22 Ekim 2006
Hürriyet’in sürmanşeti "Çekiç Güç Kurtardı." Konu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hastaneye götürülürken yaşanan güvenlik skandalı. Anılarım üç hafta öncesine gidiyor. Ramazanın ilk haftası. Atlantic Records’un kurucusu Ahmet Ertegün, New York’un beş yıldızlı bir otelinde Başbakan Erdoğan’a bir iftar yemeği veriyor. ABD’nin seçkin kişileri davetli bu yemeğe. Aralarında ünlü aktör Robert de Niro da var.
Erdoğan, tercümanı aracılığıyla, de Niro ile bir sohbete giriyor. Sıcak, samimi görüşme yemeğin sonuna kadar devam ediyor. Oscar ödüllü aktör, eşiyle daveti terk ederken bir karmaşa başlıyor. Başbakan’ın korumaları Robert de Niro’yu çembere alıyor. Amaç birlikte hatıra fotoğrafı çektirmek. Erdoğan, Ertegün’e veda ediyor. Etrafında, Amerikan Gizli Servisi ajanlarıyla birkaç Türk koruma görevlisi. Diğer korumaları de Niro’yu kıskaca almış. Elden ele iki kamera dolaşıyor, fotoğraf uğraşısı sürüyor. Dostça poz vermek için eller aktörün omzunda, çehrelerde güleç ifade. Fotoğraf çektirmekten hoşlanmadığı bilinen de Niro bunalım içinde, bu ıstırabın bitmesini bekliyor. Amerikalı ajanlar Erdoğan’ın yanında, bakışları çevreyi tarıyor. Fotoğraf çektirmeyi düşünmedikleri aşikar.
Merdivenlerden inerek dışarı çıkıyorum. Yeni bir Amerikalı ajan ekibi otel kapısında etten duvar örmüş, yaka arkası mikrofonlarla konuşuyorlar. Az sonra arkasında korumaları, Başbakan, eşi ve kızıyla kapıda beliriyor. Gecenin ileri saati, kapıda kimliği meçhul insanlar var. Birkaçı Erdoğan’a yaklaşmak istiyor. Türk korumalar kararsız, Amerikalılar kurşun geçmez limuzinin kapısını açıp özel misafirlerin binmesine yardımcı oluyor.
*
Korumaların de Niro ile fotoğraf çektirmelerine karşı değilim ama, görev başında değil. Çeşitli ülkelerin yanı sıra ABD’de Secret Service’in (Gizli Servis) nasıl çalıştığını izledim. Ajanlar can güvenliğini üstlendikleri kişilerin ziyaret edeceği yerlerde önceden, salondan, çıkış merdivenleri ve mutfaklarda araştırma yapar. Türk korumalardan birkaçının Başbakan’dan önce davetin yapıldığı otele gelmesi gerekirdi. Çıkışta, uzun uçak yolculuğunu takiben iftara katılma yorgunluğunda süratle arabasına binmesini sağlamalıydılar. Fotoğraf çektirme yarışı ciddi bir görev hatasıydı. Yabancı korumalarla ilgili gözlemlerim aklıma geliyor bu bağlamda.
Güney Kıbrıs Rum lideri Kipriyanu ile görüşmek için Londra’da kaldığı otele gittiğimde iki İngiliz ajan refakatinde asansöre bindim. Hafif bir sarsıntıda iri kıyım olanı üzerime yığıldı. Doğrulur gibi yaparken elleriyle bedenimi taradı. Silah aramasının kibarcasıydı bu. 1980’lerin başında Los Angeles’ta avukat Necdet Çobanlı, beni bir sosyete lokantasına yemeğe davet etti.
Yemekte sürpriz misafir Los Angeles Başkonsolosu Ali Suat Çakır idi. Eski dostum "Sarı Suat"la sarılıp kucaklaşırken yan masadaki iki adamın bakışlarını üzerimde hissettim. Bir süre sonra tuvalete yöneldim. Adamlardan biri arkamdan geldi, yalnızca saçlarını tararken aynadan beni izliyordu. Çıktığımda o da terk etti tuvaleti. Ali Suat "Sanırım fark ettin. Beni koruyan Secret Service ajanı" dedi gülerek. İki ajan masalarına gelen garsona yalnızca şişe suyu siparişi verdiler akşam yemeğinde.
*
Muhalefet lideri Bülent Ecevit’in ABD’yi ziyaretinde bir hafta birlikteydik. Konferanslarını, katıldığı davetleri izledim. Uçakta, lokantada yan yana oturduk, uzun sohbetler yaptık. Ecevit’le yakınlığımı müşahede eden Amerikalı korumalarıyla hal-hatır sorar olduk. Gezinin son etabında Winston-Salem’da bir konferansı ön sırada izliyordum. Bir ara çantamdan telefoto lensimi çıkarıp kamerama yerleştirirken Ecevit’in arkasnda ayakta duran Secret Service şefiyle göz göze geldim. Dedektif koltuk altı kılıfındaki tabancasını kavramıştı. Aynı akşam bir davette benden niye kaygılandığını sordum. "Çantadan ne çıkacağını bilemeyiz. Risk alma lüksümüz yok" diye kestirip attı.
Yıllar önce Topkapı Sarayı’nı görmeye gelen Jackie Kennedy’nin korumasının yüzünde biriken terleri dikkati dağılmasın diye silmediği için gömlek önünün ıslak daireye dönüştüğünü, iki adım öne çıktığımda bel kılıfındaki tabancayı göstererek beni önlediğini, Houston’da kalp ameliyatını takiben Ankara ile telekonferans yapacağı stüdyo kapısında arabadan çıkarken kapaklanan Turgut Özal’ı Amerikalı ajanın havada yakaladığı hálá belleğimde. Doktoru "Düşmüş olsaydı ölüm tehlikesine girerdi" demişti.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2006
Hava sıcak, hem de yaz sıcağı türünden. ’La Batisse’in kapalı bölümünde müşteri yok. Biz de kaldırım üstüne açılmış portatif bir masaya oturuyoruz. Ceketimi iskemle arkasına yerleştirirken yan masaya göz atıyorum. Haki şortlu 20’lerinde erkek, karşısında balık etinde genç bir kız örgü örüyor. Garson az sonra komşu masaya servise başlıyor. Derin kasede çorbayı genç kızın önüne koyuyor, soğuk tavuk parçalarıyla karışık yeşil salatayı da erkeğin.
Garsona sandviç siparişi veriyoruz, arkadaşım Başbakan Erdoğan’ın son ABD ziyareti hakkında görüşlerimi soruyor. Kısa bir değerlendirme yapıyorum ama gözlerim arada biri yan masaya takılıyor. Manzara garip. Genç kız hálá örgüsüyle meşgul, çorba kaşığına uzanmaya niyetli görünmüyor. Erkeğin bakışları kızın yüzünde odaklanmış, arada bir çatalıyla salata parçalarını karıştırıyor. Tek kelimelik konuşma yok ikisi arasında. Dakikalar geçiyor, genç kızın işlediği yayık dörtgen örgü uzamaya başlıyor. Yemek tabaklarına hálá el sürülmeden.
Aniden bir kamera ekibi beliriyor önümüzde. Üçü de gözleri hafif çekik iki erkekle bir kız, kaldırım masalarındaki müşterileri süzdükten sonra masa komşumuza yanaşıyor. Siyah takım elbiseli erkek "Merhaba, birkaç dakikanızı alabilir miyim?" diyerek elindeki mikrofonu uzatıyor: "DPRK’in son testlerini ABD için tehlikeli buluyor musunuz?" Örgüsünden başını kaldıran kız bön bön bakıyor.
Uzakdoğulu’nun sözünü ettiği DPRK ’Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin kısaltılmışı. Testler ise yeraltında nükleer bomba patlatılması. Anlaşılmadığını farkeden TV muhabiri "Kuzey Kore" diyor, sorusunu tekrarlıyor. Bakalım ne olacak, merakla bekliyorum. Genç kızda yanıt yok, hafifçe tebessüm ederek tekrar örgüsüne dönüyor. Uzakdoğulu ekip ayrılıyor. Garson yarım saat sonra sandviçlerimizi getiriyor. Süratle yemeye başlıyoruz, sinemaya yetişeceğiz. Masa komşumuzda yemeklere hálá dokunulmamış, konuşma da olmadığı gibi.
Görünüşte tipik bir Amerikalı çift bu ikili. Ama sergiledikleri tablo mantığa pek sığmıyor. Tren, otobüs, uçak yolculuklarında örgüyle zaman geçiren kadınlara rastladım. Ama lokantada değil. Niye yemeklerine dokunmadılar, çehrelerinde okunan huzura rağmen konuşmamaları neden? Aradan bir hafta geçmesine rağmen merakımı giderecek izah bulmuş değilim.
Kıta ülke ABD’nin nüfusu ekim ayında 300 milyona ulaştı. Güncel yaşamlarında bu toplumun ilgi duymasını gerektiren olaylar listesi oldukça uzun. ABD yabancı iki ülkede savaş sürdürüyor. Karmaşa içindeki Irak, mezhep çatışmaları yüzünden iç harp eşiğinde. Yeni bir araştırma raporuna göre 2003 Irak işgalinden bu yana ölen sivil Iraklıların sayısı 600 bin civarında.
130 bin mevcutlu ordusuna rağmen ABD, Irak’ta olduğu gibi Afganistan’da da barış tesisinden çok uzakta. İran nükleer programına, Kuzey Kore ise yeraltında bomba patlatma testlerine devam ederek ABD yönetimine kafa tutuyor. Sudan hükümeti de Amerikan protestolarına kulak asmadan Darfur’da 400 bin Müslüman’ı katleden Cancavit milislerini durdurmaya yanaşmıyor.
İç gündemi de kabarık ABD’nin. Kongre seçimleri arifesinde Florida milletvekili Mark Foley’in sapık ilişkileri basında günlerdir baş haber. Ekonomik, sosyal, sağlık meseleleri üstüne gelen Foley olayı siyasi arenada dengeleri sarstı. Ama Amerikan halkı gerçeklerden ziyade görünümü hoş, içi boş konulara merak gösteriyor. Sosyete şıllığı Paris Hilton’ın gece kulüplerinde çıplaklık gösterileri, Angeline Jolie-Brad Pitt’in Afrika-Güney Asya seyahatleri, Britney Spears ile beslemesi kocası Federer’in maceraları, Scarlett Johansson’ın göğüslerini teşhir etmesi, sosyete dedikoduları izleyici sıralamasında ciddi dünya haberlerinin çok üstünde reyting alıyor.
Uluslararası iş, ticaret eğitim, iletişimden sanat ve modaya yerkürenin lideri ülkede dünya sorunlarına yönelik bilgisizlik tek kelimeyle komedi. Ünlü sunucu Jay Leno, TV programlarında Amerikalıların tarih ve coğrafya konularında cehaletini sık sık ekranlara getiriyor. Yoldan geçenleri çevirip "ABD, İkinci Dünya Harbi’nde kimle savaştı?" diye soruyor. Yanıt: Meksika. ’Cihat’ nedir? ’Şapka.’ Ayaküstü röportajlarda Leno’nun sorularını yanıtlayanların çoğu öğrenci, öğretmenler dahi var aralarında. Peki ’Amerikan bayrağında kaç yıldız var? "52." (Doğrusu 50.) Kristof Kolomb nerede doğdu? ’Kolombiya’da. (İtalya olacak.) Hangi yılda? ’1864.’ (Kolomb, Amerika’yı 1492’de keşfetti.)
Süper ülkede komedi şovlarını seyretmeye gerek yok. Jay Leno’nun gece yarısı programlarını izlemek yeter de artar.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2006
Tek sayfalık belgeyi okumaya özen göstermeden imzaladılar. Belgenin son maddesinde "Hayat hikayesine karşılık bir dolar ödenecek" cümlesine itiraz eden çıkmadı. Kağıtlar toplandıktan sonra gerilerden "Bir numara, ayağa kalk adını, yaşını, doğum yerini söyle" diyen tok bir ses duvarlarda yankılandı. Parke zeminde oturan genç kız ayağa kalktı, heyecanını yenmeye çalışarak konuşmaya başladı: "Adım Priscilla Lopez, yaşım 21." Aynı anda ünlü koreograf Michael Bennett masası üstündeki ses bantlarının kayıt tuşlarına basıyordu.
Dokuzu kız, sekizi erkek 17 kişiydi zeminde daire çizerek oturan. Broadway’in en iyi kadrosunu bulmak için Michael Bennett’in açtığı yarışmaya katılan yüzlerce dansör arasında son elemeye kalmışlardı. Başarılı oyunların yaratıcısı Michael planlama safhasındaki müzikalde yalnızca sekiz dansçı kullanacaktı.
*
Kimi utangaç, çekingen kimisi açıksözlü dansörler özel hayatlarının mahrem yönlerini anlattı. En güç soruları isteksiz dahi olsalar ayrıntılarıyla açıkladılar. Hava karardığında dışarıdan yiyecekler getirtildi. Gün ışıdığında soru-cevaplı konuşma devam ediyordu. Dansörlerin hemen hepsi şöhret ve paraya kavuşmak değil, benliklerine işlemiş dans tutkusunu sergileme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Eskinin başarılı dansözü Michael duyduklarından çok etkilenmişti. 17 dansörün hayat hikayesinin ses kayıtlarına geçirilmesi 20 saat sürdü.
Paketteki son sigarayı ateşleyen Michael mikrofondan "Lütfen tek sıra dizilin" direktifini verdi. Dansörler ayağa kalkınca "4, 5, 8" diyerek dokuz dansözün numaralarını okudu, "Ön sıraya çıkın" dedi. Sevinç içinde birbirini kucakladı dokuz dansöz. Umut kırgınlığına düşen geridekiler dokunulsa ağlayacak gibiydi. Yapımcı-koreograf Bennett’in bir sürprizi daha vardı: "Öndekiler, gidebilirsiniz. Arka sıra kalsın." Keder ve mutluluk saf değiştirdi birkaç saniye içinde. Michael ihtiyacı olan sekiz dansözü bulmuştu. Broadway tarihinde en uzun süren "A Chorus Line" müzikalinin provaları bir hafta sonra başladı.
Schubert Tiyatrosu’nda 1975 Temmuz sonunda perde açan "A Chorus Line" 1990’a kadar ara vermeden oynadı. Broadway dansörlerinin dans sevgisinin yanı sıra inişli-çıkışlı yaşam hikayelerini dile getiren müzikali 15 yılda 7 milyona yakın sanatsever izledi. Tiyatronun Oscar’ı sayılan 9 Tony, saygın Pulitzer dahil sayısız ödüle layık görülen müzikal 300 milyon dolar gişe hasılatı yaptı. Michael Bennett’in AIDS’ten vefat etmesinden üç yıl sonra Broadway’de gösterimden çekildi. Bennett’in avukatı John Breglio, várislerin isteği üzerine "A Chorus Line"ı tekrar Broadway’e taşıdı. Bir yıl süren kadro oluşturması ve provaları takiben sayısız rekorlar kıran müzikal bu hafta Schoenfeld Tiyatrosu’nda tekrar perde kaldırdı.
*
1975’teki orijinal kadronun bazı dansörleri "A Chorus Line’ın esas yazarları biziz. Bu oyun milyonlarca dolar kazanç sağladı. İlk yıl gişe hasılatından dansör başına 10 bin dolara yakın para aldık. Sonra bundan vazgeçildi. Hayat hikayemizi bir dolara sattığımız için itiraz edemedik. Gençlik ve tecrübesizliğimizin kurbanı olduk. Aramızdan biri kişi dahi çıkıp Michael Bennett’ten talepte bulunmaya cesaret edemedi. Michael olmasa asla ’A Chorus Line’ olmazdı. Ama biz de olmasaydık A Chorus Line olmazdı" diye dert yanıyorlar.
Oyunun ilk kadrosundaki sekiz dansözden hiçbiri artık Broadway’de değil. Oyuncu olarak Tony ödülü alan Sammy Williams çiçekçilik yapıyor. Cameron Mason ev temizliği hizmeti veriyor, diğerleri öğretim üyeliği dahil çeşitli işlerde hayatını kazanıyor. "A Chorus Line"ın tekrar hasılat rekorları kırması bekleniyor ama ilk çekirdek kadro dansörlerine yayım hakkı ödenmesi söz konusu değil. Onlar da "Biz bu işe para hırsıyla girmedik zaten" diyorlar.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2006
’Marka’ sayılan bir modaevinin ceket-etek takımını giymiş genç kadın tekerlekli sepet içindeki malzemeyi tezgahın üstüne yerleştirmeye başlıyor. Plastik kutuda beyaz peynir, ufak boy zeytin, irmik, havası alınmış pakette dilimlenmiş pastırma, iki kangal sucuk ve kuzu beyni var.
Yanındaki kız çocuğu "Anne, çikolatalı bisküvi almayı unutmuşsun" diyor telaşla. Genç kadının gözleri irileşiyor: "Türkçe konuşma, anlamasınlar nereli olduğumuzu." Sonra İngilizce devam ediyor: "Mutfakta açılmamış Ülker var." 10 yaşlarındaki kız bir Türk’ün işlettiği süpermarketten çıkana kadar ağzını açmıyor. Annesi kasaya ödeme yaptıktan sonra sıra bana geliyor.
İçimin ezildiğini hissediyorum. Genç Türk kadını acaba hangi nedenle öz kimliğini saklama ihtiyacında. Burası New York. ABD’de ve muhtemelen tüm yerkürede en fazla ırk ve soy farklılığının sergilendiği şehir. Belediye Başkanı Michael Bloomberg "New York’ta konuşulan dil sayısı 200’ü aşkın. Birleşmiş Milletler’de dahi bu kadar dil konuşulmuyor" diyerek çok kültürlülüğü savunuyor. Anne-kızın pastırma, sucuk ve kuzu beyinli alışverişleri kökten Amerikalılar için yabancı. Konuşmayı duymasam dahi seçtiklerine bakarak Türk olduklarını söylemem mümkün. Genç kadının kaygılanmasına üzülmemek elde değil.
*
Zihnimde ihtimaller hesabı yapıyorum. 11 Eylül terör saldırılarını takiben ABD’de Arap ve Müslümanlara karşı tepkiler aklıma geliyor. Sebep bu olsa, diyorum. Ama aradan beş yıl geçti. Terör lafı geçtiğinde Amerikalının aklına saçı-sakalı birbirine karışmış, başlarında yün maskesi, yuvarlak yakalı beyaz gömlekleri ve tulumlu kıyafetleriyle El-Kaide tetikçileri geliyor. ABD’de yüz binlerce Türk arasında bu görünüme uyan tek kişiyi arasan bulamazsın.
ABD’de din ve ırk kimliğini gönüllü açıklamaya yanaşmayanların başında sanırım Yahudiler geliyor. Oysa Yahudilerin Yeni Dünya denilen ABD’ye yerleşmesi iki yüzyıl öncesine uzanıyor. Göçmenlerin en eskilerinden Yahudiler tıp, hukuk, iş, ticaret, finansman, yazılı-görüntülü basın, moda, sanayi, sinema ve eğlence alemi gibi çeşitli sektörlerde başarılarıyla tanınıyor. Gene de İtalyan, İrlandalılar gibi köken ve inanç bağlantılarını açıklamıyorlar.
Yahudi kökenlilerin açığa çıkmasında basında ün yapmış Yahudi yazarların rolü büyük. ABD Başkanı Bill Clinton’ın kabinesinde dışişleri bakanlığı yapan Madeleine Albright’ın Yahudi olduğu ikinci görev dönemi sonunda basında yer aldı. Albright, Çekoslovak Yahudisi büyük babasının ve büyükannesinin Nazi soykırımında öldüklerini birkaç yıl önce öğrendiğini söyledi.
Kasım’da ikinci kez seçimlere girmeye hazırlanan Virginia senatörü George Allen geçen ay 83 yaşındaki annesi Etty Lumbroso’yu kaybetti. Annesinin, Yahudi olduğunu ölüm döşeğinde söylediğini seçim kampanyasında itirafa mecbur kaldı. Etty 60 yıllık sırrını açıkladıktan sonra oğluna son sözünü söyledi: "Artık beni sevmeyeceksin."
*
Aşırı sağcı ünlü Yahudi köşe yazarı Charles Krauthammer bir makalesinde "Krauthammer Kanunu: Aksi ispat edilmedikçe herkes Yahudidir" diyerek şöyle ekliyor: "Geçen seçimlerde başkanlığa yarışan demokrat aday John Kerry, rüzgar kayağı yapan, Fransızca konuşan bir aristokrat. Büyükbabası ve annesi Yahudi. Methodist Kilisesi mensubu Hillary Clinton’ın üvey büyükbabası Yahudi. NATO’nun eski başkomutanı dört yıldızlı general Wesley Clark, Fransa’da cumhurbaşkanı adayı Nicolas Sarkozy, Rus parlamentosunda Yahudi düşmanlığının öncüsü Vladimir Jirinovski de Yahudi."
"Yahudiler Avrupa’da azınlık mahallelerinde yaşamaya mecbur bırakıldı. 18. asırda aydınlanma döneminde Avrupa sosyetesine karışmalarına izin verildi. Sanat, ilim, politika alemine girerek nüfus sayılarının oranlarına kıyasla çok üstün düzeye eriştiler. Ama yüzyıllarca süregelen baskı ve zulmün etkilerinden sıyrılmaları kolay olmadı. Kimliklerini öne çıkarmada isteksizliğin altında yatan mantık, ıstıraplarla geçen geçmişin eseri."
100’ü aşkın ırktan insanların yaşadığı ülkedeki Yahudiler için köken konusu diye bir sorun yok artık. Özgürlükler içinde demokrasi ilkelerinin hüküm sürdüğü ABD’de bazı çevrelerin 11 Eylül’den sonra terörle bağlaştırdığı Arap ve Müslümanlara yönelik olumsuz tutumları da geride kaldı. ABD, Anglosakson halk çoğunluğu gibi azınlıklara söz ve ifade özgürlüğünde eşit, yabancı ziyaretçilerin sataşmalarına hoşgörüyle davranıyor. Geçen hafta İran ve Venezüella devlet başkanlarının BM’deki konuşmalarında ’Şeytan’, ’Düşman’ şeklinde sıfatlarla Bush’a sataşmasının da fazlaca üstüne gidilmedi.
Böyle bir ortamda Amerikalı Türklerin ana dillerini kullanmaktan kaygı duymalarını anlamak güç. Market tezgahında önümdeki genç Türk kadınıyla tanışıp konuşmayı çok isterdim.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2006
Yaşlı adam deri kayışı çekiyor ama minik köpek direniyor. Etrafta insan azmanı korumalar var, ceket kolundaki mikrofonları dudaklara yapışık sürekli konuşuyorlar. Cadde-sokak yetmemiş gibi kaldırıma çıkmış polis arabaları hırıltıyla çalışıyor. Polis atlarının taşlarda yankılanan nal sesleri de cabası.
Köpek korku içinde, yürümeye yanaşmıyor. Adam köpeğini kucaklıyor, karşıdaki parka giriyor nefes nefese. Göz göze geliyoruz, "Her sene aynı manzara, bıkkınlık geldi Birleşmiş Milletler’den. Keşke burdan taşınıp Alaska’ya gitseler de bu ıstıraptan kurtulsak" diyor.
Dünya siyasetinin başkenti BM bir kez daha kuşatma altında. 192 ülkeyi temsil eden diplomatik heyetler Genel Kurul’un genel görüşmeleri için New York’ta. Kentin merkezi trafik keşmekeşinde.
Kasaları kum dolu kamyonlar ana kavşakları çaprazlama kesmiş, binaya bombalı araç saldırısını önlemek için. Güvenlik sisteminde resmi polislerin yanı sıra görevli FBI, Ulusal Güvenlik ile diğer devlet koruma ekipleri bölgede kuş uçurtmuyor. BM’ye cephesi bulunan binalarda keskin nişancılar uzun menzilli tüfekleriyle çevreyi izliyor. Tarihi binanın doğu yüzündeki nehirde sahil devriye tekneleri tur atıyor.
*
Peki içerde ne oluyor? Bu dönem daha hareketli BM. Gelecek hafta sonuna kadar devam edecek genel görüşmelerin açılışı hayli eğlenceli geçti. Amerikalı diplomatlar Başkan George W. Bush’un, kendisini siyasi tartışmaya davet eden İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’la BM’ye girişlerde, bina koridorlarında karşılaşmasını önlemek için hayli gayret sarf etti. İki lider Genel Kurul’da dört saat arayla bir diğerinin yaptığı konuşmayı boykot ederek salondaki yerlerini terk etti.
Genel Sekreter Kofi Annan’ın heyet başkanlarına verdiği öğle yemeğinden önce BM protokolü İran elçiliğine "Alkollü içki servisi yapılacak" şeklinde mesaj göndermesi üzerine Ahmedinejad davete gelmedi. Tatsız karşılaşmayı önleyen protokol rahat bir nefes aldı. Bush yönetimi ’bir numaralı düşman’ diye tanımladığı İran devlet başkanından öç almak için Manhattan’ın Columbus Meydanı’nda 25 mil mesafe dışına çıkamayacağını bildiren mesaj gönderdi.
Genel görüşmelerde 61 devlet başkanı, 21 başbakan ve 92 dışişleri bakanı ile ender görülen bir üst düzey katılım dikkati çekiyor. Kürsüye çıkan heyet başkanlarının konuşmalarının ana temasını uluslararası terörizm, BM reformları, Ortadoğu ihtilafları, yoksul ülkelerin ekonomik durumu, Afrika’yı kemiren AIDS oluşturuyor. Üye devletlerin heyet başkanları Genel Kurul’a hitap ettikten sonra aralarında ikili görüşmeler yapıyor.
Genel Kurul’un 61. dönem toplantılarına katılan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de yoğun diplomatik temaslar sürdürüyor. Dışişleri Bakanı’nın heyetinde 10 diplomat var. Hafta içinde bazı diplomatların New York’a gelip heyete katılması da bekleniyor. İkili temaslar, grup toplantıları, yabancı basına röportajlar, yemek davetleri arasında Dışişleri Bakanı Türkiye’nin 2008’de Güvenlik Konseyi üyeliğine adaylığı konusunda lobi yapıyor.
*
Konsey üyeliği Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’daki stratejik konumunun önemini vurgulamak açısından büyük önem taşıyor. Oysa Türk diplomatlarının lobicilik konusunda başarısı kanıtlanmış değil. BM çok uluslu politikaların odağı. Üye ülke temsilcileri çeşitli sorunlarda karşıtlarıyla pazarlık yaparak alınan kararlarda destek alışverişini sürdürüyorlar. Dostluk ilişkileri böyle durumlarda önemli rol oynuyor.
Oysa BM’de nezdinde Türk misyonundaki diplomatların yabancı meslektaşlarıyla kaynaşmış olduklarını söylemek güç. Onları delege salonunda, lokantalarda dahi görmek ender bir durum. Geçmiş dönemde Hürriyet’in BM ofisinde Türkiye’den gelen gazeteci arkadaşlarımın Türk misyonu hakkındaki sorularını yanıtlarken genç bir Türk diplomatı BM karşısındaki Türkevi’ne gitmek için dışardaki yağmurun dinmesini beklediğini söyleyerek aramıza katıldı. İzahatım bittiğinde diplomatlarımızın içe kapanıklığını, BM’ye ilgisizliklerini eleştirmemi tasvip etmediğini söyledi.
Birkaç hafta sonra BM’deki ofisimin bulunduğu katta New York’u ziyaret eden 15 Türk valisinden oluşan bir grupla karşılaştım. Gruba, görüşlerimi tasvip etmeyen genç diplomat rehberlik ediyordu. Beni görünce yarı mahcup fısıltıyla sordu: "Sizi gördüğüm iyi oldu, acaba Güvenlik Konseyi nerede?"
Tebessüm ettiğimi hatırlıyorum. "Arkanızdaki camlı kapıyı açın, tam karşınızda." Yetinmeyerek duvarda İngilizce ve Fransızca "Güvenlik Konseyi" levhasını işaret ettim. BM misyonunda dört yılını dolduran diplomatımız iki ay sonra Ankara’ya döndü. BM gibi Türk diplomatlarının da reforma yönelmesi zorunlu bir ihtiyaç.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2006
Trafik ışığının yeşile dönmesini bekliyorum. Karşı kaldırımdaki genç de öyle. Kısa kollu tişörtü ve ayağındaki pantalon aynı renkte, şarap kırmızısı. Bhagwan müritlerinin kıyafet rengi bu, boynundaki boncuklu kolye göğüs altına iniyor. Yeşil yanıyor. Kırmızı giysili genç yaklaşıyor, önüne geçip laf atıyorum: "Rajneesh’misin?" Gözleri parlıyor, "Evet, ya sen?" "Hayır ama tanıdıklarım oldu" diyorum. Takılıp konuşacak zamanım yok: "Hoşçakal."
Hintli sahte tanrı Bhagwan’ın 16 yıl önce ölümüyle soyadını taşıyan Rajneesh tarikatının dağıldığını biliyorum. Bir açıkgöz tarikat liderliğini mi üstlendi? Oysa birkaç hafta önce bir dost sohbetinde sokaklarda kıyafetlerinden tanıdığım Rajneesh’leri, Koreli Rahip Sun Myung Moon’un Unification Church, Brahma Kumaris, Hare Krishna gibi ruhsal sorunlu insanları sömüren uydurma tarikatların müritlerini görmediğimden söz etmiştim. Arkadaşlarım da "Gözlemin doğru, bizim de dikkatimizi çekti" yorumunda bulundu. Peki bu genç nerden ortaya çıktı böyle? Soruyu kimse yanıtlayamadı.
*
Bhagwan Shree ile 21 yıl önce Pasifik yakasında ’Rajneeshpuram’ ilçesinde tanıştım. Binlerce müridi Oregon eyaletinde 600 nüfuslu Antelop ilçesinde ev ve arazi aldıktan sonra belediye seçimlerini kazanıp ilçe adını Rajneeshpuram’a çevirmişti. Avrupa, Güney Amerika ve Uzakdoğu’dan gelen müritleri 25-40 yaşları arasında, asgari üniversite mezunu, varlıklı kişilerdi. Tüm Rajneesh’ler Bhagwan’ı (Sanskritçe tanrı demek) tanrı gibi görüyordu.
Günlerce kaldığım disko kulüplü, kumarhaneli ilçede seks serbestti, evli çiftler eş değiştirme yarışı sürdürüyordu. Ayrılmadan bir gün önce Bhagwan dev bir çadır altına toplanmış 15 bin kadar müridine "İnsanlık en kritik dönemini yaşıyor. 1995-1999 arasında tarih boyunca görülmemiş tufan, zelzele, volkan patlamaları, nükleer infilaklar olacak. New York’tan Tokyo’ya tüm şehirlerde hayat sönecek. Yalnız Rajneesh’ler hayatta kalacak" diye seslendi.
Kırmızı giysiler içindeki müritler gözyaşı dökerek Bhagwan’ı dinledi. Ama konuşmasını şöyle bitirdiği için sahtekar Hintliye kızmak içimden gelmedi: "Size söylenen her şeyi sorgulayacaksınız. Yanıtların sonunda dinlediğinizin hiçbirine inanmayacaksınız." Bu açık-seçik ikaza rağmen yüksek öğretim görmüş insanların böyle abuk sabuk laflara nasıl inandığına bugün dahi akıl erdiremiyorum.
Bhagwan iki yıl sonra Rajneeshpuram’dan özel uçağıyla kaçtı, baş yardımcısı Alman kadının ihbarı üzerine uçağı Teksas’a indirildi. FBI, müritlerinin bağışladığı iki bavul dolusu nakit paraya el koydu. Cezaevinde bir süre yattıktan sonra Hindistan’a gönderilen Bhagwan vergi kaçakçılığı davası sürerken hapiste öldü. Ama sahte tanrıların sonu gelecek gibi değil. ABD’de tanrılığını, peygamberliğini ilan etmiş şarlatanların yönettiği 3 bin civarında tarikat, mezhep ve kült, bunların yüzbinlerce de müritleri var.
*
Geçen hafta FBI’nin en çok arananlar listesine geçmiş ’Hz. İsa Köktendinci Kilisesi Azizleri’ (FLDS) adlı bir kültün lideri Warren Jeffs yakalandı. 15 bin müridinin ’peygamber’ diye tanıdığı Jeffs’in suç listesi kabarık. Küçük kızlarla cinsel ilişkiye girmek, erkek çocukların ırzına geçmek, çok eşli hayat sürmek, reşit olmayan kızları yaşlı erkeklerle evlenmeye zorlamak.
Konu çok boyutlu, akıl durduran rakamlar, safdilliğin dik alası olaylarla traji-komedi içeriğinde. Warren’ın babası Rulon Jeffs peygamberliğini ilan ederek FLDS’i kuruyor. Arizona’da bir komünde yaşayan müritlerinden 79 kadınla evleniyor. Eşlerini 350 yaşına kadar yaşayacağına inandırıyor.
Rulon 2002’de 70 yaşında aniden öldüğünde 48 yaşındaki oğlu Warren "Artık peygamber benim" diyerek kültün liderliğini üstleniyor. 90’ı aşkın kadınla evli Warren, babasının 10 karısını da eş alıyor. Yeni peygamber (!) babasının eşlerinden Merril Jessop’un dokuz kızıyla da evlilik yapıyor.
Kilise ayinlerinde erkekleri "Ne kadar çok kadınla evlenirseniz o kadar çabuk cennete girerseniz" diyerek çokeşliliğe teşvik ediyor. Müritlerinden topladığı 120 milyon dolarla kendi adına yüzlerce dönüm arazi satın alan Warren, usulsüz davranışlarını tenkit eden komün bölgesi belediye başkanını kovup yerine bir yakınını tayin ediyor.
Düzinelerle eşiyle yetinmeyip yeğenleri, kuzen çocuklarını da iğfal etmeyi sürdürüyor. Akıbeti bilinmeyen gençlerin sayısı 1000’e yaklaşınca FBI işe koyularak Warren Jeffs’i tutuklamaya kalktığında sahte peygamber kaçıyor. Dört aylık takipten sonra Las Vegas’ta yakalanıp cezaevine gönderiliyor. Kamuoyunun ilgiyle izlediği bu olaylar süper ülke ABD’de cereyan ediyor.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2006
’Turkey, Hindi, Türkiye’ konusu eskisi gibi canlı değil ABD’de. Ama eski kaygılar süregeliyor. Geçenlerde bir internet sitesinde bir Türk ailesi doğacak kızları için İngilizce’de telaffuzu sorun yaratmayacak çift isim aradıklarını ilan etti.
Saçları kısa kesilmiş küçük kızın heyecanı doruğundaydı. Ceketinin ilikli düğmelerini bir kez daha kontrol ettikten sonra sınıfa girdi. Okulların açıldığı gün İngiltere’nin başkenti Londra’nın Pimlico semtindeki ilkokulun birinci sınıf öğrencileri yerlerini almışlardı. 30 kadar karma sınıf öğrencisinin dikkati son gelen öğrenci üstünde odaklanmıştı. Kısa saçlı kız arka sırada iki yaşıtı arasındaki yere oturdu. Yanındaki erkek çocuk sordu: "Adın ne?" İngilizcesi ancak soruyu anlayacak kadardı: "Uluçay" dedi. Mary, Lisa, Jean’e aşina çocuğa isim ters geldi. Dudaklarını büzerek geveledi: "Yulak, Yulçi." Ardından bir, sonra bir soru daha. Uluçay’da yanıt yok, yüzünü allar bastı.
"Günaydın" diyerek sınıfa giren öğretmen dosya çantasını kürsüye koydu. Gözleri sıralarda dolaştıktan sonra sessizlik içindeki öğrencilere anons yaptı: "Aramızda başka ülkeden gelen bir öğrenci var, adı Uluçay, TV’deki ’Fry’s Turkish Delight’ reklamındaki ülkeden." "Turkish, Turkish" sözcüğü dalgalandı öğrencilerin ağzından. Kısa saçlı Türk kızının okuldaki ilk günü konuşulanları anlamadan geçti.
*
Ertesi gün gene geç kalmıştı Uluçay. Bu kez sınıfa girdiğinde garip bir manzarayla karşılaştı. Kız çocuklar reklamdaki sultan nedimeleri gibi ellerinde lokum tabaklarıyla Uluçay’ın etrafında daire çizerek dönmeye başladılar. Bir yandan lokum reklamının şarkısı Fry’s Turkish Delight’ı terennüm ediyorlardı. Elebaşı rolündeki erkek çocuk sırada yumruklarıyla tempo tutuyordu. Yedi yaşında Türk kızı muzip bir oyunun hedefi olduğunu hissetmişti. Sınıf arkadaşlarının "Turkish Delight" korosunu hafta boyunca dinledi.
Bir akşam evde henüz sökemediği ders kitabını okumaya çalışırken TV’den kulağına aşina bir melodi geldi. Ekrana baktığında başında fes, renkli tulum giymiş palabıyıklı bir erkeğe oryantal dansöz kıyafetindeki hizmetkar kızların tabaklarda tatlı servisi yaptığını gördü. Arka planda sürekli "Fry’s Turkish Delight" fon müziği tekrarlanıyordu. Uluçay babasına "Ne demek Turkish Delight?" dediğinde "Bizim lokumun İngilizcesi" yanıtını aldı. Gözleri yaşlanan küçük kız hıçkırıklarını bastırarak odasına koştu.
*
Beş yıl sonra Pimlico İlkokulu’nu birincilikle bitiren Uluçay’ın yazdığı sınav kompozisyonu eşit okullar arasında en iyisi seçildi. Uluçay eğitim yaşamının başlangıcında sınıf arkadaşlarının alay şovunu dile getirdiği yazıyı "Lokumu çok severdim o güne kadar. Ama şimdi lokumdan söz edildiğinde damağımda buruk bir tat hissediyorum" diye bitirmişti.
Amerikalılar da, İngilizler gibi Türkçe dahil yabancı dilde isim telaffuzunda zorlanıyor. Buna ilaveten ülkemizin İngilizce’de ’Hindi’ anlamına gelen ’Turkey’ adıyla tanınması yüzünden ilk ve ortaokullarda Türk çocuklarının alay ve şakalara muhatap oluyor. 1980’li yıllarda "Türkiye hindi değildir" başlıklı bir kampanyada ’Turkey’ adının ’Türkiye’ diye değiştirilmesi girişimimiz büyük ilgi görmüş, Turizm Bakanlığı, THY ile Ziraat Bankası gibi kurumlar Türkiye adına sahip çıkmıştı.
*
Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD Başkanı George Bush ile buluşmasından sonra bize "Bush’a artık devletimizin adı Türkiye’dir" dediğini nakletmişti. Hürriyet’i arayan Türk anneler "Çocuklarımıza okulda ’glu-glu’ diyerek hindi taklidi yapıyorlar. Eve ağlayarak geliyor yavrularımız. Memlekete gönderdiğimiz mektupların adresinde artık Türkiye sözcüğünü kullanıyoruz. Kampanyanızı gönülden destekliyoruz" dediler.
Artık ’Turkey, Hindi, Türkiye’ konusu eskisi gibi canlı değil ABD’deki Türk toplumunda. Ama eski tecrübeden kaynaklanan kaygılar süregeliyor. Geçenlerde bir internet sitesinde bir Türk ailesi doğacak kızları için hem köken kimliğini yaşatacak hem de İngilizce’de telaffuzu sorun yaratmayacak çift isim aradıklarını ilan etti. Gelen yanıtlara bakıyorum, ilginç öneriler var. ’Betül- Eva’, Venüs-Melissa, Adile-Adele, Suzan-Susan, Sonay-Sonia, Defne-Daphne, Derin-Darren, Can-Joan, Filiz-Phyliss, Doruk-Dora ile tek adlı Lotus, Hazel, Meryem. Bu arada anlamını bilmediğim isimlere de rastladım. Aleyna, Suden, Neris (Çerkesçe’de gözümün nuru demekmiş), Miray, Alara, Iraz. Umarım çifte isimler ayrı bir sorun yaratmaz yeni doğacak Türk çocuklarına.
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2006
Kısa kollu gömlek, astarsız ceket, keten pantolonlar gardıroba kaldırıldı. Daha üç hafta var yaza veda etmeye, eğer takvime inanırsanız. East Village’de sabah kahvaltısını haleli buharı üstüne çökmüş bir fincan kahveyle geçiştirirken çiseleyen yağmurda yürüyen insanlara bakıyorum. Kimi şemsiye altında, kimisi ince pardösülü, genç kızlar montlarının başlığını çekmiş saçları ıslanmasın diye. Yağmuru, sonbahar serinliğini umursayan yok. Garip şehir bu New York, yaşamı renkli ama hızına ayak uydurmak o denli güç.
Tatsız olayların yıldönümünü yaşıyor bir kez daha New York. ABD’nin gelmiş-geçmiş en büyük doğa afeti Katrina Tayfunu’nun üzerinden bir yıl geçmiş. 11 Eylül terör felaketinin beşinci yıldönümü de kapıda. Yazılı basın, TV programları hep bu iki konuyu işliyor günlerdir. Üstüne üstlük itfaiyecilerin hayatına mal olan yangınlar, bir başkomiserin kurşunlanması, devrilen otobüste ölen turistlerin haberleri gazeteleri polis bültenine dönüştürmüş.
*
Oysa New York’lular alışık olağan sayılmayan olaylar içinde yaşamaya. Hayat yerkürede hiçbir kentte görülmeyen canlılıkla devam ediyor. Sekiz milyon nüfuslu şehirde lokantalarda yemek için günler öncesinden yer ayırtmak gerekiyor. Broadway’de tiyatroların çoğu kapalı gişe oynuyor. Müzeleri gezmek için kuyruğa girmek lazım. Kenti tepeden seyretmek isteyenlerin Empire State gökdeleninde iki saat asansör beklemesi, Hürriyet Abidesi’ne çıkmayı planlayanların ise yarım günü gözden çıkarması şart.
Üzerine şarkılar bestelenen, müzikaller düzenlenen, ciltler dolusu kitap yazılıp, Hollywood filmlerine konu olan New York’ta rakamlar cümbüşünün her seferinde etkisinde kaldım.
"Dünyanın moda, sanat, finansman, bankacılık, turizm, ticaret başkenti", "kainatın merkezi" gibi yakıştırmalar yapılan New York gerçekte bir insan mıknatısı. Geçen yıl kente gelen yerli-yabancı turistlerin sayısı 43 milyon. Yalnızca ABD havayolu şirketlerinin son bir yılda taşıdığı 740 milyon yolcunun önemli bir bölümü New York’a uğramış. Bir araştırmaya göre New York bu kıta ülkede ağır suçların en az işlendiği kent. 12 milyon tirajlı Reader’s Digest dergisinin halkı en kibar kentler anketinde New York birinci sırada. Zürih, Toronto, Berlin, Sao Paulo, Zagreb, Auckland, Varşova, Meksiko City ve Stokholm arkadan geliyor. New York’luları ’kaba’ diye nitelendirenleri şaşırtan bir sıralama bu.
Geçim koşulları, hayat pahalılığı, ev kiralarının astronomik çizgiye ulaşmasına rağmen New York giderek göçmenlerin ilk tercihi şehirlerin başında geliyor. Son beş yılda çoğunluğu Güney Asya ülkelerinden 550 bin kişi New York’a yerleşmeyi başarmış. Ama taşı toprağı altın değil bu kentin. Göçmenler saati 5.25 dolarlık (7,5 YTL) asgari ücretle bulaşıkçılık, temizlik işçiliği, taksi şoförlüğü, gaz pompalamak gibi beyaz tenli Amerikalıların hor gördüğü işlerde çalışıyorlar.
8 milyon nüfuslu şehirde 3.8 milyon erkeğe karşı kadın sayısı 4.2 milyon. Zaman zaman tanıştığım genç kadınların çoğu bu kentte evlenmek için erkek bulmakta çektikleri güçlükleri dile getirdi. Peki koca aramak için kadın-erkek oranının uygun olduğu şehirlere niye gitmiyorlar? Yanıtları dönüp dolaşıp tek bir görüşte birleşiyor: "Başka yerde New York yok."
*
New York beş ilçenin oluşturduğu bir kent. Ama New York dendiğinde akla gelen bir ada ilçesi Manhattan. Uzunluğu 25 kilometre, genişliği 2 kilometre. Zengin ve şöhretli kesime baktığımızda dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir tablo çıkıyor karşımıza. Sinema, moda, sanat, eğlence aleminin ünlüleri yıllardır Manhattan’ı mesken edinmiş. Eskinin süper şöhretlerinden Marlon Brando, James Dean, Sammy Davis, Humprey Bogart, Duke Ellington, F. Scott Fitzgerald, Judy Garland, John Lennon, George Balanchine, Frank Sinatra, Ava Gardner, John Kennedy Jr., Jackie Onassis, Edgar Allan Poe, Marlene Dietrich, Greta Garbo, Fred Astaire, Eugene O’Neill, Rita Hayworth, Arthur Miller, Gregory Peck, Cole Porter yaşamlarının bir döneminde New York’ta yaşadılar.
Son yıllarda Manhattan’da ev sahibi olanlar eskisinden pek farklı değil: Liza Minelli, Woody Allen, Robert DeNiro, Meryl Streep, Spike Lee, Glenn Close, Bono, Steven Spielberg, Ralph Lauren, Calvin Klein, Oscar De la Renta, Tommy Hilfiger, Donald Trump, Linda Evangelista, Beyonce, Ricky Martin, David Bowie, Gisele Bündchen, Heidi Klum, Tony Bennett, Norah Jones, James Gandolfini, Matt Damon, Sofia Coppola, Faye Dunaway, Yoko Ono, Denzel Washington, Bette Midler, Paul Newman, Uma Thurman, Julia Roberts ile 40 dolar milyarderi uzun bir listeden bir tutam.
Bunca şöhreti cezbetmek yalnızca New York’a nasip olan bir başarı.
Yazının Devamını Oku