27 Ağustos 2006
Doğum günü partisinden çıktığımızda karanlık çökmüştü Manhattan üzerine. Gökte tek yıldız yok. Dolunay tepede, bakır tepsi gibi. Ralph Lauren’in barok süslemeli mağazası donuk spot ışıklarına rağmen görkemli. Arkadaşım koluma dokunuyor: "Ne yapıyor bu kadın?"
İşaret ettiği yer, karşı kaldırımda RL’nin spor giysileri satılan diğer mağazası. Gençten bir kadın, elinde bir defter vitrini sürekli tuşluyor. Günlerden pazar, Madison Avenue’deki tüm dükkanlar gibi Ralph Lauren de saatler önce kepenk indirmiş. Sırtı bize dönük kadının tuşladığı vitrinde tek giyim eşyası göremiyorum. İnsan boyunda bir ekran bu, ortasında uçuk renkli bir şort, çevresinde yazılar, rakamlar. "Kolay gelsin" diyoruz.
Dönüp teşekkür ediyor. Sonra tekrar dokunuyor vitrine. Şortun yanında "ölçü" başlığı beliriyor. Yanında seçenekler: Küçük, orta, geniş, çok geniş. Ardından renk çeşitleri: Beyaz, siyah ve mavi. Deftere notlar düşüyor kadın. Bir diğer kareye parmak basıyor. Bu kez tenis süveteri geliyor ekrana. Meraklıyız ya, soracağız: "Ne yapıyorsunuz böyle?"
"Envanter sayımı yapıyorum. Vitrinden satış sistemi bu. Mağazaya girmeden günün 24 saatinde alışveriş imkanı sağlıyoruz. Tişört, Polo gömlek, şort, süveter, tenis ve tekne giysileriye başladık. 168 cm.lik vitrinde ölçülerinize uygun, beğendiğiniz renkte giyim eşyalarınızı seçiyorsunuz. En son adresiniz, kredi kartı numaranızı tuşluyorsunuz. Bir iki günde siparişiniz evinize teslim ediliyor."
Bilgisayar teknolojisiyle uygulanan yeni sistem ilgi görüyor mu? "Mağazalarımız iş saatlerinde tıklım tıklım. Tezgahtarlar zor yetişiyor müşterilere. Kalabalıktan hoşlanmayanlar için ideal bu sistem. Satışlar kıpırdamaya başladı. Yakında blucinleri de ekranlara taşıyacağız." Blucin hassas bir konu Ralph Lauren için. Milyarder modacı, RL amblemli kot pantolonları yalnızca hafta sonunda, sayfiyedeki villalarında değil defilelerinde ve işyerinde de giyiyor. Giyim sanayiinde kıyasıya rekabetin sürdüğü tek moda ürünü blucinler.
Rock’n Roll, Marlboro, McDonalds, Hollywood filmleri ve Coca Cola’sıyla birlikte blucin pantolonlar Amerika’nın yerkürede uyguladığı kültür çıkarmasında en etkili silahları. Farklı din, dil, ideoloji, renk, ırktan insanları birleştiren bir giyim eşyası kot. ABD başkanları Reagan, Carter, Clinton ve Bush’un yanı sıra Prens Williams, Prenses Caroline, Jackie Kennedy Onassis, Charlie Chaplin, Marlon Brando, Marilyn Monroe, Elvis Presley, Martin Luther King, Madonna, Jennifer Lopez, Britney Spears, Claudia Schiffer dahil sayısız eski ve yeni şöhretin gardırobunda düzinelerle blucin olduğu biliniyor. Ralph Lauren, Lagerfeld ve Armani gibi ünlü modacılar da davetlerde özel kesimli kotlarla boy gösteriyor. Zengin sınıfı dar gelirlilerin giysisi içine sokmayı başaran blucinlerin geçmişi 1870’li yıllara uzanıyor. California’da kömür madenlerinde çalışan işçilere sert kumaştan, çapraz dikişli kot üreten Jacob adlı bir terzi kendi buluşu metal perçin düğmelerin patentini almaya parası yetmediği için göçmen arkadaşı Levi Straus’la ortaklığa girdi. Straus, terzi Jacob’un ölümü üzerine adını taşıyan şirketi kurdu. Fransa’nın Nimes kentinden ithal ettiği denim kumaşıyla üretilen kotlar İtalya’nın Cenova kentindeki denizcilerin giydiği pantolonlara benzediği için jeans adıyla tanınmaya başladı. Blucin 1950’den sonra okyanus ve kıtalar aşarak dünyaya yayıldı.
1970’lerde blucin zirveye tırmandı. İşçi, dar gelirlilere ilaveten 10 dolarlık kotlar gençlerin başlıca giyim eşyası oldu. Holding patronları, yüksek sosyete, sinema-eğlence alemi ünlülerinin gösterdiği rağbetle "dizaynır" jeans modası ortaya çıktı. Jordach, Gloria Vanderbilt, Ralph Lauren, Guess, Chic, Sergio Valente, Calvin Klein’ın marka jeans’leri 100 doların üstünde piyasaya sürüldü. 1998’de Gucci’nin ürettiği "Genius Jeans" Milano’da 3.134 dolar ile en pahalı blucin rekorunu kırdı. Three O adlı giyimevi geçen yaz 18 karat altın iplikle dikilen bir blucini 11.500 dolara satarak rekoru üç misli katladı. Modaevi Escada renkli süslemelerin işlendiği, kristal parçalarla bezenmiş blucinleri 7.500 dolardan başlayan fiyatlarla satışa sürdü. Jet sosyetenin körüklediği "marka jeans" yarışı biteceğe benzemiyor.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2006
Silahlar sustu ama daha namlular soğumadan ’Galip kim?’ tartışması başladı. Tel Aviv ve Washington’a göre bir ay süren harbin galibi İsrail. Arap alemi ve İran’a göre Hizbullah. Ortaya çıkan bilanço uygarlığın yüz karası: Çoğunluğu çocuk ve kadın binlerce ölü ve yaralı, güney bölgesi ile başkent Beyrut’un enkaza dönmüş mahalleleri, yıkılmış köprüler, tonlarca bombanın dilimlere ayırdığı karayolları ile boynu kırık bir Lübnan. Ülkenin yeniden yapılanması için milyarlarca dolarlık harp faturası. Değişen ne oldu, kim kazançlı çıktı sorusuna verilecek cevap yok.
Doğuya göz attığımızda tablo daha karanlık. Irak’taki karmaşa tırmanışını sürdürüyor. Bağdat ve çevresinde her gün bomba saldırılarında düzinelerle insan ölüyor. Yalnızca memuru, işçisi, esnafı ile sivil halk değil, polis ve askeriyle Iraklılar besmele okuyarak sokağa çıkıyorlar. Başkan Bush’un "Yeni Ortadoğu oluşuyor" dediği bu ise, eskisine yönelik özlemin giderek yayılmasına kimse şaşmasın. İsrail-Hizbullah harbinin galibini ararken soruya Irak’ı da katarak "Kazançlı çıkan terorizm" yanıtı yanlış olmayacak.
Son günlerde Atlantik aşırı sefer yapan uçaklara bindiniz mi? Londra’ya turistik ziyaretten dönen bir tanıdığım "Tatilim zehir oldu. İçimi dışımı teşhir eden röntgen cihazlarından geçirilmem yanı sıra uçağım iptal edildiği için alanda geceledik. Dört aylık kızımın süt şişesini dahi kabine almadılar. Saatlerce korku içinde uçmamız da cabası" diyor. Uçaklarda meşrubat şişesi, güneş losyonu, cep telefonları, ruj, gazete ve kitaplar dahi tehlikeli maddeler sınıfında artık.
Geçen hafta İngiliz polisinin ortaya çıkardığı Londra-New York-Los Angeles trafiğinde on uçağın okyanus aşarken sıvı bombalarla infilak hazırlığı, yolcu şikayetlerine kulak asılmayacak kadar ciddi. 11 Eylül’den bu yana terör bir kez daha dünyanın gündeminin tepesine çıktı.
21’inci yüzyılın vebası terörün kökünün kazınmasında insanlık büyük fırsat kaçırdı. El-Kaide’nin Dünya Ticaret Merkezi’ne uçakla intihar saldırısı üzerine militan eğilimli islam ülkeleri dahi Amerika safında yer aldı. Usame bin Ladin’e kucak açan Taliban yönetimi Afganistan’a askeri harekatla düşürüldü. El-Kaide lider kadrosu kapana sıkıştırıldığı sırada Neo-Con grubunun yönlendirmesiyle Amerika Afganistan’daki askeri gücünü Saddam Hüseyin’i devirmek üzere Irak’ta kullandı. Yanlış iç politika yatırımı El-Kaide’nin toparlanmasına yardım ettiği gibi Amerika’yı hálá içinden çıkamadığı dipsiz kuyuya itti.
Guantanamo üssünde Arap ve Müslümanlara eziyet, Ebu Garib cezaevinde Amerikan askerlerinin yaptıkları işkencelerin görüntüleri, ailesi önünde genç kızların ırzına geçilmesi, çocuk ve yaşlıların topluca katledildikten sonra yakılması ekranlara geldiğinde, Washington’un en yakın müttefikleri dahi Bush yönetimini eleştirip destek vermekten vaz geçtiler.
Saddam döneminde terörizme bulaşmamış Irak, Afganistan gibi uluslararası terörizm üreten ülkeye dönüştü.
Peki tüm bu eylemlerin arkasında El-Kaide mi var, amaçları ne? Müslüman bir diplomat ile bazı Arap gazeteciler şöyle yanıt veriyorlar: "Usame Amerika’nın gücüne karşı koyan bir sembol. Süper ülkenin Ortadoğu politikası, İsrail’e verdiği koşulsuz destek Arap aleminde militan İslamın yayılmasına sebep oluyor. 40 yıldır İsrail işgalindeki topraklarda sefalet içinde yaşayan Filistinlilerin durumu ABD’ye karşı öfkeyi körüklüyor. Amerikan askerlerinin sivil Iraklılara zulmü ekranlarda izleniyor, intihar saldırılarına gönüllü gitmek isteyenlerin sayısının artmasına yol açıyor. Arap-İslam gençliği, eylemleri şeref ve onur zedelenmesine tepki olarak görüyor. Londra’da tevkif edilen 23 kişi dahil bombalı eylemlere girişenler, bağımsız yeni gruplar olabilir. Hizbullah’ın İsrail harbindeki başarısı da teröre güç kattı."
Peki insanlar ilelebet terör korkusu içinde mi yaşayacak? Bir Filistin devletinin kurulması, Amerika’nın Ortadoğu’da tarafsız politika izlemesi, Arabistan yarımadasındaki askeri birliklerini geri çekmesi çözüm yolunda önemli ilerleme sağlayacak.
Durum pek ümit verici değil. Aklıma bir film adı takılıyor: "Durdurun dünyayı, inecek var."
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2006
Sinema markisinde masum görünüşlü üç kelimeye gözüm takılıyor: "Dünya Ticaret Merkezi." Çarpıcı, ilgi çekici başlığa ihtiyacı yok bu filmin. Hollywood tarihinde en korkunç yapımlar arasına gireceği kesin. Zira konu ’11 Eylül.’ Üstelik rejisörü Oliver Stone. Rastlantı değil, pazarlama fırsatçılığı. Amerika’nın ’Kara Günü’ 11 Eylül’e dört hafta kala kitabevlerinin vitrinlerine "Hayalet Kuleler: El-Kaide ve 11 Eylül Yolu" adlı kitaplar dizildi.
Belleğimde sayfalar açılıyor, duman bulutları arasında çıra gibi yanan ikiz kuleler, eli-yüzü kül tozlarına karışmış panik içinde kaçışan insanların görüntüleri, itfaiye ve polis araçlarının sirenleri bir kez daha canlanıyor zihnimde. Ofisimin karşısındaki seyyar büfeden sabah kahvemi almaya hazırlanırken ikiz kulelere terör saldırısını farkedince olup biteni yerinde görmek için Manhattan’ın güneyine koşmaya başladığımı hatırlıyorum. Görgü şahidi olduğum tarihi bir olayı tekrar yaşıyorum. Beş yıl önceki gibi yeniden yüreğim sıkışmaya başlıyor.
*
’11 Eylül’ hakkında bilmediğimiz pek çok şey var. Bir avuç El-Kaide teroristinin yerkürenin güçlü lideri Amerika’nın dokunulmazlığını zedeleyen eylemlerinin içyüzü hala meçhul. Fesat teorileri üremeye devam ediyor. Sansasyon yaratacak filmler, TV dramları vizyona giriyor, yarı belgesel kitaplar basılıyor, araştırma raporları piyasaya sürülüyor. Teroristlerin intihar uçaklarıyla yıktığı ikiz kulelerin olduğu yer hala boş. New York’lular benzeri görülmemiş saldırının korkusundan sıyrılmış değil. Olay güncelliğini sürdürüyor.
Yazar Lawrence Wright’ın kaleme aldığı "Hayalet Kuleler" bu karanlık tabloya ışık tutuyor. Usame Bin Ladin ve yakın çevresinin "Dünya Ticaret Merkezi" (DTM) saldırı planlarını yıllar önce hazırladığını bildiren araştırmacı Wright kitabının adını Kuran’ın dördüncü suresinden aldığını söylüyor. Yazar "Teroristler uçak kaçırıp eyleme geçme hazırlığı yaparken Bin Ladin videoya çekilen bir konuşmasında Kuran suresine atıfta bulundu: "Nerede olursan ol, ölüm gelip seni bulacak. Hayalet kulesinde dahi olsan." Usame’nin videosu saldırılardan sonra Hamburg’da bir bilgisayarda ele geçirildi.
*
’Hayalet Kuleler’in terör saldırıları üzerine yazılan kitaplar, resmi ve özel soruşturma raporları arasında gerçeklere en fazla ışık tutacak kitap olacağını sanıyorum. Yıllarca Bin Laden ve sağ kolu Zevahiri’nin ayak izlerini takip eden, yakınlarıyla görüşen yazar militan islamcılığın 1940’lı yıllarda Amerika’da eğitime gelen Mısırlı Seyid Kutub’la başladığına işaret ederek Colorado Devlet Koleji’nden Kahire, Cidde, İslamabad ve Hamburg’a uzanarak ikiz kulelere saldırıların nasıl planlandığını akıcı üslupla yansıtıyor. Bulgularının en can alıcı kısmında CIA ile FBI arasında kıskançlığa varan rekabet nedeniyle uçakla saldırılarının önlenemediği şöyle açıklanıyor:
"Üst düzey iki El-Kaide ajanı 2000 yılında Malezya’da gizli bir toplantıyı takiben ABD’ye sızdı. Bu ajanlar 11 Eylül’de saldırı uçaklarını yönetti. CIA ajanların kimliklerini bilmesine rağmen FBI ile paylaşmaya yanaşmadı. FBI’ın Minneapolis bürosu dedektifleri bir El-Kaide eylemcisinin uçuş okulunda eğitim gördüğünü, Dünya Ticaret Merkezi’ne uçakla bir intihar saldırısına teşebbüs edeceği yolunda ikazda bulundu. Destekleyici kanıt verilmediği için ikaza kulak asan çıkmadı."
*
"ABD’ye yönelik iç ve dış tehlikeleri karşılamakla görevli CIA ve FBI ajanlarının 2001’de ortak toplantılarda CIA ajanları bir buçuk yıl önce ülkeye sızan iki El-Kaide eylemcisinin fotoğraflarını teşhir etmekle beraber ’Soruşturmamız tehlikeye girer’ diyerek kimliklerini ve nerede olduklarını açıklamadı. Saldırıdan üç ay önce, 11 Haziran’daki son toplantıda FBI’in bilgi isteği tekrar reddedildiğinde FBI ve CIA ajanlarının kavgaya tutuşması zorlukla önlendi. 11 Eylül saldırısının ertesi günü El-Kaide faaliyetlerini takip eden FBI ajanı Ali Soufan, CIA’nın açıklamaya yanaşmadığı resimleri ve kimlikleri görmeyi başardı. Biri intihar uçakları saldırılarını yöneten Muhammed Atta’nın resmiydi. Şok geçiren Soufan tuvalete koşarak kustu."
’Hayalet Kuleler’ Pakistan sınırında son buluyor. Zevahiri veya ona benzeyen biri at sırtında bir köyden geçtikten sonra dağlar arasında kayboluyor. Kesin bir son değil bu. Ama El-Kaide’nin de bitmiş olduğu söylenemez.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2006
Dili çözülen David Saperstein yaşamının mahrem kesitlerinden söz ederek "Avrupalı kadınlar beni çekmiyor, çok tüylü oluyorlar" dedi. Suzanne ani bir hareketle mini eteği altında çorapsız bacağını David’in bacağı üstüne yerleştirdi
Kumral güzeli kadının jumbo jet kabinine girmesiyle uçağın kapısı kapandı. Oturacağı yeri arayan son yolcunun biletine bakan hostes cam kenarındaki boş koltuğu işaret etti. David Saperstein yol arkadaşı kumral kadının kum saatini andıran vücudunu incelerken Los Angeles seferinin zevkli geçeceğinden emindi. Jumbo bulut kitlelerini delerek irtifa aldıktan sonra kabin görevlisine "Moet Chandon veya Kristal’iniz var mı?" diye sordu. Az sonra milyarder işadamı David ile koltuk komşusu İsveçli güzel Suzanne "İyi yolculuklar" diyerek şampanya kadehlerini tokuşturdular.
Yolculuğun bir saati dolmadan sohbetleri yoğunlaşırken ikinci şampanya şişesi de açılmıştı. Dili çözülen David yaşamının mahrem kesitlerinden söz ederek "Avrupalı kadınlar beni çekmiyor, çok tüylü oluyorlar" dedi. Suzanne ani bir hareketle mini eteği altında çorapsız bacağını David’in bacağı üstüne yerleştirdi. Sonra Amerikalı milyarderin elini tuttu, dizinden başlayarak yukarıya çıkardı. Bacaklarının birleştiği yerde gezdirerek daireler çizdirdi. Mavi gözlerini erkeğin gözlerine dikerek "Beni tüylü buluyor musun?’ dedi. Kalp atışları hızlanan David cevap veremedi. Yolculuğun ortasında İsveçli kadına sırılsıklam aşık olduğunu farketti.
*
Servetini trafik raporları veren Metro Networks helikopter şirketiyle yapan David Saperstein uçak inişe geçtiğinde Suzanne’a Houston’a gelip kendisiyle çalışmasını önerdi. Genç kadın birkaç hafta sonra Teksas’ta David’le buluştuğunda milyarder işadamı iki çocuk sahibi olduğu eşinden boşanmak için mahkemeye başvurmuştu.
Cinsel dürtüler üzerine bir Hollywood yapımını yansıtan ilişki Suzanne’la David’in evliliğiyle noktalandı. İsveçli güzele 40 karatlık sarı elmas yüzüğü hediye eden David yeni eşiyle yaşamak için Los Angeles’te tepe üstünde 100 milyon dolarlık bir malikane inşa ettirdi. İç dekoratörler 15. Louis mobilyalarını, Marie Antoinette’in yatağının kusursuz kopyasını hazırlattı.
Çiftin hayat hikayesini kaleme alan bir sosyete yazarı malikaneyi "Pasifik’te Versailles Sarayı" ifadesiyle tanımladı. Evliliğinden ikisi kız üç çocuk sahibi olan Suzanne rüyasında görse hayra yormayacağı lüks bir yaşam sürmeye başladı. Ünlü modaevlerine 150 iş saatinde hazırlanan 90 bin dolarlık tuvalet ve gece elbiseleri ısmarlayan İsveçli kadın hakkında Vanity Fair dergisi Dünyanın bir numaralı ’haute couture’ (yüksek moda) koleksiyoncusu diye söz etti.
Hayır kurumlarına bağışlarına rağmen Kaliforniya yüksek sosyetesi mensupları ’Sonradan görme’ , ’köylü’ sıfatları kullanarak Suzanne Saperstein’in davetlerine katılmadı. Güzel İsveçli Paris, Milano ve Londra’da moda defilelerinin baş davetlisi oldu.
*
Mutlu evlilik geçen yıl ortasında çatırdamaya başladı. Bu kez David yeni bir gönül macerasına tutulmuştu. Hem de 45 yaşındaki Suzanne’ın İsveç’ten getirdiği çocuk bakıcısı Hillevi Svenson’a. Yakınları Hillevi için "Suzanne’ın genç modeli" diyordu. Suzanne kocasının Gulf Stream IV uçağıyla Paris’e uçmadan önce Houston’a uğradı. Alanda David boşanma başvurusunu eşinin eline tutuşturdu. Suzanne aynı uçakla tek başına Avrupa’ya uçtu. Birkaç hafta sonra Los Angeles’in kuzeyinde Simi Vadisi’nde at yetiştirdiği 140 dönümlük aile çiftliğine döndü. Akabinde avukatları karşı boşanma davası açtı.
Hukukçular boşanma davasının genelde erkek lehine sonuçlandığı Teksas yerine Los Angeles’ta görülmesiyle Suzanne’ın kocasının üç milyar doları aşan servetinin yarısını alacağına işaret ederek: "Tarihin en büyük ödemesi olacak. Suudi Arabistanlı silah tüccarı Adnan Kaşıkçı’nın 1982’de eşi Süreyya’dan boşanmak için ödediği 890 milyon dolarlık rekoru kıracak" diyorlar. Aradan bir yıl geçmesine rağmen mahkemeler bu davanın nerede görüleceği hususunda karar vermedi.
*
İlginç bir diğer boşanma davası da Atlantik’in diğer yakasında Paul McCartney ile ayrı yaşadığı ikinci eşi Heather Mills McCartney arasında. Beatle Paul geçen hafta mahkeme başvurusunda "Yanımda çalışanlara çok kaba davranıyor. Benimle sürekli münakaşaya girmesinden bıktım, usandım. Kızım Stella ile telefon konuşmalarımızı da gizlice banta almış" diye Heather’ı suçladı. Paul McCartney’in boşanma tazminatı olarak 45 milyon dolarlık teklifini ikinci eşi kabul etmedi. Paul’den iki buçuk yaşında bir kızı olan Heather yakınlarına kocasının ’Can sıkıcı’ olduğunu söylüyor. Pop müziğinin gelmiş geçmiş en ünlü dörtlüsünün gözbebeği, güfte ve besteleri dillerden düşmeyen, listelerde rekorlarına erişilmeyen Paul McCartney’in serveti 1.6 milyar dolar civarında. Bu birikiminin büyük çoğunluğu ilk evliliği sırasında yapmış. Beatles hayranları gibi ben de mahkemelerin aç gözlü Heather’ın taleplerine nasıl karşılık vereceklerini merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2006
Arka teker takımı beton zemini okşayarak piste değdi. Ardından ön tekerlekler. Delta hız kesip terminale yöneldi. Geride yedi saat dilimi bırakmışız. Türkiye’de tatil dönüşümde bir kez daha "Merhaba New York" diyorum. İstanbul-New York seferinde uçak tam kapasiteli. Hava kararmadan yakınlarıyla buluşma umudundaki yolcuların mutluluğu yüzlerinden okunuyor. Pilot "Çıkış kapımız değişti. Kuleden haber bekliyorum" diye anons yapıyor. Delta yön değiştiriyor. Uzunca bir yol katediyoruz. Pist tamiri yapılan yerlerden geçiyoruz. Havaalanı arkasında hortumu geri çekilmiş bir kapıya yaklaşıyoruz.
Yolcular çantaları ellerinde kapının açılmasını bekliyor. Rahat bir on beş dakika geçiyor. Herkes sabırsız, yeni bir anons: "Görevlileri bekliyoruz." Ne görevlisi bunlar? Bir anons daha: "Bir kontrol yapılacak. Lütfen kapıya geldiğinizde pasaportlarınızı hazır edin." Pasaport kontrolü terminalde yapılıyor, seferden gelen uçağın kapısında değil. Bir gariplik var bu işte. Kapı nihayet açılıyor. İki elimde iki çanta çıkış sırasına yürüyorum. Kapı-hortum bağlantısında resmi üniformalı üç polis. Önümdeki yolcuların pasaportunun ilk sayfasında yalnızca isimleri dikkatle okuyorlar. Pasaportumda adımı okuyan polis, fotoğrafıma da bakıyor. Sonra "Geçiniz" diyor. Uçakta bana şarap beğendirmeye çalışan kabin hostesine "Ne oluyor?" dediğimde dudağını büküyor: "Yolcu listesinde aranılan bir isim dikkatlerini çekmiştir."
Delta New York’a yol alırken yolcu manifestosu İstanbul’dan "Homeland Security"ye (Anavatan Güvenlik Örgütü) gönderilmiş olmalı. Birkaç ay önce bu örgütün ABD’ye gelen uçaklarda terör bağlantılı kişileri tespit amacıyla uçak şirketlerinden yolcu listelerini talep edecekleri bildirilmişti. Acaba bir teröristle birlikte mi New York’a uçtuk? Ertesi gün bu kontrol sonucunu araştırdığım yetkililerden tatmin edici yanıt alamadım.
Kısa doyumlu olmasına rağmen dinlendirici, zevkli bir yaz tatili geçirdim memleketimde. Dost ve yakınlarımla özlem giderdim, haber alışverişinde bulundum meslektaşlarımla. İstanbul eskisi ve yenisiyle, yapıtlarının görkemi, görünüşünün ihtişamıyla bence hálá dünyanın bir numaralı kenti. Trafik keşmekeşi, belirli kesimlerinde kaldırımdan sokağa taşan insan seline, bol yıldızlı lokantalarının pahalılığına rağmen.
Akdeniz kıyılarının doğa zenginliği, sıra dağların kanat gerdiği oymalı körfezlerde tropik bitkilerin gölgesindeki tatil köylerinin Hawaii ve Karayip ada zincirlerinden aşağı tarafı yok. Ege ve Akdeniz bölgelerinde iskan yerlerinin yerkürede benzeri pek çok ülkeye kıyasla gelişmiş olduğunu söylemek mümkün. Bir akşam yemeği öncesinde gezdiğimiz Antalya’nın Kemer İlçesi’nde otellerin gözalıcı renk, dizayn cümbüşünde modern mimarisi, dükkan ve restoranların intizamlı düzeni, tretuvarları çiçeklerle süslenmiş yollarını gururla seyrederken yüreğim kabardı. Ertuğrul Özkök bu başarının şehir planlamacısı bir Türk kadının eseri olduğunu söyledi. Ümit ederim ödüllendirilmiştir.
Beldibi’ndeki tatil köyünde kış yorgunluğunu atarken güncel yaşamda olup-bitenlerin dışında kalmamaya da gayret ediyordum. Irak’taki karmaşa bu kez Lübnan’a sıçramıştı. Ekranlarda Ortadoğu’nun Paris’i Beyrut’un bombalanması, kanlar içindeki insanların ambulanslara taşınması, Hizbullah’ın roketleri, İsrail tanklarının görünümü iç karartıyordu Antalya’ya 40 dakikalık uçuş mesafesinde. Kavurucu sıcağa karşı Antalya’nın turkuvaz sularında serinleyen plaj komşularım arasında İsrailli turistler de vardı. Yaşamın garip cilvesi.
Bu ziyaretimden dönüşte Türkiye ve Amerika’nın yaz yörelerindeki tatilini karşılaştırıyorum. Güney sahillerimizde apartman binaları, bahçe içindeki evler birbiriyle iç içe. Çevre sakinleri arasında komşuluk yakınlaşması var, muhit esnafı ile halk tanışıklık içinde. Altın Sahili diye ünlü Florida’da lüks villalar bir diğerinden, palmiye ağaçları, duvar boyunda bitkilerle tecrit edilmiş. Bahçelerde villa sakinleri yerine çiçeklerle uğraşan bahçıvanları görmek mümkün. Villalarda oturanların çoğu yan komşusunun kimliği hakkında bilgi sahibi değil. Cadde-sokakta gezen, dolaşan da yok. İnsanın insan arasına karışması için "Mall" denilen alışveriş merkezlerine gitmesi gerekiyor. Bu tabloda insan yok. Karşılaştırmada güney sahillerimiz ağır basıyor.
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2006
Kayra’nın üç cephesi tabandan tepeye cam kaplı. Kaldığım tatil köyünün modern mimarili bar-kahvehanesi Kayra. Solda, Toros Dağları inişli-çıkışlı. Karşımda Akdeniz göz alabildiğine yayılmış. Kahvemi getiren garson Eser’e laf atıyorum: "Sis çökmemiş olsa Kıbrıs sahillerini görürüz, değil mi?" Eser nazik bir genç, coğrafya yoksunluğumu yüzlemeden cevap veriyor: "Sanmıyorum efendim, sis tamamen kalkarsa Antalya’yı, Lara’yı görmek mümkün. Bazıları rutubet çekilince Mısır kıyılarını gördüklerini söylüyorlar ama imkansız. Körfez çok büyük, insanlar karıştırıyor."
Tatil köyü Antalya’da, ufuk çizgisi ardında gene Antalya. Türkiye’nin yaz turizminin yarısının bu eyalete yönelmiş olması boşuna değil.
*
Sabah kahvemden son yudumu aldıktan sonra plaj boyunca yürümeye başlıyorum. Son gelişimden bu yana fazlaca değişme yok. Güneş henüz yükselirken havuzda bir uçtan diğerine yüzenleri görüyorum. Çimlerde yoga yapanlar da var. Ama esas faaliyet "yer kapma" için. Tatil köyünün "misafir" denilen müşterileri, kahvaltıya gitmeden önce havuz başında, kumsal üstünde sıralanmış şezlonglara sahip çıkmak amacıyla havlu, gazete yerleştirme işini sürdürüyorlar.
Sırtı bana dönük, düzgün bedenli esmer bir kadın, iki şezlong arasında yarı eğilmiş havluları yayıyor. Yeni bir "misafir" olsa gerek. Kızgın Akdeniz güneşinde henüz kararmamış. Süt beyazı tenine kontrast düşen siyah sutyeni altında tangası var-yok arasında. Manzaradan şikayet edecek değilim.
Plaj iskemlelerinin çoğu erkenden kapılmış. Havlular üstünde Bild gazeteleri dikkatimi çekiyor, sonra Corriera della Sera, ileride Le Monde. Misafir listesinde Alman, İtalyan, Fransızlar var anlaşılan. Sonra gözüme, görünüşüne yabancı olduğum Kiril alfabesinde tabloid gazeteler çarpıyor. Köyün gazete-dergi bayii, "Bunlar Rus, Ukrayna, Kazak turistler için. MK Kosomalya, Zhizn adlı gazeteler."
*
Tatil köyünün kıdemli "misafir ilişkileri" sorumlusu İtalyan Elvira "Rus, Ukraynalı ve Kazakistanlılar bu yıl bizim kurtarıcımız oldu. Düşkırıklığı içinde bir sezon geçiriyoruz" diyor. Düş kırıklığı neden?
Sekiz yıldır Antalya’da tatil köylerinde çalışan Elvira, 2006 yılında Avrupa pazarının çok zayıf olduğunu söylüyor: "Sebeplerini hálá tespit edemedik. Mesela İtalyan misafirlerimiz çok az bu sene. İtalya’nın en büyük tur organizatörü Franco Russo, geçen yıl tatil köyümüze Milano ve Bologna çıkışlı haftada 10 charter uçağı turist getirirdi. Bu yıl, sayı haftada iki charter’a düştü. Almanya, Hollanda, Fransa ve İngiltere charter trafiğimiz de zayıfladı. Misafir eksikliğini Doğu Avrupa ve bazı Türki cumhuriyetlerden gelenler kapatıyor. Rusya’dan, Kazakistan’dan, İsrail’den aile grupları geliyorlar. Beklentilerimizin altında bir sezon geçiriyoruz ama komşu tatil köylerinin durumu daha da kötü. Tarifelerini yarı yarıya indirmelerine rağmen müşteri bulmakta zorlanıyorlar. Umutları yerli turistlerde. Bu yıl Akdeniz’e inen Türklerin sayısı geçen yıllara kıyasla çok daha az."
Bu bağlamda garip bir ikilem yaşanıyor bizim tatil köyünde. Deneyimli turizmci Elvira, Rus-Ukrayna ve Kazakların liste fiyatı ödediklerini, böylece işletme zararlarının bir ölçüde azaldığına işaret ediyor. Yabancı turizm şirketleri Avrupa’dan turist çekmek için fiyatları yüzde 50 kırdıklarını belirtiyor: "Gene de kafi değil, ümidimiz ağustos başında Avrupa trafiğinin tekrar canlanması."
*
Öğle yemeğinde, lokantanın tekir kedisine ufalanmış köfte parçaları atarken bir İtalyan karı-koca ile sohbete giriyoruz. Nasıl geçiyor tatiliniz? Niye Türkiye’yi seçtiniz?
Biri kız iki çocuk sahibi A. Santarini, bir okul öğretmeni, kocası Floransa’da lokantada çalışıyormuş: "İlk kez Antalya’ya geliyoruz. Akdeniz’in en bakir kıyıları Türkiye’de. Deniz suyu, bizim Sardunya Adası gibi berrak. Hava kirlenmesi de yok buralarda. Yemekleriniz lezzetli. Oda fiyatları ucuz. Euro’nun değer kazanması da bizim açımızdan iyi. Ödediğimiz parayla İspanya, Fransa, Yunan Adaları şöyle dursun denizle çevrili kendi ülkemizde dahi tatile çıkmamız mümkün değil. Avrupa’da yaz turizmi pahalı. Geçen yıl bazı dostlarımız çok hesaplı diye Küba’ya gittiler. Dönüşlerinde şikayet üstüne şikayet. Doğru dürüst bir şeyler yemek için ekstradan yüklü para ödemişler. Yolculuk mesafesi de çok uzun olduğu için çocukları da perişan olmuş. Biz de denemek istiyorduk sonra vazgeçtik. Türkiye ihtiyaçlarımızı fazlasıyla karşılıyor." Peki İtalyan ve Avrupalı turistler niye az bu yıl?
Lokantacı Santarini söze karışıyor: "Türkiye’de bir Katolik rahibin öldürülmesi hayli yankı yaptı İtalya’da. Ekranlarda sık sık gösterildi rahip cinayeti, arkasından tecavüze uğrayan turistlerin haberi. Almanya, Hollanda gibi ülkelerde ekonomi iyi değil. Ayrıca ekonomik krizin de tesiri olsa gerek."
*
Antalya turları düzenleyen bir şirketin rehberi Kerem ise her şeye rağmen iyimser. Avrupa trafiğinin ağustosta hareketleneceğini söylüyor: "Geçen yıl da turizm temmuz sonunda canlandı. 2005’te Türkiye’ye gelen 22 milyon turistin yüzde 40’ı Kemer-Alanya kuşağında tatil geçirdi. Antalya ülkemizin en süratli gelişen bölgesi. Burası dünya cenneti. İşler kötüye gidiyor diye karamsar olmadım hiç."
Kerem’le aynı görüşteyim. Yabancılar hiç gelmese dahi bu deniz, bu güneş, bu sema, bu muhteşem doğayı dize getirmek mümkün değil.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2006
Amerika’da tütüne karşı ilk tepki, 1888 yılında The New York Times gazetesinde "Bu şeytani ádet, devletimizi güçlü kılan vatandaşlarımızın mahvına sebep olacaktır" şeklinde bir uyarıyı içeren makale ile sergilendi. 1929’da da, Sağlık Bakanı Hugh Cumming, ABD Senatosu’nda tütünün uykusuzluk, sinirlilik yarattığını, toplum sağlığını tehlikeye düşürdüğünü söyledi.
Önümdeki genç, nesli tükenmiş Çiçek Çocukları’nı andırıyor. Kıvırcık sarı saçları omuzlarını kapamış, çapraz askılı gitarı sırtında, alnındaki bandana üstüne barış simgesi çiziktirilmiş. Uçuk renkli şortu altında deri sandaletler, eşyaları da küçük boy sırt çantasında. Tipik bir 1960 hippisi.
La Guardia Havaalanı terminalinde üniformalı görevlinin işareti üzerine gitarı ve çantasını kontrol bandına yerleştiriyor. Sıra elektronik kontrolde. Bu cihazı ilk kez görüyorum. Önü arkası cam levhayla kaplı, minik bir odaya giriyor. Anında sağdan soldan beyaz dumanlar çıkmaya başlıyor. Genç hippi sanki transa geçme hazırlığında. Elleri, kolları inip kalkıyor, ince bedeni bükülüyor. Anlaşılmaz bir gösteri, hayretle seyrediyorum. Dumanlar kaybolunca yandaki ekranı izleyen görevli ’Çıkınız’ diyor. Sıra bende.
Garip bir cihaz bu. İçeri girer girmez üstüme yumruk boyu dumanlar üşüşüyor. Tüm bedenim gıdıklanıyor bir anda. Hippi genç gibi elim-kolum havalanıyor. Dumanlar durunca cam hücreden çıkıyorum.
*
Görevli, cihazın fışkırttığı dumanların, birkaç saniyede yolcunun bedeninde patlayıcı madde olup olmadığını tespit ettiğini söylüyor. Çantamı alıp gitmeye hazırlanırken kontrol bandındaki görevli, yandaki masada çantamı boşaltmamı istiyor. Tıraş takımı, bir süveter, dergi ve kitapların altında evde bırakmayı unuttuğum sigara çakmağı. Ne olacağını bildiğim için keyfim kaçıyor. "Çakmak zararlı madde, geçemez. Birisine bırakın" diyor görevli. Çakmak bir yakınımın hediyesi, rahatça 20 yıllık. Manevi yönü yanı sıra maddi değeri da yüksek. Çöpe atılacak hali yok. Alanda kimi bulacağım? Ama o benim sorunum, görevlinin değil.
Tartışmak gereksiz, çantamı çakmağı alıp geri dönüyorum. Günübirliğine Boston’a gideceğim. Dolmuş uçaklarının küçük terminalindeki gazete bayiine koşuyorum. "Akşam dönüşte alırım" diyerek çakmakla birlikte 10 doları tezgah üstüne koyuyorum. Yaşlı Hintli bayi, başını iki yana sallıyor: "Öğle üstü kapanıyoruz. Dükkan tamirattan geçecek bir hafta."
Saate bakıyorum, 20 dakika var uçağın kalkmasına. Koridor sonunda erkek tuvaletine koşar adım gidiyorum. Çakmağı saklayacak yer arıyorum. Duvarlar mermer kaplı, kırık dökük, çukur yok. El kurutma makinelerin yeri alçak, tepesi göz hizasında. Lavabo altına eğiliyorum, kavisli borular var. Çantamdan yeni aldığım derginin plastiğini çıkarıp çakmağı yerleştiriyorum, boru çevresine sarıyorum.
Kontrol geçişim kısa sürüyor. Kapılar kapanmadan nefes nefese Boston uçağına giriyorum.
Koltuğa yerleştikten sonra düşünceye dalıyorum. Sigara tiryakiliğini sürdüreceğim diye bunca sıkıntıya girmek değer mi? Sigarayı kibritle yakmak hoşlandığım bir şey değil. Ama havaalanlarında çakmak nedeniyle karşılaştığım üçüncü olay bu. Üstelik konu yalnızca çakmak da değil.
*
Amerika’da sigara içme alışkanlığını sürdürmek giderek güçleşiyor. Sigara yasağı giderek yayılıyor. Resmi ve özel işyerlerinde, lokanta ve barlarda tütün kullanma yasağı var. Bazı şehirlerde açık havada dahi sigara içimine izin verilmiyor. Çeşitli kurumlarda yeni alınacak personele özel yaşamında da sigara içip içmediği soruluyor. Amerika’da satılan sigara paketleri üstünde caydırıcılığı su götürmez uyarılar var: "Sigara size ve çevrenizdekilere ciddi şekilde zarar verir", "Tütün cildi yaşlandırır" diye en hafifinden başlayıp "Sigara iktidarsızlığa yol açar", "Tiryakiler genç ölür", "Sigara öldürür" şeklinde herkesin ciddiyetini anlayacağı ifadelere kadar uzanıyor bunlar.
Japonların uyarıları daha yumuşak: "Sağlığınız zarar görebilir, dikkatli olun fazla içmeyin."
Fransa’da ise "Sigara yavaş ve ıstırap verici ölüme sebep olur" ibareleri yer alıyor. Tüm ikazlara ve dozu giderek artan yasaklara rağmen tiryakilerle sigara düşmanları arasında mola vermez bir savaş sürüyor.
*
Amerika’da tütüne karşı ilk tepki, 1888 yılında The New York Times gazetesinde "Bu şeytani ádet, devletimizi güçlü kılan vatandaşlarımızın mahvına sebep olacaktır" şeklinde bir uyarıyı içeren makale ile sergilendi.
1929’da da, Sağlık Bakanı Hugh Cumming, ABD Senatosu’nda tütünün uykusuzluk, sinirlilik yarattığını, toplum sağlığını tehlikeye düşürdüğünü söyledi.
Gene de 100 binlerce ailenin geçimini sağlayan, Hazine’ye milyarlarca dolar vergi kazandıran tütün sektörünün üretimi durdurması kolay değil.
Dünyanın en büyük sigara üreticicisi iki firma Philip Morris ile R.J. Reynolds’ın başkanları, 1997’de Kongre’deki yeminli ifadelerinde sigara-kanser ilişkisinin tıbben kanıtlanmadığını ileri sürdüler.
Günde üç paket sigara içen Prenses Margaret’in nikotin tutkusu nedeniyle ölmesinin geniş yankılarına rağmen sigara tutkusu yakın dönemde geçeceğe benzemiyor. Amerika’da lise öğrencilerinin yüzde 23’ü tiryaki. Yerkürede yılda içilen sigara sayısı 5.3 trilyon. Çinli doktorların yüzde 57’sinin sigara içtiği tespit edildi.
Sigarada 4 bini aşkın madde arasında 60’ının kanserli hastalıklara yol açtığını dev sigara üretici şirketler nihayet kabule mecbur kaldı. R.J. Reynolds kanserden ölen bir grup Amerikalının ailelerinin açtığı davada 145 milyar dolar tazminat ödemeye mahkum oldu. Temyizde reddedilen karar, bir diğer mahkemede inceleniyor. Philip Morris ise günde 600 milyon sigara üretmeye devam ediyor.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2006
Yazıişleri müdürü telefonda "Bavulunu hazırla, Miami’ye gidiyorsun. Kainat Güzeli Yarışması’nı takip edeceksin" deyince nabız atışlarım hızlandı. Heyecanım ses tonumda yankılanmasın diye kısaca "İlk uçakla yola çıkıyorum" diyorum. Amerika’ya geleli henüz iki ay olmuş, Miami lise yıllarımdan beri düşlerimi süsleyen bir kent. Hollywood filmleri, renkli dergilerdeki resimleri ile aşina olduğum uçsuz bucaksız plajları, turkuvaz sularında poyraza yelken basan lüks tekneleri, dev dalgalarla yarışan sörfçü gençler, cazibesine besteler döşenen yanık tenli polka bikinili kızlarıyla Miami sahillerini görmeye fırsat çıktığı için sevinçliyim.
Böylesine görev dost başına. Florida’nın "Altın Sahili"nin başladığı kentte üç hafta 70 kadar ülkenin milli güzeliyle birlikte olacağım. Gündüzleri plajlarda, turistik yerlerde güzellerin resimlerini çekeceğim. Akşam Florida sosyetesinin parti ve davetlerine katılacağım. Türk, Amerikalı, Yunan güzellerinin bir arada görüntülenmesi, favori gösterilenler, seçim jürisindeki ünlüler ile kısa röportajlar var programımda.
Miami’deki apart-otele öğle üzeri yerleştikten sonra güzellerin kaldığı otele gitmeden önce bir şeyler yemek istiyorum. Bavulumu taşıyan görevli adres veriyor: "Köşedeki lokantada bin çeşit sandviç var."
Abartmaya tebessümle karşılık veriyorum. Köşeye geldiğimde ilk kapıda ’Single’, yanında ’Couples’, üçüncüsünde ise ’Family’ levhalarını görüyorum. ’Aile, Çiftler’ yerine ’Tek’ yazılı kapıdan giriyorum.
İki tenis kortu büyüklüğünde bir lokanta bu, düzinelerle masa. Ortada yüksek iskemlelerin sıralandığı oval bir bar, servis sırası beklememek için boş bir iskemleye oturuyorum.
Defterimi çıkarıp hazırlık babında notlar düşmeye başlıyorum. Kameramdaki filmi kontrol ederken gözüm karşımda oturan çiçek desenli elbise içinde bir kadına takılıyor. Cüsseli kadının önünde bir kayık tabak, silme sandviç dolu. Ailece gelmiş olmalı ama yanında tezgah üstünde başı görünen küçük bir çocuk var. Kadın avuçladığı büyük bir sandviçi tümüyle ağzına sokuyor. Akabinde tezgahtaki çanaktan uzun bir salatalık turşusunu da iki dudak arasından içeri itiyor. Görüntüyü şaşkınlıkla seyrederken göz göze geliyoruz. Kadın ağzını bir kez daha açıp yutkunuyor, sandviç ile turşu kayboluyor.
Arkamdan bir ses soruyor: "Ne istiyorsunuz?" Garson bu. "Bir sandviç ile sütlü kahve." Önüme uzattığı mönü kapağında "1001 Sandviç" yazılı. "Ne sandviçi?" Oteldeki adam abartmamış, mönü kalabalık. "Tavuklu" diyorum. Çok geçmeden garson geliyor, elindeki geniş kayık tabağında bir karış boyunda beş sandviç. İtiraz ediyorum: "Ben tek kişilik istedim." Garson dudak büküyor: "Bu sipariş de tek kişi için."
Miami’nin güneş, deniz, plajıyla haşır neşir olmadan önce bu ülke halkının doymak bilmez iştiha boyutlarını öğrenmiş oluyorum. Amerikan gazetelerinin popüler ’Blondie ile Dagwood’ karikatür dizisinde geceyarısı uyanıp mutfakta yedi-sekiz dilimli sandviç yapan Dagwood’un hayal ürünü çizgi kahramanı olmadığını da anlıyorum.
AMERİKALI BİR ÇOCUK, YILDA 20 BİN GIDA REKLAMI İZLİYOR
Yeni Dünya sakinleri için aşırı gıdaya düşkünlük doğuştan başlıyor. Bol kalorili besinler üzerine kurulu Amerikan mutfağı çocuk yaşından itibaren kilo almaya yol açıyor. Tipik bir Amerikalı çocuk bir yıl içinde TV programları arasında 20 bin civarında gıda reklamı izliyor. Reklamlarda şişmanlığa sebep olan bol şekerli tatlı ve meşrubat, yağlı köfte, patates kızartmaları ağız sulandıracak görüntülerle sunuluyor.
Eric Schlosser adlı bir araştırmacı Pizza Hut, Burger King, McDonalds, Subway gibi dev lokanta zincirlerinin ülke sathında 19 bin okul yemekhanesinde ’junk food’ denilen beslenme değeri düşük yemekleri sattığını bildiriyor. Kötü beslenme ileri yaşlarda aşırı şişmanlık ve obez hastalıkları sorunlarına sebep oluyor. Schlosser ayrıca resmi bir devlet kuruluşunun araştırmalarından alıntı yaparak 2000 yılında dünyaya gelen her üç çocuktan birinin kimyasal maddeler, hormon katılmış etleri yemeleri sonucunda şeker hastası olacağını söylüyor. Dehşet verici bir uyarı bu. Acaba ana-babalar kulak verecek mi?
Yazının Devamını Oku