Doğan Uluç

Haber artık skandala dönüşüyor

2 Temmuz 2006
Sosyal programlara kişisel katkılarıyla seçmenlerin gözdesi haline gelen New Jersey’in eski valisi Jim McGreevey’in İsrailli bir gençle eşcinsel ilişkisinin ortaya çıkması, yaşamını politika bölümünden magazin sayfalarına aktardı. Giants takımının mültimilyoner, insan azmanı defans futbolcusu Michael Strahan’ın TV’de bir sağlık dizisine çıkan Ian Smith’le birlikteliğinin su yüzüne çıkması da hakkındaki haberleri spor sayfalarından güncel haberlere taşıdı.

Manhattan küçük ama trafiği büyük. Sabahın erken saatinde Wall Street’e giderken Greenwich Village, Soho, Chinatown’un otobüs, taksi, limuzinlerin tampon tampona trafiğine tutulmamak için bu kez de metroyu seçiyorum.

Yeraltı treninde hava rutubetli, klimalar yetersiz. Bizim vagon kütüphane gibi. Kadınlı-erkekli yolcuların elinde gazete, dergiler ayaktakiler dahil herkes bir şeyler okuyor. Lacivert takım elbiseli bir adam ile Hispanik tipli orta yaşta bir kadın arasında boşalan yere oturuyorum. The Wall Street Journal’ı katlayarak okuyan adam borsa listelerini kırmızı kalemle işaretliyor. Esmer tenli kadın, dizleri üstüne yaydığı dergide Nicole Kidman ile şarkıcı eşi Keith Urban’ın evlilik resimlerini inceliyor. Yan sayfada kucağında çocuğuyla Angelina Jolie’nin büyükçe fotoğrafı var. Yeni bir sayfa çeviriyor. Tom Cruise’la eşi Katie Holmes’un yanak yanağa portre resmi. Aniden bana dönüyor. Dergiyi kaçamak izlediğimi fark etmiş olmalı. "Hoş bir çift" diyorum. Başıyla tasdik ediyor: "Evet ama Suri’nin resimleri hálá basılmadı. Oysa üç ayı doldurdu kızları. Niye basılmıyor?"

People dergisi Angelina ile Brad’in kızlarının resimleri için dört milyon dolar ödedi. Suri için üç milyon dolarlık teklifi Tom az bularak reddetti. "Bebek büyümeden resmini görmek istiyorum. Paparazziler dahi başaramadılar Suri’yi görüntülemeyi."

*

Graziela adlı kadın Wall Street’te bir şirkette temizlik işçisi. Ünlülerin çocuklarına gösterdiği merakın nedenini soruyorum: "Şöhretlere yalnızca çocuklarıyla değil her yönleriyle ilgiliyim. Hollywood yıldızları, Latin şarkıcıları, manken-modellerin yaşamlarını ezbere biliyorum. Onlar renkli bir dünyada yaşıyor. Hepsi güzel, şık giyiniyorlar. Gösterişli evlerinde aşçı, hizmetkárları var, sokağa korumalarla çıkıyorlar. Herkesin gözü üzerlerinde. Haberlerini, dedikodularını okumaya bayılıyorum. Hayaller kurup avunuyorum."

Tüm bunları nasıl takip ediyor? "Film, müzik, eğlence alemini işleyen beş-altı dergiye yıllardır aboneyim. Tabloid gazetelerde dedikodu sütunlarını satır satır okurum. Geceleri de televizyonda sinema yıldızları, şarkıcıların programlarını izlerim."

Peki ya diğer konular, siyasal, ekonomik haberler, Irak’ta süregelen karmaşa, politika sohbetleri? Yüzünde mahcup bir tebessüm: "Ciddi meseleleri anlayacak eğitimim yok."

*

Bir metro vagonunda aynı ülkede yaşayanlar sanki değişik dünyaların insanları. Temizlikçi kadının ilgi odağı eğlence alemi üzerine kurulmuş. Yanımda W.S. Journal’ı okuyan adam banka veya finans sektöründe çalışıyor olmalı. Tom Cruise’un kızı Suri’nin doğumu, Madonna’nın evliliğinden, manken Naomi Campbell’ın yardımcılarını dövmesinden haberi yoksa şaşmam. Karşı sıralarda birkaç kadının elinde moda dergileri, ayakta çelik borulara dayanmış iki genç Daily News’da beyzbol finallerini okuyorlar.

Siyaset, savunma, ekonomi, bilim, teknoloji, borsa, iş ve ticaret gibi alanlarda yerkürenin öncüsü bu ülke yaşayanları arasında, özellikle ev kadınlarının sinema ve eğlence sektörüne ilgi ve merakı oldukça yüksek. Gazete, dergi tirajlarıyla TV reytingleri bu izlenimin açık göstergesi. Bu eğilimin bir sonucu, yazılı ve görüntülü basında ciddi konular ile şöhretlerin yaşamını içeren magazin türü haberlerin iç içe girmesine sebep oluyor. Konuların ciddiyeti zaman zaman bir yerde noktalanıp skandala dönüşüyor.

Sosyal programlara kişisel katkılarıyla seçmenlerin gözdesi haline gelen New Jersey’in eski valisi Jim McGreevey’in İsrailli bir gençle eşcinsel ilişkisinin ortaya çıkması, yaşamını politika bölümünden magazin sayfalarına aktardı. McGreevy, yanında eşi olduğu halde TV kameraları karşısında "Ben eşcinsel bir Amerikalıyım" diyerek görevinden istifa ettiğini açıkladı.

Beyazperdenin iki maço yıldızı Sylvester Stallone ile California Valisi ’TerminatorArnold Schwarzenegger yumruk tokuşturarak barıştıklarını dünyaya duyurdular. Stallone, ilk eşi aktris Brigitte Nielsen ile evliliği sırasında seviştiği için uzun yıllardır Arnold ile konuşmuyordu. Barışma haberi gene dedikodu sayfalarında yer aldı.

Giants takımının mültimilyoner, insan azmanı defans futbolcusu Michael Strahan’ın TV’de bir sağlık dizisine çıkan Ian Smith’le birlikteliğinin su yüzüne çıkması da hakkındaki haberleri spor sayfalarından güncel haberlere taşıdı.

*

Ünlülerin yasak aşkları, uyuşturucu tutkuları, evlilik ve boşanmalarını içeren dedikodu sütunlarının etkisi de yabana atılır gibi değil. Yasa ve ahlakdışı eylemlerinin duyulmasıyla kariyerlerinin tehlikeye gireceği korkusuna düşen şöhretlerin bazı yazar ve fotoğrafçılara külliyetli miktarda ’sus payı’ ödedikleri de biliniyor.

New York Post’un çok okunan dedikodu sayfası ’Page 6’nın editör yardımcısı Jared Paul Stern’in Californialı bir milyarder playboydan şantajla para sızdırmaya çalışması, bu yıl başlarında Atlantik kıyısından Pasifik sahillerine tüm ülkede yankılandı. Stern, eski başkan Bill Clinton’ın yakın arkadaşı milyarder işadamından, genç mankenlerle seks ilişkisini yayımlamamak için 200 bin dolar rüşvet istedi. Editörün isteğini başlangıçta kabul eden playboy daha sonra şantajın devam edeceğini düşünerek pazarlık buluşmasının gizlice çektirdiği filmini FBI’ya verdi. Açtığı şantaj davası hálá sürüyor.
Yazının Devamını Oku

Minik dev ada

26 Haziran 2006
Yerli-yabancı turistlerin uğrağı Broadway, 2005-2006 sezonunda rekor meblağda, 862 milyon dolarlık gişe hasılatıyla sinemaları solladı. Sezon boyunca satılan bilet miktarı 12 milyonu aştı.

New York’u oluşturan beş ilçeden dördünü saymayın. New York, Manhattan demek. Kişisel eğilimim açısından da New York’un en önemli yönü sanat zenginliği. Tarih ve bilim müzeleri, sergi, galeriler, müzayede kurumları, klasik-modern tiyatro, bale, operalar, kabare ve müzikholler, konser salonları, caz kulüpleri hep Manhattan’da. Sisli havada tepeleri bulutlara değen yüksek binaların inşası da, tüm bunları minik adaya sığdırma çabasının eseri.

*

New York’tan bahsederken, vurgulanması gereken en önemli hususlardan biri de, dünya tiyatro merkezi diye tanınan Broadway Caddesi. Gerçi Broadway denince, akla gelen 38 tiyatronun yalnızca dördü bu cadde üstünde. Diğerleri bu yılankavi caddeye çıkan ara sokaklarda.

Broadway tiyatrolarının şöhreti; Eugene O’Neill, Tennesee Williams, Arthur Miller, Cole Porter, Rodgers and Hart, Irving Berlin gibi yazar ve bestekárların eserlerinin repertuvarlarda yer alması kadar Katharine Hepburn, Meryl Streep ve Al Pacino dahil ünlü Hollywood oyuncularının cüzi ücret karşılığı sahneye çıkmalarından kaynaklanıyor.

Yıllar önce Londra’da, "40 Carats" piyesinde oynayan Ingrid Bergman’la soyunma odasında konuşurken "Bir dergide, aldığınız ücretin otobüs şoförü haftalığı kadar olduğu yazıldı. Niye sahneye çıkıyorsunuz?" diye sordum.

Üç Oscar ödüllü aktris, sorumu gülerek yanıtladı: "Sinemada bir sahne, 10-15 kere tekrarlanıp çekilir. Tiyatroda bu lüksümüz yok. Hollywood şöhretlerinin çoğu bu yüzden sahneye çıkmaya korkarlar. Benim korkum yok."

Casablanca’nın unutulmaz yıldızı Ingrid Bergman’ın bu beyanını, iki ay önce "Three Days of Rain" piyesinin eleştiri yazılarını okuduğumda anımsamıştım. 1990’dan bu yana Amerika’nın en gözde sinema yıldızı seçilen, filmleri gişe rekoru kıran Julia Roberts bu piyeste tutuk, sönük kaldığı için acımasızca eleştirildi.

Geçen sezonda, 1950-1960’lı yılların ünlü şarkıcısı Frankie Valli’nin hayat hikayesini canlandıran "The Jersey Boys", Nathan Lane ve Matthew Broderick’in "The Odd Couple", "The Color Purple" gibi yeni oyunlara ilaveten önceki yılların gözde piyesleri "Spamalot", "Wicked", "The Lion King", "Hair Spray", "Chicago", "Beauty and the Beast" ve "Mamma Mia", tiyatro hasılatlarının rekor düzeye erişmesinde önemli rol oynadılar.

Bu piyeslerin çoğunun Hollywood yapımlarından fazla hasılat yapmasının nedeni, binleri aşan seanslarda gösterime sunulmasından. 1990’da 6 bin 137 performans sonunda kapanan gelmiş-geçmiş en başarılı müzikal "A Chorus Line", yeni sezonda tekrar Broadway’e dönecek.

*

Son hafta içinde sanat aleminin ilgisini çeken bir diğer olay ise Avusturyalı ressam Gustav Klimt’in ’Adele Bloch-Bauer I’ adlı tablosunun Christie’s müzayede salonunda satılması idi. Kozmetik sanayi devi Ronald S. Lauder, 135 milyon dolar ödeyerek tek bir tablo için en yüksek fiyat rekorunu kırdı. Bundan önce gene Manhattan’da Sotheby’s’de açık artırmada Picasso’nun ’Pipolu Çocuk’ tablosu 2004 yılında 104.1 milyon dolara satılmıştı.

20. yüzyıl başlarında Viyana’daki sanat tarihçilerinin kayıtlarında Klimt’e poz veren bir Yahudi şeker sanayi sahibinin eşi Adele’in, ressamın sevgilisi olduğu belirtiliyor. Sanatçının 138 santimetrekare tuvalde yağlı boya yanı sıra bolca eritilmiş altın tozu kullanarak yaptığı tablonun renkli resimlerini incelerken Adele’in görkemli tuvaleti üstünde geometrik şekiller arasında ’nazar boncukları’ dikkatimi çekti. Ayrıca yıllardır kimseden tatmin edici bir yanıt alamadığım o soru bir kez daha belleğimde canlandı: "Bu eserlerin fiyatları nasıl tespit ediliyor?

Gustav Klimt değerli bir sanatçı ama, nasıl oluyor da bir yapıtı kendisinden ünlü Picasso, Monet, Van Gogh, gibi ressamların tablolarından daha yüksek fiyatla satılıyor?"

*

Haziran başında eşi Heather Mills’ten ayrılığı basını meşgul eden müzisyen Paul McCartney, 64. yaş gününü Manhattan’da geçirdi. Central Park’ta yürüyüşlere çıkan Beatle Paul’un 16 yaşındayken bestelediği "When I’m Sixty-Four" single plağı, yıllar sonra yeniden müzik mağazalarında satışa sürüldü.

Hangi taşı kaldırsanız altından bir New York bağlantısı çıkmasının bir nedeni olsa gerek.
Yazının Devamını Oku

O’Henry’nin masasında ilham arayışı

18 Haziran 2006
O’Henry üretken bir yazar. Gösterişsiz bu meyhanenin plastik örtülü masasında yüzlerce hikaye ve şiirlerini kaleme almış. Pazar yazım için Amerikalı hikayecinin masasında ilham beklemeye kalksam meyhane kepenk indirine kadar beklemem gerekecek. Kasaya ödeme yapıp sokağa çıkıyorum.

Yazı aratmayan sıcak bir haziran günü, Pete’in Meyhanesi’nde kaldırımdaki masalar erkenden kapılmış. Benim için sorun yok, içeride oturacağım.

Burası, New York’un en eski meyhanesi. Kayıtlara göre 1864’ten bu yana faaliyetini sürdürüyor. Oysa şöhreti /images/100/0x0/55eb677ef018fbb8f8beeae7akşamcılara bir asırdır verdiği hizmetten değil, O’Henry’den kaynaklanıyor. Esas adı William Sydney Porter olan ünlü hikaye yazarı, klasik sınıfına giren eserlerini Pete’in Meyhanesi’nde yazmış. Dış tente üzerinde "O’Henry’nin meşhur ettiği yer" ibaresi var.

Gözlerim meyhane loşluğuna alışırken, soldaki ilk masaya yerleşiyorum. Duvarda O’Henry’nin resmi, el yazısıyla bir mektup, Magi’nin Hediyesi’nden birkaç alıntı çerçeve içinde. Bir de not düşülmüş: "O’Henry, Magi’nin Hediyesi’ni bu masada yazdı."

*

Konusunu henüz tespit etmediğim pazar yazımı burada kağıda dökmeye kararlıyım. Anılarım lise yıllarına, belleğimde bölük pörçük kalmış Magi’nin Hediyesi’ne uzanıyor. Hazin bir aşk hikayesi bu. Birbirine çılgınlar gibi aşık, yoksul ama mutlu bir çift hikayenin kahramanı, Della ile Jim, genç bir karı-koca.

Alımlı bir kadın Della, gür saçları beline kadar iniyor. Kocası Jim’in eşinden sonra en kıymetli varlığı altın bir saat. Noel yaklaşıyor. Zenginlerin yanı sıra dar gelirlilerin de yakınlarıyla hediye teatisinde bulunduğu gün Noel. Oysa bu çiftin hediye alacak parası yok. Erkek, akşam eve geldiğinde eşine parlak ambalajlı bir kutu getiriyor. İçinde pahalı bir mağazadan alınmış irili-ufaklı taraklar var. Kadının çehresindeki mutlu ifade donuklaşıyor. Göz pınarlarında yaşlar birikiyor.

Jim şaşkın, bakışları eşinin saçlarını kucaklayan eşarbına takılıyor. Della eşarbını çıkarıyor, beline uzanmış saçları kulak hizasında kesilmiş. Erkek donup kalıyor. Eşinin masa üstüne koyduğu küçük kutuda altın bir zincir var. Çocukluğundan beri makas görmemiş saçlarını kestirerek berbere satan Della, karşılığında Noel hediyesi olarak kocasının saati için zincir satın almış. Jim ise tarak setini almak uğruna altın saatini satmış. Karşılıklı derin, sınırsız, özveriyle beslenen bir sevginin hikayesi, Magi’nin Hediyesi. Yazar gerçek bir ilişkinin öyküsünden mi esinlenmiş, bilmiyorum. Pete’in Meyhanesi’ndeki çerçeveli notta O’Henry’nin klasikler arasına giren bu hikayeyi 1905 yılında yazdığı belirtiliyor.

*

O’Henry üretken bir yazar. Gösterişsiz bu meyhanenin plastik örtülü masasında yüzlerce hikaye ve şiirini kaleme almış. Pazar yazım için Amerikalı hikayecinin masasında ilham beklemeye kalksam meyhane kepenk indirine kadar beklemem gerekecek. Kasaya ödeme yapıp sokağa çıkıyorum.

*

Güneş, Victorian mimarisindeki evler ardında kaybolmuş. Programımda Hugh Jackman ile Rebecca Romjin’in ’X-Man: The Last Stand’ filmi var. Sarışın güzel Romjin, kamera karşısına çıplak vücudu boya ile kaplı çıkıyor. Chelsea’de Clearwater sinemasının iki köşesinde trafik kilitlenmiş, polis araçları üstünde yanar-döner lambalar pırıltı saçıyorlar. Görünürde polisiye olay yok ama burası New York, bir sebebi olsa gerek.

Birden, belleğimde hafta ortasında bize özel ulakla teslim edilen bir mektubun içeriği çağrışım yapıyor. Gönderen ’Tanrı’nın Şahitleri’ adında İncil’i yorumlayan koyu bir Hıristiyan araştırma kuruluşu. Ürkütücü ikazlar var mektupta: "Sembolik İncil kodlarına göre Amerika, insanın sebep olduğu bir kıyamete şahit olacak. Bu kıyamet, nükleer bombalarla gerçekleşecek. 9 Haziran’da güneşin doğuşu ile 10 Haziran güneş’in batışı arasında teröristler 7 nükleer bomba ile New York’a saldıracaklar. İlk nükleer bomba, Manhattan’da Birleşmiş Milletler binasına düşecek. Hayati önem yaşıyan uyarımızı dikkate alarak dinsiz dahi olsanız Haziran’ın ikinci yarısından önce New York’u terk edin. Ama esas kıyamet, 23 Mart 2008’de başlayıp 20 Ağustos 2008’e kadar sürecek. Gerçek Hıristiyanlar dışında, insanlık yok olacak. 220 din bilgini yıllarca süren İncil araştırmalarıyla bu sonuçta görüş birliğine vardılar."

Günü, tarihi ve sayısının açıklanmasıyla nükleer bomba saldırısı olur mu hiç? Hıristiyan kuruluşun deli saçması iddialarını ciddiye almak için insanın üşütmüş olması lazım. Ama New Yorklular, 11 Eylül terörünü hálá unutmuş değil. Acaba Chelsea’deki polis araçları, benzeri bir ihbar üzerine mi sinema çevresini kordona almışlar? Saatimdeki tarihe bakıyorum Haziran’ın 10’u. Bomba patlamış olsa duyulmaz mıydı? Güneş battığına göre New York’a saldırıyı da atlatmış sayılırız. Sırada Mart-Ağustos 2008 tarihleri var dünyayı yok edecek kıyamet günü için.

*

O’Henry’nin uğrağı Pete’in Meyhanesi, Chelsea yürüyüşünde polis birikimi, şakası dahi tüyler ürperten nükleer bomba saldırıları, seksi Rebecca Romjin’in anadan üryan vücudunu düşünerek yoluma devam ediyorum. Pazar yazımda nelerden bahsedeceğime hálá karar vermiş değilim. Hem de New York gibi yazı malzemesinin bol olduğu bir kentte. En iyisi eve gidip TV’de Tony Ödül Gecesi’ni seyretmek.
Yazının Devamını Oku

Sinem’le Didem, Mozart’la Puccini karıştı

11 Haziran 2006
Esmer güzeli iki genç kadın. Spot ışıkları altında, kaftanı modern moda literatürüne sokan Zuhal Yorgancıoğlu’nun mankenlerini andırıyorlar. Saçları sere serpe omuzlarda, boy-bos, endam yerinde. Ön koltukta bir seyirci yanındakine "Catherine Zeta-Jones’a ne kadar benziyorlar. Nerdeyse ikizleri gibi" diyor fısıltıyla.

Zeta-Jones yakıştırması yerinde, üstelik kendileri de ikiz esmerlerin. Meral Güneyman notalarını yerleştirirken, ikizlerin mor kaftanlısı piyanoya yaklaşıyor. Washington’da Strathmore Müzik Merkezi konser salonunda konuşmalar kesiliyor.

Mor kaftanlı kadının gözleri açık notanın ilk yaprağında. Sesinde telaşı yankılanıyor: "Puccini değil, Mozart." Şöhreti okyanusları aşkın piyanist Güneyman itiraz ediyor: "Sinem, Puccini’yi söyleyeceksin." Genç kadın "Ben Didem’im, Mozart’ı söyleyeceğim." Bu kez telaşlanma sırası Meral Güneyman’da. Süratle notaları değiştiriyor. Didem derin nefes alarak rahatlıyor. Ardından Mozart’ın Figaro’nun Düğünü’ne giriş yapıyor.

*

Müzik aleminde ’Opera İkizleri’ diye tanınan Sinem ve Didem Balık Kardeşler, "Dünyada performans yapan tek ikiz sopranolar biziz. Benzerlik arada bir karışıklığa sebep oluyor. Her konserde hangi parçayı kimin okuyacağına dikkat ediyoruz. Ses renklerimiz ayrı, birimiz soprano, diğerimiz mezzo soprano. Ama mecbur kalırsak birbirimizin parçalarını söyleyebiliriz" diyorlar.

Washington’da Güneyman’ın eşliğindeki konserde İzmirli ikizler, Amerikalı H. Purcell’den Brahms, Mozart, Offenbach, Strauss, Lehar, Stoltz, Bizet ve Puccini gibi opera ve klasik müziğin dev sanatçılarının bestelerini solo ve düet olarak başarıyla icra ettiler. Mozart’ın Rondo a la Turk’ünü söylemeden önce Osmanlı kaftanlarını giydiler.

Didem,Carmen’ aryası; Sinem, Gershwin’in hafif klasik parçalarıyla dinleyicileri duygulandırdıktan sonra Selman Ada’nın ’Ali Baba ve 40 Haramiler’, Can Aksel Akın’ın ’İnce Giyerim İnce’ şarkısıyla Amerikalı müzikseverleri coşturdular.

Repertuvar yelpazesi geniş ikiz sopranoların. Operanın yanısıra operet, Broadway müzikalleri, Fransız chanson’ları, İtalyan napolitenleri ve Alman şarkılarını söylüyorlar. Amerika’daki kapsamlı ilk konserlerinde Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca ve Türkçe olmak üzere beş dilden şarkı icrasıyla profesyonel çizgide yeteneklerini ortaya koydular.

Didem, "Biz ses tekniği, kıyafet, görsel cazibe, sunum güzelliği ile bir paket takdim ediyoruz dinleyicilere. Yaptığımız müziğin din, ırk farklılığıyla alakası yok" diyor.

Sinem, "Doyurucu bir sanat gösterisi sunuyoruz. Opera ve operet sanatçısı olarak İzmir’de 9 Eylül Üniversitesi Konservatuvarı’nda yedi yıla yakın yoğun eğitimi takiben Viyana’da Prayner Konservatuvarı’nda üç yıl ders aldık. Lia Lanterieri, Dolora Zajick’la çalıştık, ünlü tenor Placido Domingo’nun seçkin operacıların kabul edildiği ’master’ sınıfında çalıştık" diye ilave ediyor.

*

Son beş yıldır Viyana’da yaşayan ikiz sopranolar, çeşitli Avrupa ülkelerinde konserler verdiler. 2001 yılında Uluslararası 4. Vivo Voix Yarışması’nda finale kalan Didem ve Sinem hakkında bir Fransız müzik acentesi kurucusu "Akdeniz sesine sahipsiniz, yumuşak ve sıcak" şeklinde beğenisini dile getirirken ikizlerin Viyana Devlet Operası’ndaki konserinden sonra ünlü tenor Domingo daha da ileri giderek "Opera İkizleri’nin çok başarılı bir dünya kariyeri yapmamaları için sebep görmüyorum" şeklinde beyanat verdi.

Didem ve Sinem’e, pop şarkıcılarının müzik eğitimi görmeden kısa sürede şöhret ve servete ulaştıklarına işaret edip "Popa yönelmeyi hiç düşündünüz mü?" diye soruyorum. İkizlerin görüşü aynı: "Popçuların çok para yapması bizim için önemli değil. Opera, müzik ve tiyatronun birleşimi. Operanın şaşaası, görkemi, kostümler ve oyunculuk yönü daha çocukluğumuzda bizi cezbetti. Yıllardır sahne tozu yuttuk ama şikayetçi değiliz. Yaptığımız tercihten memnunuz."

*

Yoğun bir çalışma içinde Opera İkizleri. Amerika’da konserleri takiben TV ve radyolarda röportajlar verdiler. Eylülde İstanbul Ticaret Odası’nın düzenlediği konsere çıkacaklar. Ekim ayında Avrupa Parlamentosu’nda opera aryaları söyleyecekler. Ayrıca TÜRSAB’ın konseri var programlarında.

Didem ve Sinem, ilk kez geçen ay, New York’ta Türk Haftası Balosu’ndaki minik konserle Atlantik Plak Şirketi’nin kurucusu Ahmet Ertegün’ün de dikkatini çekmeyi başardı. Bugüne kadar Türk şarkıcıları arasında ciddi olarak yalnızca Tarkan ile ilgilenen, yaygın şöhtretli plak yapımcısı, ikizleri bir hafta içinde iki kez ofisine davet etti. Ofisinde Didem ve Sinem’in solo ve düet performanslarını dinledikten sonra "Sizde gerekli yetenekleri görüyorum. Sesleriniz nefis, görünüşünüz güzel, size materyal aramaya başlayacağım. Benimle teması kesmeyin" diye mesaj verdi.

Dünyanın tek ikiz sopranolarının amacı Milano’da Scala, New York’ta Lincoln Center, Metropolitan Operası ve Carnegie Hall’da sanatlarını icra etmek.

On binlerce sanatçının düşlerini süsleyen bu hedeflere ulaşmak kolay değil. Bunca kalabalık arasından bir çift ikiz sopranoyu çekip çıkarmak için güçlü bir lokomotife ihtiyaç var. Ertegün’den güçlüsü pek akla gelmiyor.
Yazının Devamını Oku

Hediye dairenin Hazine’ye zararı onlarca milyon dolar

4 Haziran 2006
’Hediye daire’ şayiası yazılıp çizilince proje suya düştü. Türkiye, New York Belediyesi’nin tanıdığı 42 kat inşa hakkını da kaybetti. Hazine, 20 yılda onlarca milyon dolar kira geliri kaybına uğradı. Gene de 23 katta 11 bin metrekarelik kullanım yeri ile yeni Türk Evi, yararlı bir yatırım konumunda. Araba parkıyla genişletilmiş 23 katta 80 kadar dairenin kiraya verilmesi ayda 500 bin doları aşkın ek gelir sağlayacak.

Yabancı gözüyle herkese aşina gelecek bir inşaat. Cepheden Birleşmiş Milletler’e (BM) bakıyor, bir sokak ilerisindeki Türk Evi’ne komşu.

Cadde ve sokak kavşağı, yüksek tahta bloklarla çevrili. Kaldırımda alüminyum gövdeli şantiyeler var. Köşe açığından bakınca temel direkleri görünüyor. Kazı aşağılara inmiş, yeraltında rahatça iki katı kullanmak mümkün. İçerdeki greyderler kazıların devam edeceğini gösteriyor.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, BM’deki ofisimden çıktığımda alelade bu inşaat tablosunda garip bir husus dikkatimi çekiyor. Kazı alanı girişindeki bekçi kulübesi önünde, üniformalı iki kişi ayakta sohbet ediyorlar. Bel kılıfında Glock tabanca, ellerinde telsiz cihazları var. Manhattan’ın işlek bir semtindeki inşaatta alıp götürülecek ne var ki silahlı korumaya ihtiyaç duyulmuş.

Özel güvenlikçiye de benzemiyorlar, birinin ceketindeki rozette ’Diplomatik Güvenlik’ yazıyor. Resmi devlet kurumlarının birimi olsa gerek. Yanlarından geçerken konuşmayı kesiyorlar.

Bu, tipik bir ev ya da apartman inşaatı değil, Amerika’nın Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği’nin (Misyon) eski binasının yenilenmesi. Eski başkanlardan Dwight D. Eisenhower’in 50 yıl önce kırmızı, beyaz ve mavi kurdeleler kesip törenle açtığı bina yıkılıp yerine yenisi inşa edilecek.

*

Yoluma devam ederken anılarım canlanıyor. Haylidir bazı yabancı örgütlerin, Amerikan Misyonu’na dinleme cihazları yerleştirdiği söylentileri kulağımıza geliyordu. Amerikalılar, tüm araştırmalara rağmen bu cihazları bulamadılar. Gene de söylentilerden rahatsızlık duydukları için yenisini inşa için eskisini yıkma kararı aldıkları ileri sürüldü.

BM’de önemli toplantılar sırasında Misyon ile ABD Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray arasında gizlilik gerektiren haberleşmeler yapılıyor. Risk almak istemediler. Yıkım bir haftada tamamlandı ama tüm alanın tekrar araştırılması aylarca sürdü. İnşaat alanı haftanın yedi günü, günde 24 saat kontrol altında. Yeni bina açılışına kadar da bu güvenlik uygulamasının devam edeceği kesin.

BM’de bir tanıdığıma gözlenimlerimi naklederken "Bunca masraf dinleme cihazlarını önlemek için mi?" dediğimde inşaat amacının boyutlarının geniş olduğu ortaya çıkıyor: "Terör çok yönlü günümüzde. Tanrı korusun, patlayıcı madde yerleştirmeyi planlayanlar da çıkabilir. Ama yeterli tedbirler alındı."

*

BM’ye üye 191 ülke arasında binasını yenilemeyi tasarlayan diğer bir ülke Türkiye. Ama bizimki 20 yıldır süregelen bir yılan hikayesine benziyor.

Türkiye, 1977 yılında dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in şahsi gayretleriyle, BM karşısında IBM’in 11 katlı binasını 2.3 milyon dolara satın almayı başardı. Akabinde New York’taki resmi temsilciliklerimiz, Türk Evi adı verilen binaya yerleştiler.

1980’li yıllarda Turgut Özal iktidarında Türk Evi’nin yıkılıp yerine 40 katlı bir gökdelen dikilmesi projesi gündeme geldi. Bir uçak yolculuğunda tanıştığım Amerikalı bir inşaat şirketi sahibi, gökdelen inşaatının, ihaleye çıkarılmadan kendisine verildiğini açıkladı. İnşaatçı, aracılık yapan Özal’ın bir danışmanına gökdelende daire ’hediye’ edeceğini söyledikten sonra "Ankara’dan aylardır ses çıkmadı. Gökdelen maketi, hazırlık planları için 250 bin dolar masraf yaptım" diye yakındı.

İki yıl önce Dışişleri Bakanlığı, Türk Evi projesini yeniden ele aldı. Geçen yıl sonunda konuştuğum yetkililer, binanın yıkılıp yandaki açık hava otoparkının da ilavesiyle 23 katlı yeni Türk Evi’nin 2006 sonunda tamamlanacağını söylediler. Oysa iki hafta önce konuştuğum BM ve Washington Büyükelçileri, Ankara’dan henüz cevap gelmediğini söylediler.

İnşaat sektöründe deneyimli bir Türk şirketinin temsilcisi şunları anlatıyor: "Türk Evi, çok önemli ve değerli bir adreste. 2006 sonuna kadar bu işin bitmesi imkansız. Daha mimari çalışmaların başlaması için ihale yapılmadı. Mimari ihale sonuçlanınca inşaat ihalesi yapılacak. Her şey yolunda gittiği takdirde binadaki temsilcilikler geçici ofislere taşınacaklar. 3 ayrı girişli, 23 katlı binanın yapım maliyeti 60 milyon dolara mal olacak. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Türkiye Odalar Birliği’nin Türk Evi’nden daimi sergiler ve temsilcilik ofisleri için yer almasını, böylece masraflara ortak olmalarını istiyor. Odalar Birliği, projeye sıcak bakmazsa yeni kaynaklar araştırılacak. Önümüzde birkaç yıl var projenin gerçekleşmesi için."

*

’Hediye daire’ şayiası yazılıp çizilince proje suya düştü. Türkiye, New York Belediyesi’nin tanıdığı 42 kat inşa hakkını da kaybetti. Hazine, 20 yılda onlarca milyon dolar kira geliri kaybına uğradı. Gene de 23 katta 11 bin metrekarelik kullanım yeri ile yeni Türk Evi, yararlı bir yatırım konumunda. Araba parkıyla genişletilmiş 23 katta 80 kadar dairenin kiraya verilmesi ayda 500 bin doları aşkın ek gelir sağlayacak.

Bürokratik engellerin kısa zamanda aşılmasıyla yeni Türk Evi, dünyada Türkiye’nin en değerli emlağı konumunu kazanacak. Dışişleri’nin tutumu heniz açığa kavuşmuş değil. Bu kez ’hediye’siz, eş-dost kayrımı olmaksızın şeffaf ihalelerle işe sarılmak lazım.
Yazının Devamını Oku

Times Square’in Çıplak Kovboyu

28 Mayıs 2006
Jeffry, orta yaşı çoktan aşmış bir siyahi. Kaldırıma ayaklarını yaymış oturuyor. Belden yukarısı çıplak, sırtını da posta kutusuna dayamış. Öğle üzeri başka bir çıplağı görmek niyetiyle yola çıkmıştım ama o çıplak kara derili değil. Elindeki kartonu uzatıyor, üstüne çiziktirdiği yazıyı okuyorum: "20 dolar ver, istediğin kadar küfret bana. İmza: Jeffry".

"Niye küfrettiriyorsun kendine?" diyorum. Boyun eğiyor: "İşim yok, parasızım. Üç gündür kartona ’Açım’ diye yazdım, ancak bir hamburger parası topladım. Taktik değiştirdim. New York’ta karısına, patronuna diş bileyen çok insan var. Yüzüme sövüp sayarak stres atma fırsatı verdim. Dikkati çekmek için gömleğimi fora ettim."

Kaç para yaptın? "Daha siftah etmedim. Gelip geçenler senin gibi küfür işini merak edip soruyorlar. Sonra çekip gidiyorlar."

Eline para sıkıştırıp yoluma devam ediyorum.

*

Times Square, New York’un en işlek turist uğrağı. Yüksek binalar arasına sıkışmış minik meydanı keserek geçen Broadway, dünyanın tiyatro merkezi. Rengarenk afişler, dev tiyatro ilanları, çeşitli ürünlerin yanardöner ışıklı reklam panoları, gece gündüz pırıl pırıl.

Müzikallerin satılmamış koltuklarını son anda ucuza veren bilet gişeleri önünde, kuyruk hayli uzun. Çoğunluğu kadın kalabalığın ortasında, beyaz bir stetson (kovboy şapkası) görüyorum. Keyfim yerine geliyor, aradığım çıplak bu şapkanın altında.

Robert John Burck, vücut güzeli genç bir adam. Kolları, bacakları sert kaslarla örülü. Karın nahiyesi dümdüz. Teksas stili beyaz şapkası altındaki sarı saçları, sırtına kadar iniyor. Şapkasıyla dizine çıkan işlemeli beyaz çizmesi arasında tek giysi, ’briefs’ denilen küçük beyaz bir külot.

Şapkasında, külotun arkasında, gitarının üstünde, Naked Cowboy (Çıplak Kovboy) yazıyor. Yaklaşınca kadın çığlıkları duymaya başlıyorum. Trafik vızıltısını, araçların gürültüsünü bastıran ölçüde.

Robert, etrafa gülücükler dağıtıp gitarının telleriyle oynaşırken "İlk parçam: Hayatımın hikayesi" diye anons yapıyor. Serenad başlıyor: "Ben, Çıplak Kovboy..." Bir yandan isteri çığlıkları, öte yandan trafik gürültüsü, ambulans sirenleri şarkının sözlerini anlamıyorum.

*

Robert’ı geçen kış Times Square’den taksiyle geçerken gene aynı yerde görmüştüm. Çevresini saran bir sürü güleç yüzlü kadınla konuşuyordu. Gene çıplaktı. Soğuktan yüzünü allar basmıştı. Akşam ekranlarda kısa gösterisini izledim. Kalın palto, kabanlı genç kızlar, kadınlar Robert’a tempo tutarak eşlik ediyorlardı. Çıplak kovboy, mırıldanarak şarkı söylerken sürekli zıplıyordu. Isınmak için olsa gerek.

Bu kez mevsim ilkbahar, güneş tepede. Çıplak kovboyun keyfi yerinde, hem çalıyor hem söylüyor.

Kadınlar sadık hayranı. Bizim kovboy flört yapar gibi şov sergiliyor. Şarkılarını, bakışları hayranlarının gözünde kitlenmiş terennüm ediyor. Meydanda bir coşkunluk, inanılır gibi değil. Bazıları telefon numarası yazılı kağıtları uzatıyor. Kollarını yana açıp, koyacak yer yok, mesajı veriyor. İkinci şarkı bitince alkış tufanı. Kovboy, parmağıyla çizmelerini işaret ediyor. Yukardan aşağı ’tip’ (bahşiş) kelimesi iniyor.

Kadınlar, buruşuk dolarları çizmeye sıkıştırıyorlar. Yan yana hatıra fotoğrafları çektirmek için sıraya giriyorlar.

Sonra kovboy, yeni bir seansa daha başlıyor.

*

Oysa boş bir adam değil Robert John Burck. Cincinnati Üniversitesi Siyasi Bilimler Fakültesi mezunu.

Diplomat olmaya merakı yok, vücuduna güvenip modellikte şansını denemek için Los Angeles’a gidiyor. Ama aylarca iş bulamıyor. "1998’de Venice Beach’de kovboy kıyafeti içinde şarkı söylemeyi denedim. Sıcakta saatlerce gitar çaldım, yerdeki kutuya tek bir dolar attı birisi. Aktör olmaya çalışan bir tanıdığım, ’Değişik bir şey yap, görülmemiş olsun. Soyun mesela’ dedi"

Çıplak Kovboy’un start aldığı gün o gün. Robert minik külotla Los Angeles meydanlarında şova başlıyor, sonra Houston, Chicago derken New York’a geliyor. Times Square’de günde bin dolar hasılat yapıyor. TV programlarına davet ediliyor. Gece kulüplerinde şova çıkıyor. Şöhreti giderek yayılıyor.

"Japonya’ya çağırdılar gittim. Kolombiya’nın Cali kentinde şarkıcı Beyonce’nin Pepsi Cola reklamına çıktım. Amacım marka isim olmak. Dünyanın tek çıplak kovboyu benim. Sinema, müzikallerde şansımı deneyeceğim. Teklifler var. Olursa olur. Olmazsa bu kış da Times Square’de görüşürüz."
Yazının Devamını Oku

Gizli servis şefi kameramı silah sandı

21 Mayıs 2006
Amerika’nın Secret Service, FBI gibi sivil güvenlik örgütleri ajanlarının performansları teori olarak etkileyici. Ama özel eğitimlerine rağmen görev aksaması olmuyor mu? Yalnızca son 50 yıl içinde Başkan J.F. Kennedy, kardeşi Senatör Robert F.Kennedy iki suikast girişimiyle hayata göz yumdular. Gerald R. Ford ile Ronald Reagan, başkanlık yaparken silahlı saldırıda kurşunlanarak yaralandılar. Hem de tabur boyu deneyimli sivil ekiplerin koruması altında.

Topkapı Sarayı’nın bahçesi ağustos sıcağında gölgede dahi hamam sıcağında. Jacqueline Kennedy günübirliğine İstanbul’da, özel olarak açılan Hazine Dairesi’ni ziyaret ediyor. Muhabir arkadaşlarım ve fotoğrafçılarla üç sıra halinde bekleşiyoruz. Jackie, özellikle ünlü Kaşıkçı elmasını görmeye gelmiş. Bir belediye yetkilisi ikide bir yanımıza gelip "Lütfen yerinizden ayrılmayın" diye uyarıda bulunuyor.

Birkaç metre önümde orta boylu, saçları alabros kesilmiş bir adam sırtı Topkapı Sarayı’na dönük ayakta beklemede. Boynunda çiçek desenli bir papyon kravat, kömür karası güneş gözlüğünün altından nereye baktığını kestirmek güç. Tipi bize benzemiyor, Amerikan First Lady’sinin FBI veya CIA’dan koruması olmalı diyorum. Beyaz gömleğinin ortasındaki ıslak daireye gözüm takılıyor. Ter izi bu.

Çene altından bir ter damlası, gömleğine düşüyor. Akabinde yeni bir damla beliriyor çenesinde. Dikkati dağılmasın diye ceketinin üst cebindeki mendille yüzünde biriken teri kurulamaya kalkışmıyor.

"Merhaba, ilk kez mi İstanbul’a geliyorsun?" diyerek iki adım atıyorum. Papyonlu adam sol eli yüzümde, ısırır gibi konuşuyor: "Olduğun yerde dur." Aynı anda sağ eli ceketi içine uzanıyor. Avuçladığı silahın kabzasını görüyorum. Arkamda bir muhabir arkadaşım kolumdan çekiyor: "Gel geriye, bu adamların şakası yok."

*

Yıllar sonra muhalefet lideri Bülent Ecevit’in Amerika’nın birkaç şehrini ziyaretinde korumasını üslenen Secret Service’in (Gizli Servis) çalışmalarını da izleme fırsatı buldum. Bir haftalık gezide Bülent Bey’in toplantı ve konferanslarını takip ettim, yemeklerde masasında, uçak seyahatlerinde yanında oturdum, havaalanından otellere Ecevit Çifti beni araçlarına aldılar.

Son durak Winston-Salem’de, Ecevit, gençlik yıllarında çalıştığı yerel gazetede öğrencilere konferans verdi. Resim çekmek üzere koltuğumun altındaki çantaya eğildim, kamerama telefoto lensini yerleştirmeye başladım. Namlu görüşündeki lensli kamerayı çıkartırken sahnenin köşesinde ayakta duran Amerikalı ajanların şefiyle göz göze geldim. İri kıyım dedektif, koltuk altı kılıftaki Smith-Wesson’u kavramış bana bakıyordu.

Konferans sonunda yemek davetinde, gizli servis şefine "Günlerdir birlikte seyahat ediyoruz. Ecevitlerin hep yanındaydım. Niye?" diyerek silahına sarılmasını eleştirdiğimde dudak büktü: "Görevimiz konuk devlet adamının can güvenliğini sağlamak. Çantanızdan ne çıkacağını kimse garanti edemez. En yakını dahi olsanız farklı muamele gösteremeyiz" dedi.

*

Amerika’nın Secret Service, FBI gibi sivil güvenlik örgütleri ajanlarının performansları teori olarak etkileyici. Ama özel eğitimlerine rağmen görev aksaması olmuyor mu?

Yalnızca son 50 yıl içinde Başkan J.F. Kennedy, kardeşi Senatör Robert F.Kennedy iki suikast girişimiyle hayata göz yumdular. Gerald R. Ford ile Ronald Reagan, başkanlık yaparken silahlı saldırıda kurşunlanarak yaralandılar. Hem de tabur boyu deneyimli sivil ekiplerin koruması altında.

İhsan Sabri Çağlayangil’den başlayıp New York’u ziyaret eden dışişleri bakanlarımıza refaket eden Secret Service ekibinin emekliye ayrılmış şefi ile bir davette karşılaştığımda "Genç arkadaşlarımın işi zor. Eskiden içe dönük çalışırdık. Görev yelpazesinde kaçakçılık, uyuşturucu trafiği, sahtekarlık gibi yerel emniyet birimlerine düşen işleri de kovalardık. 11 Eylül’den sonra dış düşman tehlikesi ortaya çıktı. Kadrolarımız ikiye katlandı ama esas sorun güvenlik politikasında" diye konuştu.

"Yani?" diyorum, açıklıyor: "Dış kaynaklı terörün üstüne gitmek lazım. Ama Secret Service, FBI, CIA, Ulusal Güvenlik Örgütü ve lokal emniyet birimlerinin sıkı işbirliğine, istihbarat paylaşımına girmeleri gerekiyor. 11 Eylül terörünü yöneten Muhammed Atta, saldırılar öncesinde trafik suçu işlediğinde karayolunda durduruldu. Para cezası kesilip bırakıldı. Eğer gizli servislerimiz lokal polis birimleriyle istihbarat paylaşımı yapmış olsaydı Atta’nın aranan teröristler listesinde olduğu tespit edilecekti. Belki İkiz Kuleler hálá yerinde olacaktı. Aradan beş yıl geçti, bu sorun düzeldi mi bilmiyorum."

*

Emniyet kurumlarında kadrolar giderek büyüyor. Amerika’da şehir, eyalet düzeyinde 700 bin resmi polis, sivil dedektif var. Oysa iç ve dış terörizmle mücadeleyi üslenmiş FBI’ın kadrosu sadece 12 bin.

Emniyet birimlerinin tepesindeki Ulusal Güvenlik, turizm mevsiminde olası terör saldırılarına hazırlık maksadıyla tüm kurumlara ’teyakkuz’ uyarısında bulunmuş. New York polis teşkilatı, buna karşı kentin kalabalık cadde-sokaklarına 52 gözetleme kamelarası yerleştirdi. Bakkal, mağaza, butik ve banka gibi özel kuruluşlardaki binlerece kamera sayesinde adi hırsız, soyguncu, kadınları taciz eden sapıkların görüntüleri tespit edilerek tevkifler yapılıyor.

Polis kameraları göstermelik olsa gerek. Henüz terör kapsamına giren tek olayın görüntülendiğini duymadım.
Yazının Devamını Oku

Kaçaklar, iş, aş, eş peşinde

7 Mayıs 2006
Bir insan gölü içindeyim, Manhattan’ın aşağı kesiminde, güpegündüz, hem de 1 Mayıs’a rastlayan haftanın ilk gününde. Union Square’de yürümek şöyle dursun, adım atmak imkansız. On binlerce insan Broadway ile çevre yollarından ordu nizamıyla yürüyerek buluşma mahali seçilen Union Square’e akın akın gelmeye devam ediyorlar. Ama Bahar Bayramı kalabalığı değil ortasına düştüğüm. Bunlar New York’un önemli sanayi sektörlerinde asgari ücretle hayatını kazanan kaçak, yasadışı göçmen işçiler.

Amaçları Amerikan Kongresi’nde çalışmaları karar safhasına gelen kaçak işçiler yasasının istekleri doğrultusunda çıkmasını sağlamak.

Aynı gün New York gibi Chicago, Los Angeles, Houston, Miami dahil irili-ufaklı yüzlerce kentte Amerika tarihinde benzeri görülmemiş açık hava mitingleri gerçekleşti. Bayraklar, mesaj içerikli flamalar, posterler, resimler sergilenerek...

*

Geçen yüzyılın başlarında anarşist ve aşırı solcuların bazı devlet politikalarına karşı protesto mitingleri düzenledikleri Union Square’e toplananlara göz gezdirdiğimde ilk kez tanımlamanın tam anlamıyla bir ırklar mozaiği ile karşılaştığımı fark ettim.

Amerikan bayraklarını dalgalandıran başta Meksikalılar ile Güney Amerikalılar, Karayipliler, İrlanda’dan Polonya’ya Avrupalılar, Çin-Koreli’siyle Uzakdoğulular, Afrika kökenliler omuz omuza saflar oluşturmuş. Renkli bir tablo çevremde. Tepede bulutsuz sema, büyük çoğunluğu genç yaşta kaçak kadınlı-erkekli göçmenler...

Amerikan bayrakları yanısıra geldikleri ülkelerin kimliğini yansıtan bayrakları da, Hıristiyan inançları ifade eden Hz. İsa’nın portrelerini de, Latin köylülerin kahramanı Che Guevera’nın resimlerini de taşıyorlar. Meydan ortasında bir platform, organizatörler, politika aktivistleri, sendikacılar, vatandaşlık hakları savunucuları mikrofona çıkıp kısa konuşmalar yapıyorlar.

*

Sağ yanımda bir genç, "Save Darfur" (Darfur’u kurtarın) yazılı kartonu göğsüne dayamış. "Sudanlı mısın?" diyorum. "Oda arkadaşım Darfur katliamından kaçtı. Ben Senegalliyim."

"Ne arıyorsun burada?" Adı Makhtar Lo imiş cirit boylu Senegalli’nin. İki yıl önce Dakar’dan bir yük gemisiyle Porto Riko’ya sonra New York’a gelmiş. Kargo boşaltılırken gemiden atlayıp Brooklyn’de yakın bir akrabasının evine yerleşmiş. Bir gaz istasyonunda saati 6 dolardan benzin pompalayarak geçimini sağlıyormuş. "Neden terk ettin Senegal’i?"

Yarım İngilizce’siyle memleketindeki yaşam şartlarından yakınıyor: "Babam ben doğmadan bizi terk etmiş. Beş kardeşimle tek odalı evde kalıyordum. 17 yaşımda fosfat madenlerinde yarım gün iş buldum. Yarı aç yarı tok ancak beş sene dayandım. Evlenmeyi planladığım kızın ailesi başlık parası istedi. Ayrıca yeni bir eve taşınmalısın dediler. Param yok deyince bizi ayırdılar. Amerika’ya sığınmış teyze oğlumla mektuplaştık. Kurtuluşu kaçmakta buldum. Ümidim Amerikan Hükümeti’nin kaçaklara af çıkartması. O zaman yevmiyem artarak insan gibi yaşayabileceğim."

*

Union Square’de dakika başı çoğalan kalabalığa bakıyorum. Hepsinin sorunu tek noktada birleşiyor. Beyaz Saray nezdinde "kaçak", "yasadışı yabancılar", yoksul kitlelerin savunucuları, insan hakları kuruluşları sözcüleri nezdinde "kayıtdışı göçmenler" diye tanımlanan insanların ortak arzusu, "iş, aş ve eş" sahibi olmak.

Kaçaklar, aynı zamanda geride bıraktıkları ailelerine de yardım ediyorlar. Yalnızca Meksika’dan Amerika’ya sızan yasadışı göçmenlerin ailelerine gönderdikleri para, yılda toplam 16 milyar dolar.

Bahar Bayramı gününde sokaklara dökülüp özgür çalışma ve Amerikan vatandaşlığına geçme hakkını arayan yoksul kaçakların sayısı, ülke sathında 12 milyon.

Kaçakların sempatizanları, "Amerika göçmenlerin yarattığı bir ülke. Burada Kızılderililer dışında herkes göçmen. Başkan Bush’un ailesi de dahil. Kayıtdışı göçmenler gençlerimizin hakir gördüğü işlerde çalışıyorlar. İnşaat, temizlik, tarım ve hizmet sektörleri bu kaçaklar olmazsa krize girer. Bunca insanı hudutdışı etmemiz de imkansız. Af yasası çıkartın" diyerek dayanışma sergiliyorlar. Kongrede kaçaklar için hazırlanan yasanın müzakereleri hayli çekişmeli geçecek.

*

Yeni bir yasayla resmi kimlik kazanarak Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmek için Union Square’de toplanan on binlerce insan, yeryüzünde mevcut tüm ırk, din, dil ve kültürleri temsil ediyor. Beyazı, siyahisi, sarı tenlisi, çekik gözlüsü, Katolik, Budist, Müslüman’ıyla...

Amerika’ya küfür eden, bayrağını yakmaya teşebbüs eden, siyasi slogan atan, meydan etrafında nizamı sağlayan polis ekipleriyle tartışan tek kişi dahi yok bunca kalabalık içinde. Kaçakların tek isteği insan gibi yaşamak. Ekmek veren eli ısırmak gündemde yok.

Acaba Atlantik’ten Pasifik Okyanusu’na aynı gün kıta ülkenin dört bir tarafında iki milyonu aşkın insanın katıldığı gösteri yürüyüşleri başka bir ülkede sergilenmiş olsaydı böylesine barışçı ortamda başlayıp biter miydi? Sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku