17 Aralık 2006
Tezgah arkasındaki genç dışardaki soğuktan habersiz. İncecik beyaz tişörtüne rağmen. Arkasındaki demir kapağı açtığında fırından alev alev sıcak dalgası yayılıyor. Ismarladığım pizza dilimini karton tabakla uzatıyor. Kenara çekilip yemeye hazırlanıyorum. Dilimi kaldırınca üstünde erimiş mozzarella peyniri ucundan akmaya başlıyor. Hamurun pişmemiş olduğu belli. Katlayarak ağzıma götürüyorum.
Bizde pide içi köfte, peynirli tost gibi pizza da Amerikalıların açlıklarını ayaküstü bastırdığı bir yiyecek. Kısacası, ABD’nin öğle yemeği. Masrafa kaçmadan karın doyurmak isteyenlerin yanı sıra çocuk ve gençlerin, yaşlı nüfusun, etoburları ile sebzesevenlerin ve zengin kesimin de gözdesi. Yeterince pişmemiş ıslak hamur dilimini çevreleyen kabuk kıtırlarını yemeye çalışırken aklıma lahmacun geliyor. Türk girişimciler ciddi şekilde bu işe el atsalar Türk lahmacunu ilerde pizzaya rakip olabilir. Zira ortak özellikleri pide.
Tabii o kadar kolay değil bu iş. Latince’de adı ’düz ekmek’ olan pizzanın kökeni İtalya’ya, geçmişi iki bin yıla dayanıyor. Atlantik kıyısından Pasifik yakasına, ABD genelinde yerleşmiş bir gıda ürünü. Arkeologlar, MS 79 yılında Vezüv Yanardağı’nın külleri altına kalan Pompei şehri kazıntılarında ilk ’pizzeria’ların yani pizza dükkanının kalıntılarını bulmuşlar.
İlk pizzalar pek iştah açıcı değilmiş. Yufka açıp üzerine domuz kanıyla bal karışımını koyarak fırında pişirmişler. 1400’lü yıllarda yaban sığırının ekşimiş sütü kullanılmış. 1500’lerde ise Güney Amerika’da yetişen domatesler yeni sömürgeler peşindeki İtalyan ve Portekiz filolarıyla Avrupa’ya gelince pizzalar yeni görünüm ve lezzet kazanmış. İtalyanlar sığır kanı, bal, ekşimiş süt yerine düz hamurları domates salçasıyla sıvamış.
New York’lu Ed Levine "Cennetten Bir Dilim" kitabında dünyanın ilk ’pizzeria’sı "Antica Pizzeria PortAlba"nın 1830’da Napoli’de açıldığını bildiriyor. Fransız yazar Alexandre Dumas da kitabı "Le Corricolo"da uzun uzun bu lokantayı anlatmış. Pizza, yoksul Napolililerin kış aylarında başlıca gıdasıymış.
İtalyanların domatesle tanışması sonunda pizza popüler gıda haline gelince şehirler arası pizza yarışı başlıyor. Gurmelere göre lider sayılan Napoli pizzası, buğday unu, az süt, mayayla karıştırılıp elle yoğruluyor. Daire halinde kesilip fırında 485 derece sıcakta 60-90 saniyede pişiriliyor. Üç milimetre kalınlığında olması gereken pidenin alt kısmının kararması, kıtırlı çemberinin de kahverengine dönüşmesi gerekiyor.
Napoli’ye rakip çıkan Lazio ve Roma’daki lokantalarda pizzaların üstüne peynir, ançüez, yumurta, Fas kuzusu eti, salam-sucuk, jambon, Hindistan tavuğu, ince kesilmiş patlıcan koyularak çeşniler zenginleştiriliyor. Bölgelere göre Viennese, Cappicciosa, Sicilian, dört mevsim, dört peynirli diye isimlendiriliyor. 1889’da domates sosu üzerine mozzarella ve fesleğen otuyla pişirilen pizzayı çok sevdiğini açıklayan İtalyan Kraliçesi onuruna pizzerialar ’Pizza Margherita’ adını koyuyorlar. Domatesin kullanılmadığı stilin adı ise "beyaz pizza."
Pizza son yüz yıl içinde dünyaya yayılıyor. Beş kıtada ana madde peynirin yanı sıra yumurta, jambon, ananas, mısır, zeytin, kuşbaşı et, patates, soğan, acı biber, ıspanak, patlıcan, baharat çeşitleri eklemesiyle pizza hazırlanıyor. İsveç’te şiş kebabı, mantar ve soğanla "Kebab Pizza" diye satılıyor. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, ABD’den dönen İranlıların açtığı lokantalarda Batı dillerinin etkisini önlemek için ’pizza’ sözcüğünü "esnek somun" ismiyle değiştiriyor.
ABD’de ilk pizzeria’yı İtalyan göçmen Gennaro Lombardi 1905’te New York’ta Manhattan’da açıyor. Lombardi’nin iki garsonu, Totonno Pero ile John Sasso kısa süre sonra pizzeria’larıyla patronlarına rakip çıkıyor.
New York pizzeria’larının gördüğü rağbetten cesaret alan müteşebbisler pizza lokanta zincirleri kurmaya başladı. Kansaslı iki kardeş annelerinden aldığı 600 dolarla 1958’de Wichita’da ’Pizza Hut’ adlı lokantayı açtı. 10 yıl sonra, ABD’den, Avrupa, Afrika, Uzakdoğu’ya yayılacak "Pizza Hut" zincirini kurdular. Rakibi ’Domino Pizza’ da ABD’den sonra diğer ülkelere açılmaya başladı. Isı kaçırmayan plastik çantalarla evlere buharları tüterek servis yapıldığı için halkın gösterdiği ilgi giderek artıyor.
ABD’deki 62 bin pizzeria’nın yıllık satışı 40 milyar doları (57 milyar YTL) buluyor. Ülkede yılda üç milyar pizza satılıyor. Usta aşçıya gerek duyulmayan bu şipşak gıda şimdilerde McDonalds ve Kentucky Fried Chicken köfte-tavuk lokanta zincirlerinin başlıca rakibi.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2006
Plastik kutuda itinayla dizili baklavalar, bitişiğinde beyaz peynir, arka raflarda Ayvalık zeytinyağları, şişelerde Konya Ereğlisi’nin katıksız nar suyu. Amish Market’in akşam menajeri hasta Fenerbahçeli Peyami Özdede "Bizim mutfaktan ne ararsan var" diyor gururla. Önceki gece bir Türk lokantasında garsonun "Abi bugün uçakla geldi, bu tazelikte balığı ancak Rize’de bulursun" tavsiyesiyle sipariş verdiğimiz hamsinin lezzeti de hálá damağımda.
Yeni Dünya’da yaşayıp da Türkiye’yi unutmak mümkün değil. Arada bir okyanus, yedi saat dilimi mesafe dahi olsa. Türklük, Amerikan mozaiğinin renk cümbüşünde eriyip kaybolmamış bir ırk. Türkçe cadde-sokakta, alışveriş yerlerinde sık sık işittiğimiz, giderek yaygınlaşan bir lisan. Ana kentlerden kırsal kesime doktor, mimar, mühendis, avukata, bilim adamı, borsacı, resmi polis, seyahat acentesi, nakliye şirketi, derici ve konfeksiyoncu, sanatçı, modacı, öğretim üyesi, bakkal, manav, şoför, araba tamircisine tüm mesleklerde Türklere rastlamak mümkün. New York’un ünlü Central Park’ında faytoncuların çoğu bizden, faytonları da Türkiye’den ithal. New York, Los Angeles, Chicago gibi büyük şehirlerin trafiğinde plakalarında ’İstanbul’, ’Türkiye’ yazılı son model Cadilac, BMW sürücülerinin milliyetini de merak etmeye gerek yok.
ABD fırsatlar ülkesi. Ama taşı-toprağı altın değil. Ekmek aslanın ağzında. Türklerin yaşam başarısının temelinde bireysel gayretleri yatıyor. ABD’de 350 bin ila 500 bin Türk var. Oysa diğer azınlıkların örgütleşmesine kıyasla kişisel girişimlerdeki başarıyı kolektif işbirliğinde yakalayamamamız dikkati çekiyor. ABD’de örgütleşmemiz gerekli mi? Hem de nasıl.
Avrupa’daki gibi ABD’de de Türkiye’nin dış dünyada sivrilmesine tahammül edemeyen güçlerin sayısı hayli kabarık. Hangi nedenle deseniz, liste uzun. İstanbul’un fethinden Viyana kuşatmasına, sözde Ermeni soykırımından Kurtuluş Savaşı’mıza, Kıbrıs işgaline kadar. Diasporadaki Ermeniler ve Rumlar Türk’ü ve Türkiye’yi karalamada başı çekiyor. Örgüt ve lobileri, tarihi gerçekleri saptıran yalan ve iftira kampanyalarıyla Türk-Amerikan ilişkilerini bozmaya çalışıyorlar. Kongrenin Rum kökenli üyelerinin desteğiyle soykırım yasası çıkarılmasına, askeri malzeme satışlarını engellemeye uğraşıyorlar. Kıbrıs harekatından sonra ABD’nin silah ambargosu, bazı eyaletlerde sözde soykırımın tanınması bu hasım gurupların ne denli etkili olduğunun tarihsel göstergesi.
TÜRKLERİN SESİ CILIZ KALIYOR
Peki bizim cephede durum ne alemde? Karalama kampanyalarına cevap verecek, anavatanımızın yarar ve çıkarlarını savunacak bir düzenin bunca yıldır kurulamadığı açık bir gerçek. New York’ta yarım asır önce faaliyete geçen ’Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu’ ile Washington’da 1979’da kurulan ’Türk Amerikan Dernekleri Asamblesi’ toplumsal örgütleşmenin temel iki örgütü. Bu iki ’Şemsiye kuruluş’ 50 civarında cemiyeti temsil ediyor.
Geçen onlarca yıla rağmen Rum-Ermeni cemiyet ve lobilerinin düşmanca girişimlerine Asamble ve Federasyon’un gerekli karşılığı verdiklerini söylemek güç. Hasım güçler her yıl soykırım yasasını geçirmek amacıyla Kongre’yi mektup-mesaj yağmuruna tutuyor. Türk cemiyetleri de akabinde aynı türde kampanya başlatıyor. Sayısı yüz binleri aşan Türk nüfusuna bakarsak bu kampanyalar, Rum ve Ermenilere karşı bazı protesto mitinglerine iştirak oranı cılız kalıyor.
Son aylarda Asamble içinde başkanlık ve yönetim çekişmelerinin Türkler arasında üzücü boyutlara eriştiğini görüyoruz. Federasyon faaliyetleri yılda bir Türk Günü Yürüyüşü ile Türkiye’den gelen devlet ve hükümet mensuplarına verilen davetlerin ötesine geçmiyor. Geçen ekim sonunda geleneksel Cumhuriyet Bayramı Balosu’nu düzenlememeleri de eleştirilere yol açtı. Gerek Asamble gerekse Federasyon içinde kolektif işbirliğinden yoksun, kişisel çekişmelerle bir cemiyetçilik oyunu oynandığı gözleniyor.
Oyunun finansörü Türk hazinesi. Washington ve New York’ta resmi temsilcilerimizin Asamble ve Federasyon’un devlet gölgesinden sıyrılıp özerk kimlik kazanması, faaliyetleri için gerekli maddi desteğin ABD’deki Türkler tarafından sağlanmasına yönelik bu şemsiye kuruluşlara yol göstermesi lazım. ABD’de Türklüğün yaşatılması, ülkemizi karalayıcı girişimlere karşı tek ses halinde bütünleşmemiz yolundaki enerjimizi, bölünmeye sebep olacak kişisel kaprislere harcamaktan vazgeçmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2006
Amerikalıların en önemli tutkusu alışveriş. Noel arifesi aile bütçelerini sarsacak yük getiriyor. Gelecek dört haftada 137 milyon Amerikalı’nın, ihtiyaç duymadığı eşyaları tasarruf amacıyla da olsa satın alacağı ifade ediliyor. Apartman kapıcımız Sonny’nin yüzünden uyku akıyor. Göz kapakları yarı açık. Yastık göstersem uyumaya başlayacak. Oysa dışarda hava hálá aydınlık. "Hayrola, neyin var?" Silkiniyor birden.
"Tüm Noel alışverişini tamamladım. Hayli tasarruf yaptım bugün Macy’s’de. Dün geceyarısı iki arkadaşımla birlikte kuyruğa girdim, sabah 10 civarında sıra bize geldi. Uykusuz kaldık ama değdi doğrusu." Sonra satın aldıklarını sıralıyor.
Sonny alışveriş için ABD’de "Siyah Cuma" yakıştırmalı "Şükran Günü" sonrasında envanterini yüzde 50’ye yaklaşan indirimle satışa sunan mağazalar arasında Macy’s’i seçmiş. Manhattan’ın göbeğindeki Macy’s ABD’nin en büyük mağazası. Kapladığı alan futbol sahasından geniş. Gazetelerde, TV ekranlarında yılın başlıca indirimli satışlarına ait haberleri hayretle izliyorum. Ucuz satışa giden mağazalar sabahın 6’sında kapılarını açıyor.
İnsanlar bir gece öncesinde kaldırımlar üstünde kuyruğa giriyor. Bir kısmı uyku tulumları içinde, portatif iskemlede uyuyarak açılışı bekliyor. Bazı mağazaların açılışı ise geceyarısı. Kapılar açıldığında bir koşuşturmadır başlıyor içeri girmek için. İtiş-kakış, izdiham, sıra kapıp öne geçmek isteyenlerin yumruklaşması, polis müdahalesi. Ardından tezgah, raflar, askılardaki malların kapışılması. Kasiyerlerin önünde yeni kuyruklar. Tam bir keşmekeş. Yalnızca Macy’s’e gelen müşterilerin sayısı 250 bin.
ABD’nin diğer kesimlerinde de durum farklı değil. "Mall" denilen çok dükkanlı alışveriş merkezlerine girmek için arabalarıyla gelenlerin oluşturduğu kuyruklar 10 kilometre uzunluğunda. Kentlerin içinde ve dışında araç trafiği tampon tampona. "Ulusal Perakende Federasyonu" Şükran Günü ile Noel arasındaki dört haftada geri kalan 11 ayın toplamı kadar satış yapıldığını bildiriyor. 2006’ın son bir ayında perakende satışların 457.4 milyar dolara erişmesi bekleniyor.
DEVASA GIDA SEKTÖRÜ
Kıta ülke iki cephede, Irak ve Afganistan, harp içinde. Amerikan yönetiminin başında ayrıca Filistin-İsrail, Lübnan kaosu, uluslararası terörizm, İran’ın nükleer silahlanması gibi ciddi sorunlar var. Oysa bu karanlık tabloya rağmen toplumun güncel yaşamı her şey güllük-gülistanlık gibi aksamadan devam ediyor. Alışverişlerin toplam meblağı son üç yılın en üst düzeyine ulaşmış. Peki yıl sonu alışverişi için niye bu eziyete katlanıyorlar?
Ülke insanlarının önemli tutkusu alışveriş. Noel arifesi aile bütçelerini sarsacak yük getiriyor. Senenin son dört haftasında indirimli satışlarda Wal Mart zinciri son model 52 inçlik plazma TV’leri 474 dolara, Toys’R’Us PlayStation 3 elektronik oyun setini 600 dolara, Nintendo Wii’yi 250 dolara satıyor. Normal fiyatlarının yarısına yakın.
Sears, J.C. Penny, Best Buy, Kohls, Target, P.C. Richard and Son, Game Spot, Circuit City, KB Toys, Gap, Abercrombie and Fitch gibi mağaza zincirlerinde elektronikten, video oyunlarına ve DVD’lere, bilgisayarlardan oyuncak, giyim eşyalarına malları yok pahasına satılıyor. Piyasa analizcileri gelecek dört haftada 137 milyon Amerikalının, bir kısmı ihtiyacı olmayan eşyaları tasarruf amacıyla da olsa satın alacağını ifade ediyor. 2006’da Avrupa ve Uzak Doğu’dan ABD’ye gelen turistlerin bu alışveriş furyasına 25 milyar dolar harcayarak katılması bekleniyor. İngiliz turistler New York’un lüks mağazalarında kendi ülkelerinden ithal giyim-kuşam ürünlerinin vasat Londra’nın mağazalarındaki benzerlerinin yarı fiyatına satıldığını söylüyor...
Kıta ülke halkının bir diğer tutkusu, yemek. Halkın yüzde 45’inin fazla kilolu olduğu toplumun gıda düşkünlüğü dünyanın hiçbir ülkesinde rastlanmayan boyutta. İş seyahatlerimde sabah kahvaltısında yan masalarda insanların iri avuç boyu ızgara biftek, yumurta, patates kızartması, pekmeze bulanmış üç kat gözlemeyle meyve salatasını zorlanmadan yediklerine şahit oldum. Resmi rakamlara bakılırsa gıda sektörünün ABD’nin bir numaralı sektörü olduğunu sanıyorum. 300 milyon nüfuslu ülkede yiyeceğe sarf edilen para yılda 700 milyar dolar. Buna ilaveten Amerikalıların lokantalarda harcadığı para 511 milyar dolar. ABD’de 925 bin lokanta var. Ülkenin gıda sanayiinde 13 milyon kişi çalışıyor. Tarım, ulaştırma ve üretim gibi yan sanayilerle birlikte yiyecek sektörünün ekonomiye katkısı 1.3 trilyon dolara ulaşıyor. Alışveriş sektörüyle gıda sanayinin toplam meblağı ise iki trilyon doları geçiyor.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2006
Londra’nın Covent Garden Kraliyet Tiyatrosu’nda kadife perdeler inmiş ama ayakta alkış devam ediyor. Oysa Rudolf Nureyev’in tekrar sahne almaya niyeti yok. Yan taraftan sıyrılıp kulise koşuyorum. Sanatçıların soyunma odaları bir kat aşağıda. Salonda izin verilmediği için Nureyev’in kapısı "yıldızlı" odasında resim çekeceğim. Dehlizi andıran koridorda karşıma aniden tanıdık bir sima çıkıyor. Smokini üstündeki pelerini içinde dev cüsseli kişi Sean Connery. Yanında minyon yapılı eşi Diane Cilento. Kameramı ayarlamaya çalışıyorum. Connery’nin yüzü asılıyor: "Şimdi olmaz, başka zaman."
Önünü kesiyorum. "Mr. Connery, ben bir Türk gazetecisiyim. İstanbul’da ’Rusya’dan Sevgilerle’ filminin çekiminde tanışmıştık. Robert Shaw’la golf oynuyordunuz. Size ilk sorum, ’Sean nasıl telaffuz edilir’ idi. Memleketim size uğurlu geldi, şöhretiniz katlandı." Keskin çizgili çehresi birden yumuşadı, eşinin omuzuna elini atıp poz verirken, "Burada bir Türk’le karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi. ’Rusya’dan Sevgilerle’ en sevdiğim Bond filmi. Türkiye’yi hiç unutmuş değilim" dedi. Deklanşöre basmaya başladım, birlikte Nureyev’in odasına girdik.
Sean Connery’nin kariyerini yıllardır takip ediyorum. Yazar Ian Fleming’in yarattığı İngiliz süper casusu "James Bond 007" rolüyle çevirdiği filmlerle uluslararası üne kavuştu. İlki "Dr. No" arkasından "Rusya’dan Sevgilerle" olmak üzere altı Bond filmi çevirdikten sonra diziden ayrılan İskoçyalı, 1987’de Oscar ödülü kazandığı "Dokunulmazlar" ile güçlü bir dram aktörü olduğunu kanıtladı. İngiliz SkyTV’si geçen yıl Connery’yi gelmiş geçmiş en iyi aktör seçti, bazı Amerikan dergileri "Yılın en seksi erkeği" unvanına layık gördüler. 21 filmlik Bond dizisi ise "Star Wars"ı takiben 3 milyar 818 milyon dolar gişe hasılatıyla tüm zamanların en kazançlı serisi oldu.
Hafta sonunda son Bond filmi "Casino Royale"yi görmeye gittiğimde ön yargılı idim. Kraliçe Elizabeth’in asalet unvanı verdiği Sir Sean’ın arkasından Bond rolünü üslenen George Lazenby, Roger Moore, Timothy Dalton ve Pierce Brosnan’ın, mağrur, maço, kavgaya gözü kara giren, kadınların kalp atışını hızlandıran Connery’nin yerini dolduramadıkları görüşündeydim.
Yedinci Bond Daniel Craig ise "Munich", "The Mother", "Sylvia" gibi ciddi filmlerde oynamasına rağmen sinema aleminde tanınmıyordu. Sarışınlığı tipik 007 siluetine ters düşen aktöre Casino Royale’nin çekimleri sürerken İngiliz basını, "patates kafalı" sıfatını yakıştırmıştı. Connery’nin ilk Bond rolünü oynadığı 1962’den altı yıl sonra doğan Craig, değişik bir süper casus yaratmak için tüm Bond filmlerini seyrettiğini söylüyor.
Hızlı, heyecan dolu, nefes kesici akrobasi, akıl almaz bir kovalama sahnesiyle başlayan filmde İngiliz aktör, Fleming’in 1952’de yazdığı Casino Royale’de fiziksel sınavı rahatça geçtiğini ispat etti. Vizyona girdiği ilk iki günde 41 milyon dolar hasılat yapan filmin tehlikeli sahnelerinde Craig dublör kullanmadı.
38 yaşındaki aktör Craig yapılı bedeni, düzgün kaslı karnı, geniş pazularıyla dikkati çekiyor. Seyrettiğim tüm Bond aktörleri arasında en kuvvetli görüneni olduğunu sanıyorum. Ama Ian Fleming’in yarattığı 007 bu değil. Yazarın kelimelerle resmettiği tip, görmüş geçirmiş, geniş kültürlü, tadına baktığı şarabın yılını rahatça söyleyebilen, bıçkın olduğu kadar sosyete centilmeni, gözde içkisi votka-martiniyi, "Çalkala ama karıştırma" diyerek sipariş veren, kadınları süratle baştan çıkarmayı beceren, kumar masasında hiç kaybetmeyen, kesin ölüm tehlikesinden sıyrılmasını bilen bir süper casus. Derin mavi gözlü Craig bir mahalle kabadayısını andırıyor. Cazibesi baş döndüren kadın aktör Eva Green’in ısmarladığı smokin içinde rahat değildi. Eva’ya, "Seni seviyorum" demesi, inandırıcı olmadığı gibi Bond aktörleri arasında ilk aşk ilanı idi.
Casino Royale’de diziye renk katan İngiliz Gizli Servisi’nin üretimi özel aygıtların kullanılmaması merak konusu oldu. Önceki Bond’lara kıyasla kavga ve çatışmalar oldukça kanlı geçti. Kötü Adam "Le Chiffre"nin çırılçıplak soyulan 007’ye işkence sahnesi de rahatsız ediciydi. 20 Bond filminde sık sık duymaya alıştığımız, Bond’un, "Benim adım Bond. James Bond" şeklindeki kimlik açıklamasına son sahnede yer verilmiş. Yapımcılar donuk, durgun, mükemmel vücudu dışında özelliği olmayan sıradan bir oyuncuyu Bond yapmaya çalışmış. Daniel Craig’in başlıca eksiği ise Sean Connery ve Pierce Brosnan’da gördüğümüz karizmaya sahip olmayışı. Son Bond filminden 23 yıl sonra Sir Sean Connery hálá 007’lerin kralı.
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2006
"Dün bana takılmadın ama neyi kaçırdığını bilmiyorsun?" diyor hafta sonunda Türkiye’den gelen arkadaşım. Bunca yıldan sonra Broadway’i keşfedecek halimiz yok, Times Square’de, Broadway’de turistik gezi yapmak, alışverişini Macy’s’de halletmek isteyen arkadaşımın teklifini "Oraları çok kalabalık" diyerek geri çevirmiştim. Masamın üstüne bir gazeteden kestiği sayfayı bıraktı: "İlk kez gördüm onu, uzaktan da olsa. Beatlemania içine düştüm. Kalp atışım dahi hızlandı. İnsan kuyruğu bir sokak öteden başlıyordu."
Gazetedeki haberi okurken neyi kaçırdığımı öğreniyorum. Paul McCartney ilk eşi Linda anısına hazırladığı "Ecce Cor Meum" adlı albümün imza günü için Times Square’deki Virgin Megastore plak mağazasına gelmiş. Ünlü şarkıcı-müzisyenin hayranları Beatle Paul’a yaklaşmak için birbirlerini çiğnemiş.
Arkadaşım durumu yerinde genç bir işadamı. New York tutkusunu da biliyorum. Kahvesini yudumluyor: "Nefis bir şehir. Ne ararsan var, her şey burada. Hayatı New York’ta yaşamak lazım. Kaç para lazım bu kentte yaşamak için?" Rakam vermek güç. Kuracağı düzene bağlı. "Ayda ne kadar harcıyorsun?" Ne sen sormuş ol, ne ben söyleyeyim. Gülüyorum: "New York’luların ne kazandığını ancak vergi dairesi bilir" diye savuşturuyorum soruyu.
NEW YORK’TA HAYAT PAHALI
New York’un dinamizmi dışardan gelen çok kişiyi mıknatıs gibi çekiyor. Tiyatro, müzikal oyunlar, konserler, sanat etkinlikleri, müzeler, galeriler, alışveriş yerleri, gece kulüpleri, ışıltılı caddelerin süslülüğü, gökdelenlerin ihtişamı yabancıların yanı sıra ABD’li turistleri de cezbediyor. Ama bu tablo içinde yer almanın faturası yüksek. Hayat pahalı New York’ta. Bu görkemli görünüme ters düşen tezat listesi de uzun.
Sekiz milyonluk kent bir insan mozaiğini yansıtıyor. Nüfusun yüzde 44’ü beyaz ırktan. Siyahiler yüzde 25.3, Asya kökenliler yüzde 11.6, diğer ırklar ise yüzde 19.1 oranında. Filipinli’den Dominikli’ye, Moldavyalı’dan Burkina Fasolu’ya yerküredeki tüm ırktan insan iç içe yaşıyor. Şahane dublekslerde aşçı-hizmetçi tutarak yaşayanlar da var, farelerin cirit attığı köhne evlerde hayat sürenler de. Bir araştırmaya göre New York’un kalbi Manhattan, ABD’deki üç bin ilçe arasında gelir farkının en yüksek olduğu yer. ’Açlığa Karşı Koalisyon’ grubuna göre New York’taki 3.6 milyon çalışanın 425 bini yeterince gıda alamıyor. Yoksulluk çizgisinin altında yaşayanların sayısı ise 1.5 milyon.
45 DOLAR MİLYARDERİ
Şiddetli geçim sıkıntısı çekenler kira kontrolü altındaki evlerde ikamet ediyor. Bin dolar aylık gelire sahip kesim düşük kiradan kalan parayla ucuz marketlerde belediyenin verdiği indirimli kuponları kullanarak ana gıda maddeleriyle karın doyuruyor. Sağlık sorunlarını ise devletin sağladığı yoksulluk sigortasıyla hallediyorlar. Aralarında Buick, Cadillac marka araba sahibi olanlar da var. Otomobil çöplüklerine bırakılmış ve eş-dost yardımıyla tamir edilen bu araçları yürütmek için benzin paraları yok.
Madalyonun diğer yüzü çok farklı. New York öte yandan süper zenginlerin şehri. Forbes dergisi ABD’deki 400 dolar milyarderinden 45’inin New York’ta yaşadığını bildiriyor. Bu 45 kişinin servetinin toplamı 136 milyar dolar. New York’un mega zenginlerinin servetlerinin yarısını, şehrin en yoksul kesimine bağışlaması halinde bir buçuk milyon yoksula düşecek meblağ kişi başına 45 bin dolar. En zengin New York’lu sanayici David Koch. Koch (66), gaz ve petrol ürünleri pazarlayan Koch Industries şirketinin sahibi. Serveti 12 milyar dolar. Çevre sorunlarının çözümüne düşkün milyarder sanayici gece hayatına düşkün olmadığı için basında dedikodu sütunlarında adına rastlanmıyor. Ya diğer zenginler? Onlar kazandıkları gibi harcamayı da seviyor. Galeri açılışlarında, klasik konserlerde, özel partilerde boy gösteriyorlar. Dubleks apartmanlarının duvarları ünlü ressamların paha biçilmez yapıtlarıyla kaplı. Hafta sonlarını Atlantik kıyısındaki malikanelerinde geçiriyorlar.
Diğer kentlerdeki davetlere ve iş toplantılarına özel uçaklarıyla gidiyor, giyim kuşam alışverişlerini özel butiklerde yapıyorlar. Thom Browne markalı takım elbiselere 4 bin 500 doları göz kırpmadan ödüyorlar. Güzellik salonlarının müdavimi eşleri de önemli resepsiyonlara sosyete tasarımcılarının 10 bin doları aşkın kıyafetleri içinde geliyor. Yüksek sosyeteye servis veren saç tasarımcısı Sally Hershberger gördüğü rağbet üzerine bu yıl saç kesim fiyatını 800 dolara çıkardı.
Durumun garip tarafı minik Manhattan adasında yoksullar ile süper zenginlerin bir diğerinin yaşam koşullarından habersiz hayat sürmesi.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2006
Birleşmiş Milleter’de konuştuğum Arap gazeteciler "Saddam artık tarih oldu. Temyiz kararı da aleyhine çıkacak. Asacaklar fazla beklemeden," diyor. Geçen hafta sonunda Şii hukukçulardan oluşan bir Irak mahkemesinin insanlığa karşı işlediği suçlardan yargılayıp ölüme mahkum ettiği Saddam Hüseyin’in kurtulması mümkün değil. Irak halkını baskı ve şiddetle 24 yıldır yöneten diktatör Sünni alemin bazı kesimlerinde ’şehit’ mertebesine erişecek.
2003 aralık ayında Amerikan askerlerinin saklandığı sığınakta yakaladığı Saddam Hüseyin bir yıl süren duruşmalar sonunda, 1982’de Bağdat’ın kuzeyindeki Duceyl kentinde kendisine suikast düzenleyen Şii kökenli 148 kişiyi öldürtmekten hüküm giydi. Şimdi sırada Kürtler var. Duceyl kararı temyize giderken Saddam’ın 1980’lerin sonunda binlerce Iraklı Kürt’ü zehirli gazla öldürtmesi davası başlayacak. Bu dava sonuçlanmadan asılmazsa Saddam bir kez daha ölüme cezasına çarptırılacak.
Irak’ın Amerikan işgal ve istilası gerekçelerinden başlayan olayların kronolojik gelişmesi ise garip. Bush yönetimi 11 Eylül terör saldırılarını takiben Afganistan’da Usame Bin Ladin ve Taliban yönetimine savaş açtıktan sonra ikinci hedef gördüğü Irak’a yöneldi. Başkan Bush 2003 başında ulusa sesleniş konuşmasında Saddam’ın kitle imha silahları ürettiğini ileri sürerek Irak’ın işgali emrini verdi. BM özel komisyonunun, ABD ve Batılı haberalma servislerinin "Kitle imha silahları yok" şeklinde raporlarını Beyaz Saray dikkate almadı. Geceli gündüzlü bomba akınlarını takiben Irak işgal edildi. BM Genel Sekreteri Kofi Annan, ABD’nin Güvenlik Konseyi’nin onayı olmaksızın yapılan işgali "Bu illegal bir harptir" diye niteledi.
*
130 bin mevcutlu Amerikan askerlerinin, özel birliklerin araştırmalarında da kitle imha silahlarının bulunmayışı üzerine Beyaz Saray harbi haklı çıkarmak için "Ortadoğu’ya demokrasi getirmek istiyoruz. Irak diktatörü 1988’de Halepçe’de kendi halkını zehirli gazla öldürttü. Irak komşularının yanı sıra ABD ve dünya barışı için büyük tehlike arzediyor. Irak terör destekçisi bir ülke" diyerek kanıtlanmayan yeni gerekçeleri öne sürdü.
CIA’nın kıdemli politika analiz uzmanı, Kara Harp Koleji profesörü Stephen C. Pelletiere Beyaz Saray’ı yalanlıyor: "Halepçe’de toplu katliamın mesulü Irak değil İran’dır." CIA ve ABD Savunma Entelijans Ajansı’nın gizli raporlarını inceleyen Pelletiere şöyle devam ediyor: "Halepçe olayı Irak-İran harbi sırasında yaşandı. Harpte iki taraf bir diğerine karşı zehirli gaz kullandı. Ama Halepçe’de can veren Kürtlerin otopsilerinde siyanür gazıyla öldükleri ortaya çıktı. Siyanür gazlı bombaları İranlılar kullanıyordu. Irak ordusunda kimyasal silahlar grubunda siyanür gazı yoktu, hardal gazı vardı. ABD, Saddam’ı devirmek için Halepçe’yi gerekçe gösterdi. İnsan hakları ihlalinde Saddam’ın suç listesi kabarık ama Halepçe faturasının Saddam’a çıkarılması yanlış."
Gözlemciler Başkan Bush’un babası 1989-1992 arası ABD başkanlığı yapan George H.W. Bush’un Kuveyt işgali üzerine Irak’a karşı başlattığı Körfez Harbi’nin Güvenlik Konseyi’nin kararı ile meşruiyet kazandığını vurgulayarak Kofi Annan’ın "İllegal harp" görüşünü destekliyor. Gözlemciler "Bush Rusya ve Çin’in veto hakkını kullanacakları kaygısıyla konuyu Güvenlik Konseyi’ne getirmeye yanaşmadı" diyor.
*
Geçen yüzyıla baktığımızda Irak’ın işgal ve istilasına benzer bir durumun yaşanmadığı görünüyor. 1991’deki Körfez Harbi’nden 2003’te ikinci Irak harbi arasındaki yıllarda Saddam rejiminin Ortadoğu’da barış ve istikrarı tehdit eden bir yaklaşımı görülmedi. Başkan Bush’un işgal niyeti kesinleştiğinde Kuveyt dahil bölgedeki ülkelerin liderleri harbi önlemek için Beyaz Saray’ı uyardı. İki harp arasında Irak’ın terör örgütleriyle teması da tespit edilmedi. Buna rağmen Başkan Bush’u caydırmak mümkün olmadı. ABD, topraklarından 10 bin kilometre uzaktaki ülkeyi işgal etti. Pandora’nın kutusu açıldı.
Üç yıllık işgal ve istilanın tablosu trajik. Irak karmaşa içinde. Hükümet mezhep çatışmalarını durdurmaktan aciz. Ülke iç harp eşiğinde. Su, elektrik, ilaç ve eğitim hizmetleri verilmiyor. İşsizlik diz boyu. Bombalı eylem sürdüren direnişçilerin sayısı giderek artıyor. Iraklılar korkudan çocuklarını okula gönderemiyor. Rakamlar da inanılır gibi değil. İşgal ABD’ye 500 milyar dolar masrafa sebep oldu. Saygın bir Batılı insan hakları grubunun bilimsel araştırma raporuna göre 2003’ten bu yana Irak’ta ölen insanların sayısı 650 bin civarında. Şii ve Sünni militanların karşılıklı bomba saldırılarında her gün ortalama 100 kişi can kaybediyor. Amerikan işgal ordusunun ölü ve yaralı listesi 24 bini aşkın. Ülkede yaşamın ne zaman normale dönüşeceğini bilen yok. Bu harbin tek hedefi Saddam idi. Irak diktatörü kaderiyle buluştuktan sonra ortalık yatışacak mı? Kolay görünmüyor.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2006
Emlak piyasasının gözde meskenleri yalnızca görkemli gökdelenler, futbol sahasından büyük tripleks daireler değil. Cüce yapılara da çanta dolusu para ödeyecek meraklılar var. Kaldırıma bitişik seyyar büfenin üstündeki yeşil şemsiyenin çemberinde "Sabrett" yazıyor. Öğle molasındaki ofis işçileri sosisli sandviç kuyruğunda. Büfenin doğal gaz ısıtmalı tenceresinden yayılan buharlar Cartier’nin dış vitrinlerine yapışıyor. Yanı başında, yol kenarına tezgah açmış iki Nijeryalı, Chanel güneş gözlüğü ve omuz askılı Dior çantaları satıyorlar, 15 dolardan 40 dolara. Ürünler taklit, markalar sahte ama tezgahı kuşatmaya alan turist görünümlü bir grup kadın, satın aldıklarının sahte olduğunun farkında. Seyyar büfeci ile Afrikalı tezgahçıların ise keyifleri yerinde. Personel maaşı, dükkan kirası, gelir vergisi ödedikleri yok, yeşil dolarlar alıcı-satıcı arasında süratle el değiştiriyor. Adres, Fifth Avenue.
New York’un dünyaca ünlü bu caddesinde yan yana iş yapan mağazalarda ise durum farklı. Güneş altında parıldayan Trump Tower gökdeleni içindeki dükkanlar, Mikimoto, Harry Winston ve Tiffany gibi takı mağazaları, Prada, Louis Vuitton, Gucci modaevlerinde alışveriş yapmak her babayiğidin harcı değil. Fiyatlar el yakıyor buralarda. Niye bu kadar pahalı derseniz, ilk yanıt ürünlerin gerçek "marka" oluşu, ikincisi astronomik boyutlara erişen mağaza kiraları.
Emlak şirketi Cushman and Wakefield’in (CW) son yaptığı araştırmada Fifth Avenue’de 52’nci ve 59’uncu sokaklar arasında dükkan kiralarının ABD ölçüsüyle bir feet karesinin (929 santimetrekare) 1350 dolara (2 bin YTL) yükseldiği ortaya çıktı. Örneğin Prada’da yanyana iki ayağınızı bastığınız yerin kira değeri bir işçinin asgari maaşı. Aklıma Los Angeles’ta Rodeo Drive, West Palm Beach’te Worth Avenue, Paris, Hong Kong ve Tokyo gibi şehirlerde lüks mağazaların toplandığı caddeler geliyor.
CW’nin 47 ülkede 233 merkezde yaptığı araştırmada karşımıza uluslararası caddeler yarışı çıkıyor. CW’nin bir yetkilisi, "Yerkürede şimdi en pahalı cadde New York’un Fifth Avenue’sü. Hong Kong’un Causeway Bay’i 1.130 dolar kira ile ikinci sırada. Fransa’nın başkenti Paris’in Champs Elysees Caddesi 805 dolar, Londra’nın New Bond Street’i 673 dolar, Tokyo’da Ginza Caddesi 652 dolarla en üstteki ilk beşi oluşturuyor" diyor.
Belediye başkanlarının "Dünya Başkenti" ilan ettikleri New York’un çeşitli alanlardaki gibi yüksek kiralarda da zirveye çıkması tesadüfi bir olay değil. Emlakçılık hayli hareketli bir sektör New York’ta. Zengin kesimde üst düzeyde işadamları, banker, finansçı ve sanayiciler borsanın yanı sıra binalara yatırım yaparken, apartman ve daire satın alarak eş ve çocuklarına hediye veriyorlar. Emlak alımına gösterilen ilgi fiyat yükselmesine sebep oluyor.
İnsan hakları savunucusu finansör ve yatırımcı George Soros geçen hafta eski eşi Susan Weber Soros’u, ona Fifth Avenue üstünde bir dubleks daire hediye ederek sevindirdi. Türkiye’de de yatırımları bulunan Macar asıllı Soros, 16 odalı daireye 24 milyon dolar (35 milyon YTL) ödedi. Susan, 20 yıl evli kaldığı Soros’un tavsiyesi üzerine geçen haziranda Fifth Avenue’nin batısında beş yatak odalı bir daireyi 25 milyon dolara satın alarak emlak piyasasında dikkatleri üstüne çekmişti.
Ama şehir New York, konu rakam olduğunda şaşkınlığa düşmemeyi öğrendim bunca yılda. Yüksek sosyete davetlerinde pek görülmeyen milyarder yatırım bankacısı J. Christopher Flowers geçen ay ortasında Manhattan’ın göbeğinde "Harkness House" adıyla bilinen bir evi 53 milyon dolar (77.5 milyon YTL) ödeyerek satın aldı. Tek bir eve ödenen bu meblağ New York emlak tarihinde rekor olarak kayıtlara geçti. Tek ailenin yaşayacağı üç katlı, 1.858 metrekarelik Harkness House gösteriş yoksunu bir ev. 110 yıl önce inşa edilmiş. Rejisör-aktör Woody Allen’in filmlerine maddi destek sağlayan prodüktör Jean Doumanian ile iş ortağı banker Jacqui Safra’nın 1987’de 6.9 milyon dolara satın aldıkları evin uzun yıllardır boş olduğu bildiriliyor.
Emlak piyasasının gözde meskenleri yalnızca varlıklı kesimin yaşadığı semtlerde görkemli gökdelenler, futbol sahasından büyük tripleks daireler değil. Devler arasında cüce yapılara da çanta dolusu para ödeyecek meraklılar var.
Greenwich Village’da 1873’te inşa edilen minik bir ev de önümüzdeki günlerde satışa çıkarılacak. Hollanda mimarisinde üçgen çatılı ev muhtemelen New York’un en küçük evi. Üç katlı ev, gardırop büyüklüğünde. Eni iki metre yetmiş santim. 1900’lü yıllarda Pulitzer ödüllü şair Edna St. Vincent Millay, antropolog Margaret Mead, aktör John Barrymore, karikatür sanatçısı William Steig gibi ünlüler kiracı olarak yaşamış. Açık artırmayla çıkarılacağı satışta minik evin milyon dolar üstünde para ödenerek sahip değiştireceğine kesin gözüyle bakılıyor.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2006
Komşu ayağımıza kadar gelmiş, bir öğle yemeğine gidelim dedik. Komşu dediğimiz yan dairede oturan değil, Ege’nin batı yakasındaki. Son haftalarda Birleşmiş Milletler’de nereye baksak karşımıza bir Yunan etkinliği çıkıyor.
İstanbul’dan gelen bir dostu politika başkentinde bir tanıtma turunu takiben yemek molası veriyoruz. Bir Rum meslektaşımın "Türk yemeklerini özlemişsen, uzağa gitmeye de gerek yok" tavsiyesi aklıma geliyor. Adres BM’deki diplomatların uğrağı lokanta. Girişte renkli bir poster: "Yunan Gıda Festivali." Masamıza servis yapan garsonun getirdiği mönünün kapağındaki başlık "Yunan Mutfağına Seyahat."
Listeyi okumaya başlıyorum. İngilizce bilmesem de olur, ısmarladığımda önüme ne geleceğini biliyorum. Ara başlık ’Mezedes’ (meze): Trahanas (Tarhana) çorbası, borek, tzatziki (cacık), sardinya (Sardalya), garides (Karides), pastourma (Pastırma), kalamari, lakerda, tarama salata, tonos (tuna) salata, spana kopita (ıspanak), yogurt, plaki. Ana yemekler: Keftedes (köfte), patates fournou (Fırında patates), makaronia (makarna), bamies (bamya), dolmades (dolma), tsipoura (çipura), lavraki (levrek), barbouni (barbunya), musakka . Tatlılarda baş köşede ’Baklavas’, hazım için Greek Kafe (Türk kahvesi).
Yemek sonrası fincanda gelen kahvenin yanındaki minik lokumu işaret ederek soruyorum. "Nedir bu?" Garson "Lokumi," diyor. Yunan milli yiyecekleri arasında lokumun işi ne? Lugatları açıp baksalar ’Turkish Delight, Lokum-Türk tatlısı’ gibi izahatla karşılaşacaklar. Amerikalı aydınlar kahve, lokum, baklava, yoğurtun Türk menşeili olduğunu biliyor. Diğer Türk gıda ürünlerinin de sahipliğini üstlenmişler. Geçen mayısta Kıbrıs Rumlarının Avrupa Günü için bastırdığı bir kitapta baklavayı ’milli tatlı’ ilan etmelerinin Türkiye’de yarattığı tepki belleklerden silinmiş değil.
*
Ama iş burada bitmiyor. Patates, pastırma, köfte, tarhana, dolma, bamya ve diğerleri aslında Türk mü yoksa Rum yemekleri mi? İsimlerini biz mi kısaltmışız, yoksa onlar mı eklemeyle uzatmış? Beş asırlık Osmanlı yönetimi devrinde Rumların Türk yiyeceklerini Helenleştirme eğilimi akla daha yakın geliyor. Görüşlerini sorduğum Türk ve Rum lokantacılardan tatmin edici bilimsel yanıtlar alamadım.
Gastronomi alemi Türk mutfağının Fransız ve Çin mutfaklarıyla birlikte dünyada ilk üç arasında yer aldığını vurgulayarak tartışmalara nokta koyuyor. Gene de konu tanıtım olunca Yunanistan’ın fırsatları kaçırmadığı kesin. Ege komşumuz Güvenlik Konseyi’ne üye seçilmesini takiben BM’de mezelerden kahve ve lokuma Türk isimli gıda ürünlerini sakınca görmeden iki hafta süreyle "Yunan Gıda Festivali" adı altında 192 millet diplomatlarına sundular. Yemeklerin tadı-tuzuna gelince Sirkeci’deki bol kepçe aşevinde daha lezzetlisini bulmak mümkün.
Arkadan zeytinyağı atağına girişti Rumlar. Her gün 5 bini aşkın turistin ziyaret ettiği BM binası girişinde kurulan bir sergide Rumlar, Akdeniz sahillerinde başlıca zeytinyağ üreticisi ülkeleri dışlayarak Yunanistan’ın insanlık tarihinin başından beri en iyi zeytinyağını ürettiğini iddia ediyor. Türkler gibi İspanyolların ve İtalyanların da dudak büküp geçeceklerine eminim.
*
Bu hafta ortasında Birleşmiş Milletler 61. kuruluş gününü idrak etti. Her yıl olduğu gibi BM Günü diye anılan kuruluş yıldönümü bir konserle kapandı. Konseri düzenleyen Yunanistan. 62 müzisyenli Milli Senfoni Orkestrası genel kurul salonunda Manos Hacidakis’in ve Mikis Thedorakis’in bestelerini seslendirdi.
BM’ye tanıtım çıkarması sırası bizde. Türkiye, Güvenlik Konseyi’ne 2009-2010 yılları üyeliği için adaylığını koydu. Başbakan ve Dışişleri Bakanı’mız dış temaslarında konsey adaylığımıza destek arayışı sürdürüyor. Bu bağlamda yoğun bir tanıtma kampanyasına girmeliyiz. BM’nin çeşitli bölümlerinde resim, fotoğraf, orijinal kalıntılar ve maketlerle birlikte Anadolu Uygarlıklar Müzesi’nden örnekleri sergilemekle işe başlanabilir. Sümerler ve Hititlerden, Roma, Bizans ve Osmanlılara bir düzine uygarlık, yerkürenin en eski yerleşim yeri Çatalhöyük, dünyanın yedi harikasından ikisi Efes ve Halikarnas, iki kıta üstüne kurulu tek şehir İstanbul, Aya Sofya ve Sultanahmet Camii görünümlerinin hayranlıkla izleneceği muhakkak. Sanat bölümünde Rumlar gibi bavul dolusu para harcayıp orkestra getirmeye de gerek yok. Flütist Şefika Kutluer, soprano ikizleri Didem-Sinem ve bir de Tarkan gelirse BM Genel Kurulu’nda ender görülen bir gece yaşanmış olur. Gecikmeden kolları sıvamak lazım.
Yazının Devamını Oku