplomat ve resmi görevliyi şehit ettiği gibi Atatürk Havalimanı, Paris’te Orly Havaalanı’nda THY ofisini, İstanbul’da Kapalıçarşı’da bombalı saldırılarda masum insanları katlettiler.

*

Bu yıl, sözde Ermeni soykırımının 91’inci yıldönümü. Ermeni toplumları içinde 1915 olaylarını yaşamış olanların sayısı giderek azalıyor. Ama Türkiye’ye, Türklüğe yönelik militan politika, Washington’da izci çocukların da yer almasından görüldüğü gibi genç kuşaklara aşılanmaya çalışılıyor.

Türkiye, Ermeni sorununda hálá pasif. Konuyu bilimsel ortama çekemiyoruz. 1990’lı yılların başında ünlü tarih profesörleri Bernard Lewis, Justin McCarthy, Guenter Lewy ve Stanford Shaw dahil 69 bilim adamı ve araştırmacının sözde soykırımı yalanlayan belgelerini dünya kamuoyuna sunarak Ermeni iddialarının karşısına çıkmayı da başaramadık.

Avrupa, Güney Amerika, Uzakdoğu’nun bazı ülke parlamentoları yoğun baskı karşısında sözde Ermeni soykırımını tanıdı, birkaç yerde soykırım anıtı dikildi.

ABD’de on kadar kent belediyesi, 24 Nisan’ı anma günü ilan etti. Belediyeler şöyle dursun, parlamentoların tartışmalı bir soykırımı tanıma yetkisi var mı? Bize kalırsa yok.

Ermenilerin tüm uğraşına rağmen Birleşmiş Milletler ise, sözde soykırımı gündemine almaya gerek görmedi.

*

Bu konunun haritada Ermenistan’ın yerini dahi gösteremeyecek politikacılar yerine tarihçilere, araştırmacı uzmanlara bırakılması ve arşivlerin elenerek soykırım iddiaları ile Türkiye’nin görüşlerinin müzakere masasına yatırılıp bir yüzyıl öncesinde olup-bitenlerin gerçek çehresiyle ortaya çıkarılması lazım.

Dışişleri Bakanlığımız, sözde soykırımı tanıyanlara yönelik ciddi bir kampanya ile bunca mensubunu yitirdiği sorunda tek çözümün bilimsel müzakereler olduğuna ülkeleri ikna etmeli. Ankara’nın böyle bir niyeti yoksa 24 Nisan’ı tümüyle dışlayıp görmezlikten gelelim.

Türkiye’yi suçlayan toplantılarda konuşturulmayan birkaç eski diplomat ve tarihçimizle, derneklerin cılız protesto gösterileri altında sözde soykırımın tek taraflı iddialar çizgisinde yükselmesine alet olmayalım.
Yazının Devamını Oku

İki kaş arası beş kurşun

23 Nisan 2006
1970’li yılların başı. New York’un zengin ailelerine mensup gençler, lise mezuniyet partisinde eğlenirken yüzleri maskeli beş soyguncunun baskınına uğruyor. Pahalı saatler, altın kolyeler, toplanırken genç bir kız yakasına takılı broşu gösterip "Büyükannemin evlilik takısı bu, lütfen bende kalsın" deyince soygunculardan biri takıyı söküp alıyor. Genç kızın erkek arkadaşı karşı çıkıyor. Soyguncu, taşıdığı silahın kabzasıyla delikanlının başına vurunca oluk gibi kan akmaya başlıyor. Ufak yapılı genci, "Bunun cezasını çekersiniz" demesi üzerine yumruklayıp, tekmeliyor, sonra da gidiyorlar.

Kan kaybından komaya giren genç, hastaneye kaldırılıyor. Sabahın erken saatinde bıçkın görünüşlü bir grupla yoğun bakıma gelen Carlo Gambino, cam arkasından ağzında oksijen maskesi, kollarına kablolar takılı komadaki yeğenini bir süre izliyor. Sonra yanı başındaki iri kıyım adama dönüp "Bulun bunları" emrini veriyor.

New York Post’un polis muhabiri Kerney, anılarında olayın devamını anlatıyor: "Dört yıl içinde Montreal, San Francisco, Chicago, San Jose ve Mexico City’de beş cinayette ölenlerin iki kaş arasından kurşunlandığını tespit ettim. 25-30 yaşlarında hafif suçlardan sabıkalı kişilerdi öldürülenler. Uyuşturucu işinde olduklarını sandım ama polis kaynaklarım ’mafya infazı’ dedi. Soyguncular, komaya soktukları gencin Gambino’nun yeğeni olduğunu öğrenince çil yavrusu gibi dağılmış. Ama mafya babasının gadrinden kurtulamadılar aradan yıllar geçmesine rağmen."

*

1800’lü yıllarda Sicilya’da tohumları atılan, aynı yüzyıl sonunda İtalyan göçüyle Amerika’ya sıçrayan gangsterler, New York’tan Chicago’ya her yere yayıldılar. 1920-1933 yıllarında içki yasağı uygulanırken ’mafya’ adı altında güçlerini pekiştirdiler. İnşaat, gıda dağıtımı, rıhtımlarda gemilere hizmet, kumarhane, eğlence merkezleri, lokanta ve kulüp sektörlerinde işverenleri haraca keserek yasadışı otorite haline geldiler.

New York şehri, beş ailenin, Gambino, Genovese, Bonano, Colombo ve Luchese’lerin kontrolüne girdi. Yasadışı yıllık gelir toplamı milyarlarca doları aştı. Yeraltı dünyasına hükmeden İtalyan gangsterler, kitap ve filmlere konu olurken Al Capone, Lucky Luciano gibi mafya ’baba’ları efsanevi konuma yükseldiler. Godfather (Baba) ile ünlü aktör Marlon Brando, Don Corleone rolüyle Oscar ödülüne layık görüldü.

Ama mafya, artık eski mafya değil. Federal polis FBI’ın ele geçirdiği tetikçiler, ömür boyu hapis cezasından kurtulmak için savcılarla pazarlık yaparak ’ötmeye’ başladılar. İtirafları, düzinelerce babanın ve onların yakın kadrolarının tevkifine yol açtı. New York’a hükmeden beş aile, içten içe erimeye başladı.

Geçen hafta İtalyan mafyasında Babaların Babası diye tanınan Bernardo Provenzano’nun 43 yıl kaçak yaşadığı Sicilya’nın Corleone İlçesi’nde yakalanması üzerine bir İtalyan meslektaşıma "Nasıl oldu bu iş?" diye sordum. "Acımasız bir Baba idi Provenzano. Masum insanların ölümüne sebep oldu, ufak esnafı dahi haraca bağladı. Cezaevine götürülürken Sicilyalılar jandarmalara alkış tuttular" yanıtını verdi.

*

New York mafyası da eski gücünü büyük ölçüde yitirdi. Sayısız kahramanlık ödülü almış New York’lu iki dedektif Louis Eppolito ile Stephen Caracappa, Luchese Ailesi hesabına sekiz kişiyi öldürdükleri tespit edilince ömür boyu hapse mahkum oldular.

Emekli olduktan sonra cürüm yoldaşı Caracappa ile Las Vegas’a yerleşen, gangster filmlerinde ufak rollere çıkan Eppolito, yazdığı "Youngstown’da Cinayet" adlı senaryoyu Hollywood’a satmaya çalışıyordu. Prodüktör kimliğine girmiş FBI ajanlarıyla görüşmelerinde kendisini maaşa bağlayan Lucheseler hakkında bilgi verirken suç unsuru açıklamalarda bulunması üzerine tutuklanarak New York’a getirildi. Caracappa’nın avukatı Ed Hayes "Bu ülkede insanları hiçbir şey, filmlerde görünme isteği kadar zarara sokmadı" diye konuştu.

Birkaç gün önce gazetelerde, Gambino Ailesi’nin Baba’sı John Gotti’nin cezaevinde çekilen resmini görünce tanıyamadım. Son 20 yılın en ünlü mafya lideri Gotti’nin portre fotoğrafında, alnındaki derin yara dikkatimi çekti.

İlişik haberde, Gambino Lideri’nin azılı katillerin dahi korktuğu Aryan Brotherhood adlı çetenin hapisteki lideri ’Baron’ lakaplı Miller’la bir anlaşma yaptığı yazıyordu.

Buna göre Gotti, cezaevinde güvenliğinin sağlanması karşılığında, önce, Miller’ın hálá görülen cinayet davasında savunmasını üstlenecek bir avukat bulacağını vaat ediyor. Ama mafya babası sözünü tutmayınca, Baron’un direktifi üzerine Gotti saldırıya uğrayıp dövülüyor, alnında derin bir çukur açılıyor. Akabinde Gotti Ailesi, Aryan Brotherhood’un liderine yüklüce nakit para ödeyerek Baba’nın korunması sağlıyor.

Güçlü yıllarında dedikodu sayfalarında kendinden bahsedilmemesine özen gösteren Gotti, Aryan Çetesi’nin koruması altında yaşadığı cezaevinde kanserden öldükten sonra tek oğlu John Gotti Jr. "Eski dönem bitti. Artık meşru yoldan hayatını kazanan bir işadamıyım" diye açıklamada bulunarak New York mafyasının sonunun geldiğine işaret etti.
Yazının Devamını Oku

İlk anchorwoman’a 15 milyon dolar

16 Nisan 2006

Alet, tıkanmış lavabo borusu açan, kolayca eğilip bükülen çubuğa benziyor. Ucunda ışıklı bir kamera var. Ekrana taşınan görüntüler iç açıcı değil, hem de henüz sabah kahvemi yudumlamadan.

Kolonoskop denilen uzun çubuk, bağırsak turuna çıkmış. Karın nahiyesinde cidarı kırmızı, bağırsak tünellerinde ilerliyor. Arada bir tümsek aşıyor, dönemece rastlayınca esnekleşip yol değiştiriyor.

Ekrana bu kez Katie Couric geliyor. NBC’nin sempatik sunucusu Katie, milyonlarca kişi gibi minyatür kameranın bağırsaklarda dolaşımını seyrediyor. Aradaki tek fark, kadın sunucu ameliyat masasında yan gelmiş yatıyor, kötü tümör arayışındaki kolonoskop aleti kendi bağırsaklarında dolaşıyor. Genç yaştaki kocasını bağırsak kanserinden kaybeden Katie Couric, en yaygın kanser türünün erken teşhis sayesinde önlenebileceğini kanıtlamak için alışılmadık bir şov ile kolonoskopisini ekranlara taşıyor.

*

Yazının Devamını Oku

Kaçaklar olmasa hayat durur

9 Nisan 2006
Lehte-aleyhte görüşlere rağmen durumun boyutları büyük. Amerika’da 12 milyon civarında kaçak var. Resmi kayıtlara göre 2000 yılından bu yana her yıl 850 bin civarında kaçak göçmen giriyor. 148 milyon insanın çalıştığı Amerika’da kaçak işçi oranı yüzde 10 civarında. Bush yönetiminin yasadışı göçmenler için hazırladığı kanun tasarısı kongrede görüşülürken New York’tan California’ya Amerika’nın çeşitli bölgelerinde protesto gösterileri yapıldı.

Önden, arkadan eve bakıyorum. Wilma Kasırgası kasıp kavurmuş. Fırtına kepenkleri çerçevelerinden sökmüş, ince tel perdeler çoktan uçup gitmiş. Damda kiremitler kırık, iki dev palmiye, bir mango ile ilk ürününün tadına bakamadığımız portakal ağacı boylu boyunca çimenler üstünde. Hüzün çöküyor yüreğime.

İnşaat tamircisi Artie Bower, içimdeki fırtınadan habersiz, not defterine rakamlar düşerken bilgi veriyor: "Kiremitler eski imalat. Bu tip artık üretilmiyor. Tümüyle yenilemek gerek."

Kaça mal olacak? "Kiremit başına 16 dolar, işçilik için de 16 dolar." Damda bini aşkın kiremit var, malzeme ve işçilik için 32 dolardan ev parası kadar tutacak. Sıra kepenklerde.

Artie, "Size güneş kesici kepenk takmışlar, oysa fırtınaya dayanıklı kepenge ihtiyacınız var" diyor. Ne kadar? "13 bin 500 dolar."

Evet veya hayır demem için iki hafta mühlet veriyor. Tamiratı Artie’nin şirketine verdiğim takdirde işe ancak altı ay sonra, eylül sonunda başlayacaklarmış. Niye? "Kasırga tüm Florida’yı vurdu. Sadece bu bölgede üstlendiğimiz tamiratlar 2007 sonunda bitecek. Taleplere yanıt vermekte zorlanıyoruz. Amerikalı işçi bulamadığımız için de fiyatlar yükseldi."

Peki ya göçmen işçiler? "Onlar kaba inşaatta çalışıyor. Dam ve kepenk tamirleri için kalifiye işçi gerek. Yasadışı göçmenleri yetiştirmeye gayret ediyoruz. Ekonomimiz için bu göçmen sorunun çözüme ulaşması şart."

*

Yasadışı denilen ’kaçak göçmenler’ yalnızca Florida değil tüm ülke için ciddi bir sorun.

Florida dünyanın bir numaralı turizm merkezi. Her yıl yerli-yabancı 80 milyona yakın ziyaretçiyi ağırlıyor. Kış ortasında yaz mevsiminin yaşandığı, 2 bin km’ye yayılan sahiller boyunca plajlarda güneşlenme, balık avlama, tekne gezintileri ve hoşça vakit geçirme için Disney World’e gelenlerin harcamaları 50 milyar doların üstünde. Bu bağlamda karşımıza kaçak göçmenler çıkıyor. Çoğunluğu Meksika, Karayipler, Haiti, Küba, Jamaika olmak üzere Kolombiya, Nikaragua, Venezüela, Honduras’dan Amerika’ya yasadışı girenler, Florida, California, Texas, New York gibi kentlerde tarım, balıkçılık, gıda, çiftlik, inşaat, temizlik ve turizm gibi sektörlerin istihdam ihtiyacında büyük ölçüde etkili oluyor.

Amerikan halkının yarısına yakın kısmı ’kaçaklar’a karşı. Ülkede yüzde 6 civarındakı işsizliğe yasadışı göçmenlerin sebep olduğunu söylüyorlar. Diğerleri, "Kaçaklar olmazsa sosyal düzen tehlikeye girer, hizmet sektörü, gıda ve turizm sanayiinde kriz başgösterir, ekonomi sarsılır. Amerikalılar’ın yanaşmadığı işleri onlar yapıyorlar. Kar-kış demeden inşaatlarda malzeme taşıyan, tuğla ören, tarlada kızgın güneş altında sebze-meyve toplayan, hayvancılık sektöründe kesim yapan, balık filolarında, imalat, ulaşım, otel ve lokanta sanayiinde saati 7-8 dolara asgari ücretle çalışacak Amerikalı bulabilir misiniz? Gençlerimiz bu işleri yapmak için 30-40 doların üstünde yevmiye istiyor. Patronlar, kár oranları düşecek diye bu çapta para ödemeye razı değil" diye karşı tezi savunuyor.

California’da sebze üreten bir şirket, işçi bulma kurumuna başvurup çiftliklerde marul ve brokoli toplamak üzere saati 9 dolardan 300 işçi aradığını bildirdi. Yalnızca bir Amerikalı talip çıktı ancak ertesi gün işbaşı yapmaya gelmedi. Şirket aynı gün 300 kaçak Meksikalı’yı işe aldı.

*

Lehte-aleyhte görüşlere rağmen durumun boyutları büyük. Amerika’da 12 milyon civarında kaçak var. Resmi kayıtlara göre 2000 yılından bu yana her yıl 850 bin civarında kaçak göçmen giriyor. 148 milyon insanın çalıştığı Amerika’da kaçak işçi oranı yüzde 10 civarında. Bush yönetiminin yasadışı göçmenler için hazırladığı kanun tasarısı kongrede görüşülürken New York’tan California’ya Amerika’nın çeşitli bölgelerinde protesto gösterileri yapıldı.

Temsilciler Meclisi’nde aralık ayında kabul edilen ağır koşullu göçmen yasasını proteso için iki hafta önce 500 bin kişi sokaklara döküldü. Kongrede azınlıktaki demokratlar "12 milyon kaçak göçmeni bugün sınırdışı etsek Amerika’da hayat durur" diyerek kaçakların statüsünü yasallaştırma eğilimindeler.

Amerikalılar’ın da katıldığı protesto yürüyüş ve mitinglerinde kaçak göçmenlerin sözcüleri "Terörist değiliz, asgari ücretin altında çalışıyor gene de vergilerimizi ödüyoruz. Oturma ve çalışma izni istiyoruz. Amerikalılar’a sağladığınız hakları bize de tanıyın" içerikli konuşmalar yaptılar.

Dikkati çeken önemli bir husus da protesto yürüyüşlerinde bayrak yakma, anarşist slogan atma olmadığı gibi olaylar da çıkmadı. Boğaz tokluğuna çalışan kaçaklar tatminkár olmasa dahi ekmek veren eli ısırmaya yanaşmadılar.
Yazının Devamını Oku

Siparişle süper bebek

2 Nisan 2006
Sperm bankasının bir aşılama için çıkardığı fatura 200-400 dolar, postalama için 100 dolar, ayrıca donör ücreti 100 dolar. Donörler, genellikle paraya ihtiyacı olan kolej öğrencileri. Bankalar, donör spermlerini altı ay karantinada tutarak HIV ve benzeri hastalık testi uyguluyor. Müstakbel annelere donörün kimliği açıklanmıyor. Cryobank’ın gözde donörü, Alman kökenli bir halterci. Halterci sperminden şimdiye kadar dördü ikiz, 21 çocuk dünyaya gelmiş.

Kıvırcık saçlı barmen, sabunlu sudan çıkardığı bira bardaklarını duruluyor. "İşler nasıl?" diyorum. "Şikayetçi değiliz, görüyorsun."

Masalara göz atıyorum, boş yer yok. Çoğunluğu genç kadınlar, gruplar halinde.

SoHo barları, bildim bileli dolu her zaman. Kaldırım karşısında adı ürkütücü Crime Scene. Müşteriler dışarı taşmış. Birkaç sokak ötede basını günlerdir meşgul eden The Falls. İki hafta önce hukuk öğrencisi Imette Saint-Guillen’i öldürmeyle suçlanan koruma görevlisi Darryl’nin çalıştığı bar. Önü kalabalık, beklemeye yanaşmadık.

Bar müdavimlerini cinsiyete göre hesaplasak kadınlar ağır basacak. Single denilen bekarlar ise başta geliyor. Ne arıyorlar barlarda derseniz yanıt tek kelime: Erkek. Bir gecelik, bir mevsimlik veya hayat paylaşacak erkek arıyorlar.

*

Bekar kadınlar için New York güç bir kent, zira kadın nüfusu daha fazla. Koca bulmak kolay değil. Tanıdığım bir dekoratör hanım, 40’ın üstü kadınların çocuk sahibi olmalarına yardım edecek erkek aradıklarını söylüyor. Nasıl olacak bu? "Evlenip, aile kurmak istiyorlar. Oysa karşılaştıkları erkekler seks peşinde. Ciddi ilişkiye yanaşmıyorlar. Maddi durumları iyi kadınlar annelik zevkini tatmin için tanıştıkları erkeklere ’sperm’ vermesi teklifinde bulunuyorlar. Evleneceği erkeği bulamayan bir arkadaşım bu yöntemle hamile kalıp kız çocuk doğurdu."

Sperm donörü erkeğin baba sorumluluğu yok mu diye soruyorum. "Sorumluluk istese zaten evlenecek. Genelde tanıdıklar arasında oluyor bu iş. Erkek, kadın arkadaşına yardım için razı oluyor cinsel temasa girmeden donör olmaya."

Konu, ciddi bir sosyal bir sorun. Annelik kutsal bir görev. Ama evlilikdışı doğan çocuk "Babam kim, nerede?" derse annesi ne cevap verecek? Yetişme yıllarında bunalıma girmeyecek mi? Baba arayışına çıkmayacak mı? Dekoratör hanımın yanıtları yeterli olmadı.

Araştırmaya koyuluyorum, karşıma Amerika’da sessiz sedasız yayılıp gelişen ’ısmarlama bebekler’ sektörü çıkıyor. Bu yöntemde baba, sperm taşıyan minik tüp içinde.

*

Donör spermiyle kadınların hamile kalması 1884’e uzanıyor. Philadelphia’da Jefferson Tıp Fakültesi Profesörü Dr. William Pancoast, kocası kısır olan bir hastasının çocuk sahibi olması için sınıfta en yakışıklı öğrencisinin spermini alıp hastasına aşılıyor. Tıbbi prosedürden habersiz kadın, hamile kalıp doğum yapıyor.

Akabinde sistem diğer fakültelere yayılıyor. Öğrencilerin yanısıra hocalar da donör olarak kendi spermlerini hastalara aşılıyorlar. Görülen rağbet üzerine yöntem gelişirken ’sperm bankaları’ kurulmaya başlanıyor.

1970’lerde milyoner mucit Robert Graham, ’süper bebek’ doğumu sağlamak amacıyla ’Nobel Ödüllülerin Sperm Bankası’nı kuruyor. Graham’ın başvurduğu Nobel ödüllülerden sperm gelmemesine rağmen diğer donörler sayesinde 200 kısır çift çocuk sahibi oluyor.

Son 40 yılda bu sektör önemli aşama gösteriyor. California’da Cryobank başta olmak üzere düzinelerce sperm bankası on binlerce çocuğun doğumuna yardım ediyor.

*

Son yıllarda ’ısmarlama bebek’ sektörü, tıbbi yöntemlerle yürütülüyor. Çocuğun vücut yapısı, sağlığı, dış görünüşünü titizlikle hesaplayan kadınlar sperm bankasına "Donör asgari 1.75 cm boyunda, sarışın, beyaz ırktan, benimle aynı kan grubundan olmalı. Saçları dökülmemiş, gözlük kullanmamalı" şeklinde siparişler veriyorlar. Banka da, bilgisayar kayıtlarında isteğe uygun donör seçerek nitrojen içinde dondurulmuş spermleri gönderiyor.

Tüp içindeki spermleri jinekolog doktor annelik peşindeki kadının rahmine aşılıyor. Aşılama üç dakika sürüyor. Hamilelik tespiti için iki hafta bekleniyor. Kadının hamile kalması için bazı hallerde 10 kez aşılama yapılması gerekiyor.

*

Sperm bankasının bir aşılama için çıkardığı fatura 200-400 dolar, postalama için 100 dolar, ayrıca donör ücreti 100 dolar.

Donörler, genellikle paraya ihtiyacı olan kolej öğrencileri.

Bankalar, donör spermlerini altı ay karantinada tutarak HIV ve benzeri hastalık testi uyguluyor. Müstakbel annelere donörün kimliği açıklanmıyor.

Cryobank’ın gözde donörü, Alman kökenli bir halterci. Halterci sperminden şimdiye kadar dördü ikiz, 21 çocuk dünyaya gelmiş.

Sperm aşılamasıyla çocuk sahibi olanlar arasında eşcinsel kadınlar, aynı donörden ikinci kez hamile kalanlar da var. Bu yöntemle anne olan bir kadın "Çocuk doğurmak için on yılda 100 erkekle birlikte oldum. Hiçbiri evlenmeye yanaşmadı. Sonunda sperm bankasını denedim. Şimdi iki yaşında bir kız çocuğum var. Artık erkek peşinde koşmuyorum. Çocuğumun babasının kim olduğunu bilmiyorum. Ama evlilikler yüzde 40 boşanmayla sonuçlanıyor. Çocuklar bunalıma giriyor. Ben ve kızımın bu sorunu yok" diyor.
Yazının Devamını Oku

Köşe dönme şansı 14 milyonda bir

27 Mart 2006
Bu ülkede şimdiye kadar talih oyunları, Kazı-Kazan kartları, piyango bileti aldığımı hiç hatırlamıyorum. İlkin numaraların nasıl doldurulduğunu bilmiyorum. Ayrıca kazanma şansımın imkansızlığına inanıyorum. Hele bir dergide Mega Milyon’u bulma şansının 13 milyon 983 bin 316’da bir olduğunu öğrendikten sonra... Matematik hesapla kişinin büyük ikramiyeyi kazanması için 289 bin yıl süreyle bilet alması gerekiyormuş. Ama gel bunu her gün, her hafta değişik lotaryalara para döken Amerikalılara anlat.

Gazete bayimin önünde çift çatallı insan kuyruğu. Sabahın böyle erken saatine tezat bir kalabalık bu. Raflardan gazetelerimi toplayıp kasaya yöneliyorum. Uzun kuyruğun önündeki adam "23, 26, 35..." diye rakamları sıralıyor. Duraklayıp gözlerini kapıyor, "44, doğum tarihim." Bayimin eşi elektronik kayıt makinesine numaraları işliyor. "Tamam" diyorum içimden, "Mega Milyon" çekilişi olmalı bu hafta.

Gözüm bu kez duvarda asılı kartlara takılıyor. Kartpostal boyunda en azından iki düzine farklı desen, resimlerle işlenmiş, rengarenk talih oyunları. "Şans kapınızda", "Şipşak Milyoner", "Büyük Fırsat" gibi tanımlamalar var. Birinde King Kong resmi. Ağzı açık gorilin gövdesi üzerine "En Büyük bu. Sekiz milyon dolar" yazılı. Gazetelerimin parasını öderken kartları işaret edip bayime soruyorum: "Hangisini alayım?" King Kong’un yanındaki kartı işaret ediyor: "Seçtiklerin çıkarsa hayat boyunca haftada 10 bin dolar ödenecek sana."

*

Ya çıkarsa?

İşte bu iki kelime milyonlarca insanın düşlerine giren Amerikan Rüyası’nın kapılarını açacak anahtar.

Amerikalılar, "Kazı-Kazan" türünde talih kartları, Loto, Toto gibi piyangolarla şans avcılığına çıkarak refahlı yaşama ulaşmaya çalışıyorlar. Yalnızca Amerikalılar mı? Yeni Dünya’dan Uzakdoğu’ya yerkürede yüzlerce milyon insan anında şans denemesi yapılan kartlar ve lotaryalarla ekonomik çizgisini zirveye çıkarma çabasında.

Bulgaristan’da bunun adı Toto.

Portekiz
’de Lotario Tradicional.

Japonya
’da Takarakuji.

Almanya
’da Super 6, Spiel 77.

İskandinav
ülkelerinde Lotto.

İtalya
’da Superenalotto.

Fransa ise öncüsü bu işin. Kral I. Francis döneminde 1505 yılında başlamış, ilk çekilişten sonra iki asır boyunca yasaklanmış.

Amerika’da ulusal piyango sistemi yok. Çeşitli eyaletlerde Hot Lotto, Wild Card, Big Game adlı talih oyunlarına ilaveten 9 eyaletin oluşturduğu Powerball daha sonra Mega Milyon’a dönüşmüş. Geçen yılın şubatındaki çekilişte Nebraska’da et kesiminde çalışan 8 işçinin ortaklaşa aldığı bilete isabet eden 365 milyon dolar, piyango ikramiyesinde rekor sayılıyor.

*

Bu ülkede şimdiye kadar talih oyunları, Kazı-Kazan kartları, piyango bileti aldığımı hiç hatırlamıyorum. İlkin numaraların nasıl doldurulduğunu bilmiyorum. Ayrıca kazanma şansımın imkansızlığına inanıyorum. Hele bir dergide Mega Milyon’u bulma şansının 13 milyon 983 bin 316’da bir olduğunu öğrendikten sonra...

Matematik hesapla kişinin büyük ikramiyeyi kazanması için 289 bin yıl süreyle bilet alması gerekiyormuş. Ama gel bunu her gün, her hafta değişik lotaryalara para döken Amerikalılara anlat.

Connecticut Sorunlu Kumar Konseyi’nin yaptığı araştırmaya göre yılda 35 bin dolar altında geliri olan Amerikalıların sene boyunca şans-talih kartları ve diğer kumar oyunlarında kaybettikleri meblağ 21 bin 500 dolar. Hayat boyunca harcamaları ise 115 bin dolar. Normal ihtiyaçlarının karşılığını ödemekte zorlandıkları için alacaklıların kapılarını aşındırması da bu yüzden.

*

Talih kartları, Kazı-Kazan, piyangolar ile casino denilen kumarhaneler, spor oyunları, at yarışlarında müşterek bahislerde dönen para göz önüne getirildiğinde kumar, ortaya dünyanın en büyük sektörü olarak çıkıyor. Dünyanın dört bir köşesine yayılmış değişik kumar oyunlarında dönen meblağ yılda 1.6 trilyon dolar.

Kanada ile birlikte Amerika’da kumara harcanan para 500 milyar dolar. Avrupa kıtası 440 milyar dolar, Asya ve Ortadoğu 430 milyar dolar ile Amerika’yı takip ediyor.

Bazı ülkeler, turizm gelirlerini artırmak için özel sektör ve yatırımcılara kumarhane işletme izni veriyorlar. Çin’in Macausu’nda casinoların yıllık geliri şimdiden Las Vegas kumarhane zincirini sollamış halde. Moskova’da haftanın her günü yeni bir kumarhane açılıyor.

İnsanların kumar düşkünlüğü, bilgisayarlarda kumar oyunlarının yayılmasına da yol açtı. İnternette yalnızca poker sitelerinin 2000 yılında sağladığı 20 milyon doların bu yıl 4 milyar doları aşması bekleniyor.

*

Kumar, hemen her toplumda, virüs mikrobu gibi yaş, meslek, eğitim farkı gözetmeksizin yayılıyor. Çoğunlukla zengin, lüks içinde yaşama erişme çabasındaki dar ve orta gelirliler ve bunların yanı sıra heyecan peşinde olan varlıklı, iyi eğitim görmüş erkek ve kadınlar kumarda büyük meblağlar harcıyorlar.

ABD Başkanı George H.W. Bush’un eğitim bakanı, milyoner William Bennett, birkaç yıl önce televizyonda kumar tutkusunun kendisine yılda bir milyon dolara mal olduğunu, bu yüzden bakanlıktan istifa ettiğini açıkladı.
Yazının Devamını Oku

Genç kuşaklara kin-nefret aşılamayın

19 Mart 2006
Hücre kapısı dışarıdan otomatik levyenin çekilmesiyle açıldı. Cezaevi müdürü, ziyaretçi odası yerine hücrede görüşeceğimizi söylemişti. Gourgen Yanikian’ı getiren iki gardiyan dışarı çıkınca levye geri çekildi. Yanikian’la ayakta karşı karşıyayız. Aramızda bir masa, iki iskemle. Tokalaşmaya niyetli değilim. Bir süre süzdü beni. Sonra konuşmaya başladı:

"Ermeni ve Amerikalı gazeteciler röportaj isteğinde bulundular. Kabul etmedim. Buluştuğum ilk gazeteci sensin. Biliyor musun niye?"

Cevabımı beklemeden kendi sorusunu yanıtladı: "Yazılarını bana getirdiler. Olayı en iyi sen anlatmışsın. ’Bizden biri’ diyerek talebine olumlu cevap verdim."

Yanikian, 27 Ocak 1973’te Santa Barbara’daki villasına öğle yemeğine davet ettiği Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir’i öldüren kişi. Yanıtım kısa: "Ailemde Ermeni yok. Cinayetlerinizi de kınıyorum."

*

Meslek hayatımda karşılaştığım katil, terörist, ağır suçlular arasında görüşürken tedirgin olduğum tek kişi Gourgen Yanikian. Oldukça iri siyah gözleri, 78 yaşına rağmen cüsseli bedeniyle Kızılderili lideri "Sitting Bull"u andırıyor.

Demir parmaklı hücrede, konuşmamızda uzun uzun yaşamını anlatırken sözde Ermeni soykırımında ailesinden kimsenin ölmediğini de söyledi. 1915’te Rusya’da yaşıyorlarmış.

Sonra iki Türk diplomatını nasıl pusuya düşürüp şehit ettiğini ayrıntılarıyla sıraladı.

Görüşmemizin sonunda "Takvimi yedi ay geriye çevirmek mümkün olsa aynı eylemi tekrarlar mıydınız?" dediğimde kahkaha attı: "Bir anlık öfkeye mi kapıldım sanıyorsun, yıllardır planlıyorum bu işi ben. Osmanlı Türkleri bunca Ermeni’ye kıydı 1900’lü yıllarda. Serbest bırakılsam gene yapardım."

Çocukluk, gençlik yıllarımda hayli Ermeni arkadaşım oldu. Okulda, askerlikte yakın dostluklar kurduk. Öz kardeş kadar yakınlaştık birbirimize, has duygularla. Yanikian’ın kin ve nefret dolu bakışlarında ilk kez Ermeni fanatizmini tanıdım.

*

Anılarımdan silinmeyen bir diğer Ermeni ise basında "Ölüm Doktoru" diye tanınan Jack Kevorkian. Emekli patoloji doktoru Kevorkian, iyileşmesinden ümit kesilen Alzheimer, parkinson, kanser, sclerosis hastalarının intihar etmesine yardım ettiği için 1999’da 10-25 yıl arası hapse mahkum oldu. Hüküm giymeden önce Detroit’te buluştuğum Kevorkian’ın çökük avurtları üstünde çukurlarına gömülmüş siyah gözleri de Yanikian gibi ürkütücü idi.

Tıp çevrelerinde mesleğe ihanet ile suçlanan, savcının ’cani’ diye nitelediği Ermeni doktor, ilk soruma "Bana Ölüm Doktoru demelerinden memnunum. Yaşamak istemeyen ağır hastaların ıstırabına son vermek suç mu?" diye cevap verdi.

Kevorkian, Himalayalar’a tırmanan, Alzheimer hastası Janet Atkins’i 1990’da damarlarına potasyum klorid enjekte ederek ölüme gönderdi. Ardından 2,5 yıl süreyle Volkswagen minibüsle çeşitli eyaletlere giderek 100’ü aşkın ağır hastanın intiharına yardım etti. "Tıp diploması alırken din, ev, ahlak kurallarına aykırı iş yapmayacağınıza dair yemin ettiniz" dediğimde "Tıp bu dünyada, din öbür alemde" cevabını verdi.

Aleyhinde bir dizi cinayet davası açılan doktor "Amacım Detroit’te bir obitorium (ölüm kliniği) açmak" diyor.

Annesinin Sivaslı, babasının Erzurumlu olduğunu açıklayan Kevorkian, azılı bir Türk düşmanı. ’Soykırım’ başlıklı bir tabloyu, kendi kanını boya olarak kullanıp yaptığını söylüyor. Cezaevindeki ’Ölüm Doktoru’ 2007’de Af Komitesi karşısına çıkıp erken tahliye isteyecek.

*

Nisan ayında, diasporadaki Ermeniler, başta Amerika, Fransa ve Lübnan, çeşitli ülkelerde sözde soykırımın 89. yıldönümü gösterilerini yapmaya hazırlanıyor. Dışarıda yaşayan Türkler de, karşı gösteriler düzenleyecekler.

Ermenilerin soykırımı kabul ettirme çabaları giderek yoğunlaşıyor. Acaba 1984’te cezaevinde 89 yaşında ölen iki diplomatımızın katili Yanikian olmasaydı, Türk resmi temsilcileri ile kurumlarına suikast ve bombalı eylemler düzenleyen ASALA Adalet Komandoları ortaya çıkar mıydı? Diaspora Ermenilerinin son 30 yıldır süregelen Türk düşmanlığı bu denli körüklenip güçlenebilir miydi?

Ermeni toplumlarında, Yanikian ve Kevorkian gibi fanatiklerin sayısı çok az. Görüşme fırsatı bulduğum yazar William Saroyan, müzisyen Charles Aznavour, fotoğrafçı Yusuf Karsh gibi ünlü Ermenilerde böyle eğilimler tespit etmedim.

Ermeni kökenli Andre Agassi, Cher, George Dökmeciyan, Gary Kasparov, Kirk Kerkorian, Atom Egoyan da fanatik sınıfında değiller.

Gene de, Ermenilerde Türk düşmanlığını yaratma peşinde olan bazı güçler var. Gelecek nesilleri tek yönlü kin ve nefretten kurtarmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Sokağın şarkısı rap

12 Mart 2006
Otobüs durağı kalabalık. Oysa mesai çıkışı saati değil. İnsanlar, caddenin bir köşesinden diğerine kaldırımda kümelenmiş. Araç trafiği vızır vızır. Ne olduğunu görmek için yaklaşıyorum.

Aşina bir melodi yayılıyor, James Brown’ın "I Feel Good" parçası. Biraz omuz, sonra dirsek, önümdekiler aralanıyor. Beton zemine kurulu portatif masa, üstünde yanyana eski püskü iki pikap, top sakallı bir siyahi parmaklarıyla iki plağı ileri-geri çalıştırıp lirikleri sürekli tekrarlatıyor: "...I Feel Good... so good, I’ve got you." Tekrar güftenin başına dönüyor.

Deri kaban, tulumlar içinde üç genç çocuk, ’Soul Godfather’ı James Brown’un parçası eşliğinde akrobatik dans gösterisinde. Hoplayıp, zıplıyorlar, yerde sırt üstünde daireler çiziyorlar. Ayağa kalkarak önlü-arkalı parende atıyorlar.

Kalabalık, el çırpıp çoşturuyor dansçıları, ardından alkışlar. Masa önündeki plastik kovaya dolarlar atılıyor. Top sakallı DJ, bu kez James Brown’ı çekip yalnızca ritm ve tempo veren bir kanalı ayarlıyor. Dans duruyor, rap dizelerini sıralamaya başlıyor uzun parmaklı siyahi. New York’un en işlek kesiminde, kışın ayazında ve otobüs durağı kaldırımında.

*

Açık havada ilk değil bir rap gösterisi izleyişim. Yıllar önce Bronx Parkı’nda bir grup siyahi gencin adına dahi aşina olmadığım rap şarkısını, kıvrak danslarını seyretmiştim, güfte içeriğini anlamadan.

Rap, sokağın türküsü. Irk ayrımına hedef olmuş, toplumdan kısmen dışlanmış, vatandaşlık haklarından nasibini alamamış siyah derililerin, beyazların hegemonyasına öfkesini yansıtan bir tür, rap.

Müzik aleminde bazılarına göre, rap, bir müzik türü değil. DJ’ler pikap tablasını enstrüman olarak kullanıyorlar. Ritm ve tempoya uyarak siyahilerin his, umut, hayata bakışlarını kafiyeli şiir dizeleriyle dile getirdikleri uyduruk bir stil. Genelde hip hop denilen popüler kültürün bir parçası. Uzun gömleklerin üstüne düşen bol pantolonları, ucuz blucinler, gösterişli takıları, dostluk mesajı veren göbek tokuşturması, sıkılı yumruk, parmak kilitleyerek tokalaşması, break-dansı, duvar sanatı graffiti, argosu ile yaşamda beklentileri gerçekleşmeyen gençlerin oluşturduğu bir hayat tarzı, hip-hop.

Başlangıç yeri yoksul siyahilerin yaşadığı Bronx. Geçmişi ise yalnızca 35 yıl.

1970’lerin başında, Kool Herc adlı bir Jamaikalı, Bronx’a göç edip park ve meydanlarda rap gösterileri düzenlemeye başlıyor. Herc, ilkin siyahi caz ustalarının plaklarını playback olarak kullanıyor. Sonra ritm-tempoyla şiir dizelerine geçiliyor. Siyahi gençler, rap devam ederken ’break-dance’ icra ediyorlar.

Yeni stile rağbet artınca, gösteriler okul bahçelerine, spor salonlarına taşınıyor. Kool Herc’e ilaveten Afrika Bambaataa, Grand Master Flash, D.J. Hollywood adlı DJ’ler, rap ve break-dans kulüplerinde özel geceler düzenliyorlar.

Sugarhill Gang adlı grubun 1970’lerin sonunda çıkardığı Rapper’s Delight, ilk rap plağı olarak müzik listelerine giriyor.

*

Rap, giderek Amerikan müzik sanayiinde sivrilirken beyaz müzisyenler de bu stile ayak uydurmaya yöneldiler. The Beastie Boys, Bubba Sparxx, Paul Wall, Aerosmith, Eminem, kadın grubu Sal-N-Pepa, popüler liste tepelerine tırmandılar.

Rock’n roll’dan fazla rağbet gören rap, milyar doları aşkın bir sanayiye dönüşünce siyahi şarkıcı ve grupların rekabeti silahlı çatışmalara dönüştü. Jam Master Jay, Tupac Shakur, Notorius B.I.G. Wallace, rakiplerin saldırısına uğrayıp öldüler. En popüler rapçi 50 Cent, bir suikastte dokuz kurşun yarası aldığını bir şarkısında malzeme olarak kullandı.

1980’li yılların sonunda, rap müziği politik içerik kazandı. Gangsta Rap diye ün yapan Public Enemy, Niggaz With Attitude, Geto Boys, Snoop Doggy Dogg, Jay Z, Ice T, Ice Cube gibi gruplar plaklarda polis öldürme, yönetime isyan gibi mesajlar verince FBI soruşturma başlattı. Amerikan şehirlerinde seks, şiddet eylemleri, uyuşturucu kullanımını yansıtan yeni rap stilini savunanlar "Tüm bu unsurlar ülkenin gerçeklerini yansıtıyor" diyerek karşı çıktılar.

*

Şimdilerde, Amerika’da hip-hop ve rap’in önlenemez çizgiye eriştiği görülüyor. Market Research araştırma kurumunun çıkardığı raporda, 15-29 yaşları arasında 24 milyon Amerikalı’nın kendilerini hip-hop kültürünün parçası olarak gördüğü bildiriliyor.

Rapora göre, bu kitlenin sahip olduğu gelir miktarı 500 milyar dolar. Son dönemin Fifty Cent, Usher, Ice Cube, Cassidy, Kanye West, P. Diddy, Ludacris gibi rap yıldızları, fındık boyu pırlanta kolyeler, ışıl ışıl elmas bilezik ve yüzükler, 24 karat dizi dizi altın zincirler içinde konserlere çıkıyorlar. Kurşun geçmez arabaları 300 bin doların üstünde. Korumaları asker bölüğü kalabalığında.

Yoksulluk, Bronx’da hálá diz boyu. Rap yıldızları hariç.
Yazının Devamını Oku