7 Nisan 2007
Salonun ortasında görkemli bir görünüşü var Vividus’un. Lacivert ve beyaz karelerle ekose ketenden çift şilteli yatağın adı Vividus. Latince’de ’hayat dolu’ anlamına geliyormuş. Yüksekliği 68 santim. Sarışın tezgahtar "Uzanın yatağa, daha iyi fikriniz olur" diyor. Salonda tek müşteri(!) benim. İnce pardösümü, ayakkabılarımı çıkartmadan boylu boyunca uzanıyorum. Sağa sola dönüyorum, yaylanıyorum Vividus’un üstünde. Rahat bir yatak.
Tezgahtar Edyta Polonyalı. Nişanlısı Türk. İstanbul seyahatinde Polonezköy’e gitmişler. New York’ta, ABC mağazasında Vividus yataklarını satıyor. Yataktan kalkarken artık İsveç Kralı Carl Gustaf ile ortak tarafımız var diyorum. Kral Gustaf’ın sarayında uyuduğu yatak Vividus.
Edyta’ya "Sealy, Serta, Tempur-Pedic gibi popüler markalar 400 dolar ila 2 bin dolara satılıyor. Vividus piyasada yeni ama çok pahalı. Özelliği nedir, uzandığım yatağın fiyatı kaça?" diye genel bir soru yöneltiyorum. Genç tezgahtar fiyattan söze giriyor: "İsveç firması Hastens’in bu modeli 59 bin 750 dolar. Dünyada daha iyisi yok."
YELE VE KUYRUKTAN ALINIYOR
Gözlerim irileşirken Edyta izahatına başlıyor: "Günün yorgunluğunu atarak sabah zinde bedenle yataktan kalkmak için en ideal yatak Vividus. İmalatın büyük kısmı makineyle değil el işçiliğiyle yapılıyor. Şiltelerde üst kalite karışıksız pamuk ve keten kullanıyoruz. Ama Vividus’un diğer firmalarda olmayan başlıca özelliği at saçı."
Sırtımda hissetttiğim yumuşaklığın nedeni bu mu? At saçı doldurulmuş şilte üstünde uyumak garip gelmez mi insana? Edyta devam ediyor: "Atların yele ve kuyruklarından alınan saçlar iki kere yıkanıyor sonra sterilize ediliyor. Ardından kaynatılarak soğuk suyla çalkalanıyor. Sonunda buhardan geçirilip 140 derecede kurutuluyor. Şiltelere konulacağı zaman yumaklar haline getiriliyor."
Vividus’un diğer markalardan farkı kauçuk, plastik gibi suni malzemelerin kullanılmayışı. Şiltelerdeki at saçları yatak içinde havalandırmayı sağlıyor. Çok terleyen insanların terleri kusursuz havalandırma sayesinde anında uçuyor.
Peki at saçları alerji yapmıyor mu? Edyta, tezgahtarlığa başlamadan önce Hastens’in İsveç’in Köping kentindeki fabrikasında çalışmış: "Hastens 155 yıldır yatak üretiyor. Edison elektrik ampulünü, Graham Bell telefonu icat etmeden, Henry Ford ilk Ford otomobili kullanmadan önce Pehl Adolf Janson şilte üretiyormuş. Şimdiki patron Jan Ryde ailenin beşinci kuşağı. Uzun ve dikkatli imalat işlemleri sırasında diğer işçilerle saç yumaklarını elle şiltelere yerleştirmemize rağmen kimse alerjiden şikayet etmedi."
160 SAATLİK EMEK
Gene de 60 bin dolar astronomik bir fiyat. Sayfiyede minik ev parası. "Çift şilteli bir yatağı dört işçi 160 saatte imal ediyor. Şilte içi tabakaların arasında 13 santim boyunda ortalama 1400 paslanmaz çelik yay var. Yaylar yatağa giren insanların vücut kıvrımlarına göre şekil almasını sağlıyor. Vividus’ta yatan insanların sırt, bel ağrısı çektiği duyulmuş şey değil. Şilteleri çerçeveleyen yatak iskeleti İsveç’in kuzeyindeki ormanlarda yetişen çam ağacından yapılıyor. Yatak ayaklarında son derece dayanıklı Betula kerestesi kullanılıyor. Bazı modellerimizde uzak komutlu cihazla yatağın baş kısmı müşterinin istediği yüksekliğe kalkıyor. El işçiliği, özel malzemelerin kalitesi, İsveç’ten buraya taşıma masrafları satış fiyatının yükselmesine yol açıyor."
Vividus şiltelerinde yay düzeni bağımsız. Yatağın ortasına konulan kadehteki şarap iki karış mesafede birinin zıplamasına rağmen dökülmüyor. 25 yıl garantiyle satılan yatakların üstünden bir spor otomobili son süratle geçtiği halde tahta çerçevesini kırmayı başaramıyor. Peki Vividus’a 60 bin dolar ödeyen var mı? Edyta: "Sipariş almaya başladık. Rahat uyku için yüklü para ödemeye hazır pek çok insan var ABD’de."
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2007
Tılsımlı şehir New York. Yaşayanları şöyle dursun, yakınından geçenlere dahi ışık saçıyor, bilgi, kültür, görgü yüklemesi yapıyor. Yerkürenin en çekici bu kenti, kişilerin yaşamlarını zenginleştirip kariyer sıçramasında önemli rol oynuyor.
Belleğimden bir dizi isim geçiyor. Rusya Federasyonu’nun Sergey Lavrov’u, Brezilya’dan Celso Amorim, Mısır’dan Ahmed Ebul Gayt, Çin Halk Cumhuriyeti’nden Li-Zhaoxing, Türkiye’den İlter Türkmen ile Coşkun Kırca, İsrail’den Benjamin Netenyahu, New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’nde ülkelerinin büyükelçilik görevini üslendiler. Sonra döndükleri vatanlarında dışişleri bakanlığına getirildiler. Netanyahu ise bir kademe üste çıkıp başbakanlığa atandı.
New York tecrübesinin meslek tırmanışında önemli bir araç olması yalnızca yabancılara mahsus bir olay değil. ABD’nin 1970’li yıllardaki BM büyükelçisi George Herbert Walker Bush başkan seçildi. Clinton kabinesinin dışişleri bakanı Madeleine Albright da daha önce BM nezdinde ABD büyükelçisi idi.
KEMAL DERVİŞ GİBİ
Türkiye’de devlet ve hükümet liderleri ABD, ve özellikle New York tecrübesinden geçmiş kişilere değişik gözle bakıyor. "Bu insanlar yerkürenin en ileri ülkesinde başarılı olmuşsa onların tecrübe ve birikimlerinden faydalanmak gerekiyor" felsefesiyle Dünya Bankası’ndan çağrılıp Nihat Erim kabinesinde bakanlığa getirilen Atilla Karaosmanoğlu, Bülent Ecevit’in davet ettiği Kemal Derviş başta geliyor. Turgut Özal da oğlu Ahmet’in önerisiyle basında "Özal’ın Prensleri" diye isimlendirilen Bülent Şemiler, Engin Civan gibi alt düzey banka memurlarını Türkiye’ye çağırıp önemli mevkilerde görevlendirdi.
Şimdilerde ABD’deki Türkler arasında bir "Egemen Bağış Sendromu" hüküm sürüyor. Bağış 37 yaşında. AK Parti’nin İstanbul milletvekili. Özgeçmişi genç yaşına sığmayacak ölçüde yüklü. Babası Siirt eski belediye başkanı Abdullah Bağış’ın New York Öğrenci Müfettişliği’ne atanması üzerine ailesiyle 1985’te ABD’ye geliyor.
New York’ta üniversite eğitimini kamu yönetiminde lisans diplomasıyla tamamlıyor. Turkish Link adlı danışmanlık ve tercüme bürosunu kurarak iş hayatına atılan Egemen, Türk Amerikan Dernekleri Federasyonu’nun (TADF) genel direktörlüğüne getiriliyor. Dokuz yıl süren cemiyetçilik çalışmaları sonunda 2000 yılında tüm delegelerin oybirliğiyle başkanlığa seçiliyor.
ABD’yi ziyaret eden Türk heyetlerine, üst düzey devlet temsilcilerine tercümanlık yapan Egemen’in lisan alanında ustalığı, ABD Başkanı Bill Clinton’ın TBMM’de konuşmasını simultane çevirisi sırasında dikkati çekiyor.
Bağış, tercümanlığına paralel federasyon başkanlığı icraatında New York’a gelen başbakan, hükümet üyeleri ve politikacılarla yakın dostluk kuruyor. Yakınlarının tavsiyesiyle Recep Tayyip Erdoğan’ın kurduğu AK Parti adayı olarak İstanbul milletvekilliğine seçiliyor. Egemen seçimleri takiben Başbakan Erdoğan’ın dış ilişkiler danışmanlığına, Türkiye-ABD Parlamentolararası Dostluk Grubu başkanlığına getirildi. Başbakan’ın yakın çevresine dahil edilen genç milletvekili, Erdoğan’ın dış seyahatlerinde yanında yer alarak çok sayıda yabancı lideri tanıma fırsatını da buldu.
TÜRKLERE ÖRNEK OLDU
Vasat bir ortamdan devletin üst kademelerine tırmanışın ilginç bir hikáyesi bu. Akabinde ABD’deki bazı Türkler "Egemen başardı, ben niye başarmayayım?" şeklinde ilham almaya başladı. Oysa teğmen olmadan generalliğe özenme gibi bir şey bu. 37 yaşındaki başbakan danışmanı eriştiği konumunu büyük ölçüde TADF başkanlığında gösterdiği başarıya borçlu.
Başkanlık önemli bir mevki. Fırsatlar elverdiğinde Egemen Bağış gibi milletvekili, hatta bakan, devlet kurumunda genel müdür olmak ihtimali yok değil.
Peki ama ABD’deki Türkler federasyon başkanlarını şahsi emelleri gerçekleşsin diye mi seçiyorlar? ABD’de hasım grupların Türkiye’yi karalama kampanyaları yoğunlaşırken Federasyon’un yanı sıra Washington merkezli Asamble’de de iktidar kavgaları hálá sürüyor. Egemen Bağış, yeni kariyerinde yükselmeye devam ederken Federasyon ve Asamble’de ilk kez görülen böyle bir başkan koltuğu çekişmesinin zamanlaması tesadüfi mi? Ama Türklüğe verilen zararların göz ardı edilmemesi lazım. İlgili kişilere sesleniyorum: "ABD’de Türklere hizmet, Türkiye’nin yarar ve çıkarlarını savunmanız için ille Federasyon veya Asamble’nin başkanı olmanız mı gerekiyor? Değilse bu kavga niye?"
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2007
Londra’nın tarihi Savoy Oteli’nin Thames Nehri’ne bakan küçük bahçesindeyiz. 1960’lı yılların sonu, mevsim kış. Hafiften sulu kar serpiştiriyor. Bir avuç İngiliz fotoğrafçısıyla tasarımcı Paco Rabanne’ın sözcüsünün "20. yüzyılın en büyük moda olayı" diye nitelediği gösteriyi izleyeceğiz.
Dakikalar birbirini kovalıyor oysa gelen giden yok. Hava giderek soğuyor. Olduğumuz yerde kol-bacak egzersiziyle ısınmaya çalışıyoruz. Sözcü de çaresiz, sürekli özür diliyor: "Az kaldı, lütfen sabredin." Aniden otelin bahçeye açılan kapısında hareketlenme başlıyor. Kameraları tekrar ayarlıyoruz, kapıdan çıkan kadın tanıdığım biri ama ’olamaz’ diyorum. Bu Avrupa gençliğinin sevgilisi, Fransız pop şarkıcısı Françoise Hardy.
Françoise, Roma gladyatörlerine benziyor. Üstünde boynundan dizlere, omuzdan kol bileklerine inen bir elbise, pul boyu metal parçalarının ince tellerle birleştirilmesiyle hazırlanmış. Uzaktan kumandalı robot gibi yürüyor. Bahçe ortasına geldiğinde beni görüyor: "Gene mi siz?"
Birkaç hafta önce aynı oteldeki süitinde röportaja gittiğimde ağzından bir çift laf almak için ter dökmüştüm. Okuduğu kitaptan bakışlarını ayırmadan sorularıma ’evet-hayır’ diyerek yanıt vermişti. Ayrılmadan önce fotoğraf çekerken kameraya bakmaktan kaçınmış, klasik "cheese" sözcüğünü kullanıp tebessüm etmesini istediğimde çehresinde soğuk bir ifadeyle "Sebepsiz yere gülen insan tanıyor musunuz?" deyince veda etmeden süitini terk etmiştim.
KALORİFERDE ISITTILAR
Bu kez tavırları farklı, çok dostça. Ünlü şarkıcı benden rahatça beş santim uzun. Kumral saçlarıyla alımlı bir genç kadın. Ama gladyatör giysisi bir garip. Soğukta bizi neden beklettiğini, büyük moda olayının ne olduğunu soruyorum. "Paco sevdiğim bir tasarımcı. Kilo verdiğim takdirde modada ihtilal yapacak bir ’metal elbise’ kreasyonunu benimle dünyaya lanse edeceğini söyledi. Günlerce perhiz yaptım. Odamda çıplak bedenim üstüne giyerken buzdolabına kapatılmış gibi oldum. Binlerce metal parçasının soğuğuna dayanamadım. Çıkarıp kaloriferde ısıtmaya çalıştık. Yarım saati aldı. Gecikmemin nedeni de bu." Ardından tebessüm etti: "Ne komik değil mi? Şimdi güleç yüzümle fotoğrafımı çekebilirsin." Aramızdaki buzlar erimişti.
Fransa’da Sylvie Vartan, France Gall ile Fransız rock’n roll’u "Ye-ye" ekolünden Françoise Hardy o dönemde Brigitte Bardot’dan sonra ülkesinin en şöhretli kadını olarak tanınıyordu. Paris Match ve Life dergilerine kapak olan Hardy, zirveye tırmandığı ilk 18 ayda efsanevi Edith Piaf’ın hayat boyunca sattığı plak ve albümlerden fazla satış yapmıştı. "Je T’Aime, Je T’Aime, Comme", "Tous Les Garçons et Les Filles" gibi plakları haftalarca liste başı kaldı. Ayrılırken "Modelliğe yönelme niyetiniz var mı?" dediğimde cevabı kısa oldu: "Moda geçici, müzik kalıcıdır."
Gerçekten de öyle oldu. O günden bu yana Françoise Hardy’nin mankenliğe soyunduğunu duymadım. İspanyol tasarımcı Paco Rabanne’ın ’metal elbisesi’ de unutulup gitti. Metal şimdi yeniden, bu kez Avrupa yerine ABD’de moda alemine giriş yapıyor. Amerikan tasarımcıları yaz ve sonbahar modellerinde elbiseden aksesuvarlara cömertçe metal kullanmaya özen gösteriyorlar.
BALIK ETİ MANKEN LAZIM
Şarkıcı Nelly Furtado ve Fergie, Eve, Vanessa Minnillo, uluslararası manken Petra Nemcova metal bazında tasarımlar içinde gala ve davetlerde boy göstermeye başladılar. Bu kez giysiler Paco Rabanne’ın minik metal parçalarından farklı. Renkli pullar, altın-gümüş elyafıyla hazırlanmış elbiseler rengarenk, pırıl pırıl. İşlemelerin desenleri göz alıcı. Fiyatları da fazla ürkütücü değil. İntermix’de kısa kollu mini etek 395 dolar, Michael Kors’un mantar taban-topuklu ayakkabılarında metal fiyonklu iskarpin 230 dolar, Nine West’te altın sarısı çanta 89 dolar, Betsey Johnson’ın yumurta sarısı sandalları 200 dolar, Max Azria’nın madeni ceketi 452 dolar.
Moda kritikleri "Bu yıl ’Metal Mania’ (Maden Çılgınlığı) yaşayacağız" şeklinde kehanette bulunuyor. Metal giysiler furyasında ilk kez kürdan vücutlu mankenler geri plana atılmış görünüyor. Modacılar "Maden bazındaki kıyafetlerin güzel görünmesi için balık etindeki mankenleri kullanmak gerekli. Tasarımların albenisi olması için göğüslerin, kalçaların vurgulanması lazım. Ayrıca metal işlenmiş kıyafetlerin ipek, tül ve ince kumaşlardan hazırlanan giysilerden hayli ağır olması nedeniyle mankenlerin bunları taşıyacak güçlü bedenlere sahip olması icap ediyor. 20 yaşlarında incecik kızlar metal modası süresince geri planda kalacak" diye konuşuyorlar.
Paco Rabanne’ın yıllar önce öncülüğünü yaptığı metal modası bu kez uzun ömürlü olacak mı? Sanmıyorum. Françoise Hardy "Moda geçicidir" derken boşuna konuşmadı.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2007
Esmer çehresinde çevreyi umursamaz ifade, Hollywood’un genç aktörlerini anımsatıyor. Birkaç gündür sakal tıraşı olmadığı belli. Paket postanesi karşısındaki ’Vitamin Shoppe’ vitrini önünde gelip geçene laf atıyor. Gömleğinin üst düğmeleri açık, boynundan aşağı sarkan kalın halkalı altın zincirin ucundan haç sarkıyor. Pantolonu altında bir çift Nike ayakkabı, pahalı cinsten. Üzeri yazılı dosya boyu kağıdı geçerken uzatıyor: "Vitamin stokum bitti. Lütfen bağışta bulunun." Ofise koşuşturan sabah kalabalığında bu genç adama bakan yok.
Şimdiye kadar köşe başlarını tutup "Karnım aç. Evsizim. AIDS hastasıyım. Vietnam gazisiyim. Memleketim Güney Dakota’ya döneceğim, otobüs paramı kaybettim," gibi mesajlarla dilenenlere çok rastladım ama vitamin almak için avuç açanla ilk kez karşılaşıyorum.
Genç adam mesajını okuduğuma kanaat getirdikten sonra yerdeki beyzbol kepini gösteriyor: "Gönlünden ne koparsa?" Kepin içinde birkaç madeni para var. "İşler kötü galiba?" diyorum. Dudak büküyor: "New York Borsası durgun. Vergi artışı bekleniyor."
Göğsündeki altın zincire, pahalı marka ayakkabılarına işaret ediyorum: "Kılık kıyafetin yoksula benzemiyor." İki yıldır işsiz olduğunu söylüyor. Vitamin merakının sebebi ne? Yiyecek korkusu içindeymiş: "Et ve tavukla alakam yok, hayvanları hormonla besliyorlar. Sebze ve meyvelerin çoğu tarladan şehir manavlarına taşınırken bozulmasın diye zehirli ilaçlamadan geçiriliyor. Açık pazarda çiftçilerin getirdiği artmış sebzeleri alıyorum. Enerjim azaldığı için vitaminlere başvurdum geçen yıl. Bu dükkan kullanış tarihi dolan vitaminleri ucuza veriyor bana." Ardından E, C, D, B grubu diyerek gün boyunca yuttuğu vitaminleri sıralıyor.
İşsiz gence son haftalarda bazı tıp merkezlerinin yayımladığı zararlı vitaminlerin listesinden söz edip keyfini kaçırmak istemiyorum. Ayaküstü konuşmamız sırasında yanımızdan geçen bir Tanrı kulu dahi elini cebine atmadı. Kepine bağışımı bırakırken "Bu mesajı değiştirirsen şansın değişir", diye nasihat ediyorum.
ABD’de bildim bileli bir korku kültürü hüküm sürüyor. Soğuk Harp döneminde komünizm korkusu Berlin Duvarı yıkılıp Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar sürdü. Son on yıldır 11 Eylül terörü, El Kaide, uluslararası terörizm toplum psikolojisine yerleşti. ABD yönetimi ikinci Körfez Harbi’ni haklı çıkarmak için Saddam iktidarının kitle imha silahlarıyla ABD’yi tehdit ettiğini ileri sürerek korku psikolojisini canlı tuttu.
Bu tutumu politik ve ekonomik çıkarlar çerçevesinde değerlendirmek mümkün. Peki vitaminlere ne oluyor? Eş, dost arasında bu konu tartışıldığında çoğunlukla C, E, D vitaminleri aldıklarını öğreniyorum. Sebepler hep aynı: "Bu vitaminler bedendeki toksinleri temizliyor, iç organlarda kireçlenme, paslanmayı engelliyor. 50 yaşından sonra herkese lazım. B1, B2, B6 ve B12 ise önemli bir vitamin grubu. 30 yaşını aşkınlar için gerekli. Destek olarak ’Günde Bir’ (One-a-day) denilen toplu vitamin hapına ihtiyaç var."
Ama tıp merkezlerin 10 yıl süren araştırma sonuçları, bu yarar inançlarını yıpratacak kadar ciddi. Hastalar gibi sağlıklı insanların kobay olarak kullanıldığı tetkiklerde yüksek dozajda vitaminlerin kalp, böbrek kifayetsizliği, beyin kanaması, kanser gibi öldürücü hastalıklara sebep olduğu bildiriliyor. Yaşlılarda kalça kırılmasını önlemesi, kemiklerin güçlendirilmesi için verilen D vitamininin böbrek ve damarlarda kalsiyum birikimine yol açtığı ifade ediliyor.
Organlarda oksitlenmeyi önleyen popüler C vitamini haplarının 800-1000 ve üstünde birimlerde alındığında oksitlenmeye yardım ettiği ileri sürülüyor. E vitamininin 1000 mg’yi aşan dozda sürekli alınması halinde beyin kanaması dahil erken ölüme sebep olacağı belirtiliyor.
Görüşüne başvurduğumuz, best seller sağlık kitapları yazarı, kalp cerrahı Mehmet Öz "Kolesterol düşürmek için Lipitor tipi statin ilaçları alanların E ve C vitaminlerini çok düşük dozda kullanmaları lazım. Aksi halde tehlikeli yan tesirleri çıkabilir. Bazı araştırmalara göre selenyum vitamini prostat kanserine, D vitamini barsak kanserine yol açıyor. Sağlıklı yaşamda dikkatli beslenmenin yanında çok düşük dozda vitamin takviyesi gerekli" diyor.
ABD nüfusunun yarısı vitamin kullanıyor. Yılda 40 milyar dolara yakın bir üretim yapan bir sanayi bu. Son araştırmaların sonuçları insanları kaygıya düşürdü. Birkaç yıl önce diş doktorlarının "Dişlerinizi yatay değil dikey fırçalayın. Aksi halde mineler zedelenir" şeklindeki açıklamasıyla bir asırdan beri devam eden alışkanlığın ters yüz edilmesine benziyor. Korku kültürüne şimdi de vitaminler girdi.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2007
Yıl 1980. Ilık bir sonbahar günü. New York’ta, Broadway’deki Americana Hotel’de Washington merkezli Asamble’nin ilk kurultayını izliyoruz. Büyükelçi Şükrü Elekdağ podyumda, yanında New York Başkonsolosu Tevfik Ünaydın, Asamble’nin başkanı Dr. Ülkü Ülgür. Konuşmalar yapılıyor ama dikkatimi çeken husus izleyici azlığı. Salonun kapasitesi 350 kişilik. Resmi devlet görevlileri ve korumaları saymazsak 70 bin Türk’ün yaşadığı şehirden katılım parmakla sayılacak kadar az.
Ünaydın, Büyükelçi Elekdağ’a "150 Türk var burada" diyecek oluyor. Elekdağ itiraz ediyor: "Hayır, 400 kişi var." Oysa salonun yarısı boş. Ünaydın üstelemiyor. Akşam kurultayı yazmadan önce New York merkezli ’Federasyon’un başkanı Dr. Hikmet Irkılata’yı arayıp soruyorum: "Bir avuç Türk vardı toplantıda, seni de göremedim, neden?" Irkılata, "Büyükelçiyle geçenlerde görüştüğümde Asamble’yi kurmasından ötürü tebrik ettim. 20 yıllık geçmişe sahip Federasyon olarak tüm desteğimizi vereceğimizi söyledim. Elekdağ hoşnutsuz bir tavırla "Ben Federasyon’u tanımam. ABD’deki Türkleri ’Asamble’ temsil ediyor" dedi. Bu beyan cemiyetlerimizde tepki yarattı. Dört bin kadar Türk kurultay yerine sinemada bir Türk filmini seyretmeye gitti. Toplum kurultayı boykot etti" dedi.
Haberimin yayımlandığı günün akşamı Asamble Başkanı Dr. Ülgür beni arayarak bazı üyelerin üzüntü duyduklarını, protesto mektubu yazmayı düşündüklerini söyledi. Bir saate yakın telefonda konuştuk. İzahatımdan memnun oldu: "Arkadaşlarıma mektup yazmaktan vazgeçin diyeceğim."
Ertesi gün bir diş doktoru arkadaşımın "Bu sabah bir mektup aldım, ilgileneceğini sanırım" demesi üzerine ofisine gittim. Washington damgalı mektupta özetle "Doğan Uluç, Federasyon’u kayırmak için Asamble’yi kötülüyor. Yazdığı haber kasıtlı. ABD’deki Türk toplumunu bölmeyi amaçlıyor. Protesto ettiğinizi aşağıdaki isimlere mektupla bildiriniz" mealinde ifadeler yer alıyordu.
Ağır ithamları içeren mektupların gönderildiği iki kişi Hürriyet’in patronu ve genel yayın müdürü idi. Bölücülük suçlamaları kadar canımı sıkan diğer husus Asamble başkanının benimle konuşmasından önce aleyhime karalayıcı mektup kampanyasını başlatmış olmasıydı. Yıllar sonra Ülkü Ülgür’ün mütevelli heyetinde yer aldığı Asamble’nin davetlisi olarak katıldığım bir kurultayda bana "Seçkin Hizmet Ödülü" vermelerine rağmen, yaptıkları haksızlık belleğimde uzun süre kaldı.
ÇEKİŞME SÜRÜYOR
Asamble’de şimdilerde dışarıdakiler yerine bünyesindekilerin kavgasıyaşanıyor. Türkiye’nin ABD’de hasım gruplara karşı savunmasını yapmak üzere kurulan bu lobi örgütünde 2008’de görev alacak başkanın seçimi arapsaçına dönüştü. Dallas’ta yaşayan başkan adayı Şaduman Gürbüz "Washington grubu hariç ülke genelinde herkesin adayı benim. Seçim komitesi bire karşı dört oyla beni seçti, ama yönetim yetkilerini aşarak buna karşı çıktı. Kararlar delindi, tüzükler göz ardı edildi" diyor. 16 yıldır Asamble’nin çeşitli kademelerinde görev alan Gürbüz, Washington grubunun adayı rakibi avukat Günay Evinch hakkında "Çok çalışkan, yetenekli bir insan. Ama ABD’de Türkiye’nin avukatlığını yapıyor. Tüzüğümüze göre başkanın hiçbir hükümetle ilgisi olmaması gerekiyor", diye konuşuyor.
Asamble Başkanı Nurten Ural çekişmelerden rahatsız. Kavgaların Türk lobisini yaraladığından yakınıyor. Hafta ortasında Hürriyet ofisini ziyaretinde dert yanıyor: "Yeni seçim yapılmasını, Şaduman ile Evinch’in yerine başka bir aday önerdim. Yoksa Asamble bölünecek." İki rakip adayla Başkan Ural iç tartışmalarda avukat kullanıyor. Çekişme tarafları mahkemeye götürecek kadar ciddi. Ural sorunların mahkemeye gitmeden tahkim yoluyla çözülmesini istiyor.
250 DOLARLIK DAVA
Şaduman Gürbüz ve asamble delegeleri şubat sonunda New York’ta olağanüstü bir toplantı yaptı. Gürbüz "Üye derneklerinin çoğu New York ve çevresinde bulunduğu için New York’u seçtik. Türkevi’ndeki toplantıya iki gün kala ’su boruları patladı’ gerekçesiyle bize salon vermekten vazgeçildi. Çaresiz yandaki Millenium Otel’den 2 bin 800 dolara yer kiraladık. Tüzüklere aykırı iş yapmayalım diye getirdiğimiz avukata da 5 bin 500 dolar ödedik. Bu paraları soykırım yasasına karşı lobi faaliyetlerinde harcayabilirdik" diyor. Toplantıya katılan 37 derneğin 56 temsilcisi Washington’da idare heyetine karşı geçici bir yönetim kurulu seçtiler. Mayısa kadar genel seçim yapılmasına çalışıyorlar. Eğer mahkemelik olmazlarsa. Bir de Washington büyükelçiliğinin taraf tuttuğundan şikayet ediliyor.
Asamble gibi Federasyon da iç kavgalara devam ediyor. 50’yi aşkın Türk derneğinin oluşturduğu bu kurumun Onursal Başkanı Ata Erim’in Başkan Atilla Pak’ı 250 dolarlık bir çek için mahkemeye vermeye hazırlandığı bildiriliyor. İktidar kavgaları anavatanımızın yarar-çıkarlarını zedeliyor. Birilerinin çıkıp bu yangını söndürmesi lazım.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2007
Dışarıda Türklüğü yaşamak anavatandakinden farklı olsa gerek. Türkiye’de üç-beş kişi bir araya geldiğinde Amerikan Kongresi’nde sözde Ermeni soykırımının akıbetini uzun uzadıya tartıştıklarını sanmıyorum. Oysa burada durum başka. ABD’deki Türkler telaş içinde. Haylidir görüşme fırsatı bulamadığımız dost ve tanıdıklar telefonla arayıp "Ne olacak soykırım tasarısı, kongreden geçecek mi?" diye kaygılarını dile getiriyor. Toplum davetlerinde de konuşulan konu bu.
Ermeni ve Rum lobilerinin inisiyatifiyle altı Amerikalı milletvekili, soykırımın tanınması tasarısını nisanda kongreye getirecek. Bu girişim gerçekleşirse Türk-ABD ilişkileri, tarihinde görülmemiş darbe alacak. Hasım güçlerin amacı da bu. Son aylarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile üst düzey komutanların, milletvekili heyetlerinin Washington’u kapı komşusu yapmalarının nedeni de tanınma girişimini önlemek.
Bence bu konu gerektiğinden fazla büyütülüyor. Sözde soykırımı üzerinden 92 yıl geçmiş. Bugüne kadar soykırım tanıyan ülke sayısı 18. Bunların çoğu, yöneticilerinin haritada Ermenistan’ın yerini bulmakta zorlanacağı Güney Amerika ülkeleri. BM’ye üye 192 ülke var. Hatırı sayılır rakama erişmek için aradan bir asır daha geçmesi lazım.
KONGREDEN GEÇMEME İHTİMALİ YÜKSEK
Ankara’nın tutumu açık: "Ortak bir komisyon kurulsun. Türkiye, Ermenistan, İngiltere, Almanya ve Rusya gibi ilgili taraflar arşivlerini açsınlar, inceleme yapılsın." İşi oldu bittiye getirmek isteyen Ermeniler buna yanaşmıyor.
ABD, soykırımı tanırsa ne olacak? Washington’da bir Türk diplomatı Yücel Güçlü: "’Kararı tanımıyoruz’ diyeceğiz." Güçlü ekliyor: "Soykırım iddiası Türkiye üstünde Demokles’in kılıcı gibi baskı unsuru olarak kullanılıyor. Kabul edilmesi halinde dahi üstümüzden bir yük kalkacak." Kongre’de onaylanma şansı nedir? "Yüzde 60 kongreden geçmez." Dünyanın en stratejik bölgesindeki Batı müttefiki güçlü Türkiye’yi dışlamayı akıl-izan sahibi hiçbir ülke göze alamaz.
Bu bağlamda Ermeni lobisine destek veren "American Hellenic Institute" (AHI) adlı Rum lobi örgütünün Türkiye’ye karşı yürüttüğü düşmanlık kampanyasını dikkate almak gerekiyor. AHI 1974 Kıbrıs Harekatı’nı takiben New York doğumlu avukat Gene Rossides’in kurduğu bir lobi örgütü. Rum kökenli Rossides, aynı soydan gelen Kongre üyelerinin desteğiyle ABD’den Güney Kıbrıs’a insani yardım adı altında 500 milyon dolar yardım sağlamayı başardı. AHI yöneticileri "Bu meblağ ekonomik kalkınmamızı sağladı" diye konuşuyor. Rossides, 2005 yazında bir dergide yayımlanan makalesinde Bülent Ecevit, Kenan Evren ve Kıbrıs’a çıkarma yapan komutanların ’harp suçlusu’ ilan edilmesini önerdi.
Rauf Denktaş’ın "Kuzey Kıbrıs’ta bir evi varmış. Tazminat ödememizi istedi, reddettik. Azgınlığı buradan geliyor" dediği AHI kurucusunu, eski Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos 2004’te Yunanistan’ın en yüksek liyakat madalyasıyla ödüllendirdi. Rossides, Papa 16. Benedictus’un İstanbul ziyaretinden sonra ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a bir şikayet mektubu gönderip Türkiye’deki Rumların kötü muamele gördüklerini iddia etti. ABD’de Rum asıllı zenginlerin büyük çapta maddi destek verdiği AHI’nin kolej öğrencilerine Kongre’de staj programını Yola Pakhchanian adlı bir Ermeni yönetiyor.
İKİ TÜRK ÖRGÜTÜNE YAPIYOR
Ermeni ve Rum lobileri soykırımının tanınması faaliyetlerini mola vermeden sürdürürken ABD’deki Türkler ne yapıyor? Manzara iç karartıcı: Yeni Dünya’da kısa adlarıyla Federasyon ve Asamble olmak üzere 50’yi aşkın Türk derneğinin oluşturduğu iki şemsiye örgütümüz var. New York merkezli Federasyon’un, geçen mayıstaki Türk Günü Yürüyüşü dışında ne yaptığını bilen yok. Washington’daki Asamble ise 27 yıl önce, Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın, Rum ve Ermeni gruplarının Türkiye’yi karalama girişimlerine karşılık vermek üzere kurulmasına öncülük ettiği bir lobi örgütü. Son birkaç yıldır Asamble’de başkan adayları arasında iktidar çekişmesi karşılıklı suçlamalarla bir iç mücadeleye dönüştü. Araya avukatlar girdi. Lobi faaliyetleri kitlendi. İnternet sitelerinde rakip grupların kavgaları pehlivan tefrikaları gibi aralıksız yayımlanıyor. Türkler kaygılı, çatışmaları üzüntüyle seyrediyor.
Nisana dört hafta var. Washington ve New York’taki büyükelçilerimizin bölünmeyle sonuçlanabilecek gidişatı durdurmak için süratle devreye girmesi şart. Kişisel kaprislerin ulusal yararların önüne geçmesi engellenmeli. Akabinde Türk toplumunu harekete geçirip Kongre üyelerini uyarıcı telefon, mektup ve e-posta mesaj yağmuruna tutarak soykırımın tanınmasının ABD çıkarları için tehlikeli sonuçlarını vurgulaması gerekiyor. Geçmişte bu kampanyaların etkinliğini müşahede ettik. ABD’de 400 bin Türk’ün varlığını yabana atmak kolay değil.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2007
Birliktelik, eş, aşk, flört arayan kadınlar için güç bir şehir New York. National Geographic dergisinin sayım sonuçlarını analiz ettiği bir araştırmaya göre bu kentte kadın nüfusu erkeklerden 185 bin fazla.
Gaz istasyonunun esmer kasiyeri minyon yapılı, saçlarını ensesinde topuz yapmış. Karşısındaki müşteri abur cubur yemeye meraklı olsa gerek. Plastik sepettekileri tezgaha yerleştiriyor. Çikolata, patlamış mısır, karışık fındık-fıstık, kremalı kurabiye, çiklet, değişik marka meşrubat. Müşteri afacan çocuklar gibi yerinde duramayan bir tip. Kasiyere laf atıyor: "Bu soğukta nasıl çalışıyorsun, hem de pazar gününde." Hafta sonları işe geldiğini söylüyor kasiyer. "Kaçta bitiyor işin?" Minyon yapılı kız afacan oğlanı süzüyor dikkatle: "Saat 17’de. Niye soruyorsun?" Afacanın çehresinde muzip bir tebessüm: "Belki çıkarız bu akşam." Kasiyer yiyecekleri plastik torbaya yerleştiriyor: "Belkili teklifleri sevmem." Genç müşteri ödemeyi yapıyor: "Akşam beni görürsen şaşırma." Minyon kız omuz silkerek yanıt veriyor.
Sıra bende: "Hayli ısrarcı bu genç adam, sizi beğenmiş olmalı." İşlek gaz istasyonunda benim gibi araba yıkatmaya gelenler arasında takılanlar oluyormuş: "Erkek arkadaş kolay bulunmuyor bu şehirde. Üstelik kimin, ne niyetle yaklaştığını bilmek imkansız."
EVLİ MİSİNİZ?
Birliktelik, eş, aşk, flört arayan kadınlar için güç bir şehir New York. National Geographic dergisinin sayım sonuçlarını analiz ettiği bir araştırmaya göre bu kentte kadın nüfusu erkeklerden 185 bin fazla. Bu sayıya bir de eşcinsel erkekler eklendiğinde rakam milyona ulaşıyor. East Village Mahallesi’nde yaşayan 24 yaşındaki tasarımcı Matt Burniston "Davetler, sergi açılışları, partiler ve barlarda hiç kadın tavlamaya çıkmadım. Onlar gelip beni buluyor" diyor.
Matt’in beyanı abartma değil. Emlak şirketinde çalışan bir tanıdığım kişisel tecrübesiyle doğruluyor bu gözlemimi: "Geçenlerde bir müşterimi yemeğe davet ettim. Barda bir içki ısmarlayıp beklemeye başladım. Öteki uçta nefis bir kadın tek başına oturuyordu. Göz göze geldik bir ara. İçkimi yarılamadan kadın yanıma geldi. ’Merhaba’ dedikten sonra damdan düşer gibi sordu: ’Evli misiniz?’ Şaşırdım. ’Evet, bir de kızım var.’ Anında ayrıldı, tekrar taburesine döndü. Bir daha bakmadı bana. Sanırım ciddi ilişki kuracağı erkeği arıyordu. Gururumu okşamasına rağmen garipsedim yaklaşımını."
400 BİN KİŞİ AŞKI BULDU
Peki, New York’lu kadınlar "erkek sorunu"yla nasıl baş ediyor? Dost, arkadaş aracılığı, ofislerde "takıntısız" erkek arayışı, sosyal davetlerde tanışmalar bir dereceye kadar yararlı oluyor. Bu işin bir de toptancılığı var. Bu bağlamda elektronik iletişim teknolojisi devreye giriyor. İnternette yüzlerce site kadın-erkek çöpçatanlığı yapıyorlar. Yalnız kadınlar gibi erkekler karşı cinsten sevgili bulmak için sitelere başvuruyorlar. Başlı başına bir sanayi bu.
Bu sistemin nasıl işlediğini öğrenmek için ekrana geçiyorum. Dikkatimi ilk çeken "Love Happens" adlı site. "Dünyanın en büyük tanıştırma sitesinde girdiniz. Bugün bizi 4 bin 303 kişi aradı. Kuruluş tarihimiz 1999’dan bu yana 4 milyonu aşkın kişi başvurdu. Sitemiz sevgilileri buluşturuyor. Aşkları gerçekleştiriyoruz yazışmalarla" ifadesi çıkıyor karşıma. Match.com adlı bir diğer eşlendirme sitesi ise 240 ülkede ve 18 lisanda servis yaptığını bildiriyor. 2006’da 400 bin kişi gerçek aşkı bu sitede bulmuş. Tuşlara dokunmaya devam ediyorum. Sevgili arayanların 18 yaş üstünde olması gerekiyormuş. İsim, ikametgah, e-posta adresi soruyor. İstenen bilgiler giderek özel yaşamın ayrıntılarına giriyor. Aşk, sevgili arayışında olup-bitenleri öğrenmeye çalışırken kendimi gereksiz afişe etmeye niyetim yok, vazgeçiyorum.
Gene de araştırmamı sürdürüyorum. New York Times gazetesi 117 milyon Amerikan kadınından yüzde 51’inin "yalnız" bir yaşam sürdüğünü belirtiyor. Bu miktara kocaları askerdeki 2.4 milyon kadın dahil. Toplum bilimcilere göre evlilik oranının düşmesine rağmen kadınların karşı cinsten biriyle hayatını birleştirmeyi arzuladığı ifade ediliyor. Nedenleri özetle; güvenli yaşama kavuşmak, sağlıklı seks ve uzun ömür sürmek. 1970’te evli kadınların 74.7 yıl olan ortalama yaşam süresi 2003’te 80.1’e ulaşmış. Kadınlar gibi erkekler de evli çiftlerin bekarlara kıyasla daha zevkli aşk yaptıklarını söylüyor. Evlenip boşananların bekarlara göre nispeten daha mutsuz hayat sürdüğü de bir anket sonucu.
Yaşadığım kente odaklandığımda New York’lu erkeklerin romantik, birliktelik ve seks alanında diğer şehirlerdeki hemcinslerinden çok şanslı olduğu ortaya çıkıyor. Barlarda, davetlerde ve partilerde genç kadınların çembere aldığı erkeklerin çehresinde memnuniyet ifadesini görmeniz yeterli.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2007
Ahizeyi kaldırıyorum, tek parmakla 11 kere tuşluyorum. Hattın sonunda bir kadının tanıdık sesi yanıtlıyor: "Mister Ertegün’ün ofisi." Boğazımın kuruduğunu hissediyorum. Zira Ertegün artık hayatta değil. "Merhaba Frances." Kendimi tanıtmaya gerek yok. Yıllardır telefonla konuştuğumuz, davetlerde ayak üstü sohbet ettiğimiz için ses tonlarımız ikimize de aşina. Genç kadın "Merhaba Mister Uluç" diyor.
Frances Chantly, patronu Ahmet Ertegün iki ay önce Üsküdar’da Özbekler Tekkesi’nde aile mezarlığına defnedilmiş olmasına rağmen hálá işinin başında. New York’ta Atlantic Records binasındaki ofisini telefonla arayan herkese
"Mister Ertegün’ün ofisi" diyerek cevap veriyor. Müzik aleminde ’efsane’ diye anılan Ahmet Ertegün’e özel asistan olarak hizmet veren genç kadın nisan sonuna kadar görevini sürdürecek.
Müzik alemi 2006 yılında iki dev ismi kaybetti. Ertegün’ün yanı sıra geçen yıl hayata gözlerini yuman sayısız altın, platin plak ödülü sahibi bestekar, aranjör ve yapımcı Arif Mardin için Mart başında Lincoln Center Alice Tully Hall’de bir anma töreni düzenlenecek. Ardından Atlantic Records yönetimi ile The Amerikan Turkish Society müteveffa başkanları Ahmet Ertegün adına özel bir tören tertipleyecek.
BİR KEZ BİLEAHMET DEMEDİFrances’e ofiste ne yaptığını soruyorum. "Dosyalar, belgeler, yazışmalar, notlar var. Hepsini gözden geçirip arşiv için düzenliyorum. Nisan sonuna kadar tamamlayacağımı sanıyorum." Yoğun bir çalışma sürecinde genç kadın. Ertegün’ün Cleveland’da Rock’n Roll Şöhretler Müzesi’ndeki pavyonu, New York’ta Lincoln Center Caz Kulübü’nde Ertegün salonunun işlevi gibi bitirilmesi gereken çok işi olduğunu söylüyor.
Sarışın, mavi gözlü genç kadının dünyanın en büyük plak şirketlerinden Atlantic Records’un kurucusunun sağ kolu olarak sürdürdüğü iş hayatı, patronunun vefatıyla noktalandı. Peki bundan sonra ne yapacak? "Bir süre istirahat edeceğim. Cenazesi İstanbul’a taşınırken aynı uçakta seyahat ettim. Defninde hazır bulundum. Yeniden gideceğim Türkiye’ye. Bir kez daha Özbekler Tekkesi’ni ziyaret edeceğim. Uzun süre kalıp görmediğim yerleri göreceğim Türkiye’de. Dönüşte ne iş yapacağıma karar vereceğim."
Frances New York doğumlu, St. John’s University’den mezun. "Üniversitede hukuk eğitimi aldım. Ama hukuku meslek seçmeye içim elvermedi. Değişik bir hayat yolu seçtiğime şimdi çok memnunun. Atlantic Records şirketine geçici olarak işe başladım. İki plak yapımcısının sekreterliğini birkaç ay yaptıktan sonra Mr. Ertegün beni özel asistan olarak yanına aldı. 12 yılı aşkın bu görevde kaldım. Şahane bir çalışma hayatı geçirdim patronumun yanında." ABD’de alt düzeydeki işçilerin çalıştıkları dev şirket ve holding sahiplerine ilk adıyla hitap etmeleri yadırganmayan bir adet. Oysa Frances’ın, yıllar süren işbirliği sırasında bir kez dahi patronuna ’Ahmet’ dediğini hatırlamıyorum.
Nasıl bir patrondu Ertegün? "Birlikte çalışılacak mükemmel bir yönetici idi Mr. Ertegün. Sonsuz saygım vardı kendisine. Tüm günlerinde çalışma gündemi dolu doluydu. Aynı anda birden fazla proje üstünde çalışırdı. Tüm meşguliyetine rağmen her arayana telefonla veya yazışmayla cevap vermeyi ihmal etmezdi. İş ahlakı ibret alınacak düzeyde idi. Her isteğinde ’lütfen’ ve ’teşekkür ederim’ sözcüklerini kullanmaya özen gösterirdi. Maalesef şimdilerde patronların çoğunluğunun lügatinde bu kelimeler yok. Mr. Ertegün gerçekten klas bir insandı. Yıllar boyunca birbirimize büyük güven duyarak, karşılıklı saygı içinde çalıştık. Bir sorunla karşılaştığımda Mr. Ertegün’ün desteğini gördüm. İkinci babam oldu."
ESKİ SEKRETERİ NOREEN WOODSAhmet Ertegün Atlantic Records’da geçirdiği çalışma hayatında en çok müteveffa sekreteri Noreen Woods’u kendisine yakın hissetmiş. Frances "40 yıl birlikte çalıştılar. Şimdi yeniden buluştular. Eminim Ms. Woods, Mr. Ertegün’e tekrar bakmaya devam ediyordur" diyor.
Özelliklerini, hobilerini, müzikte eğilimlerini nasıl özetliyor Frances. "Seyahat etmeyi, sanat eserleri toplamayı severdi. Futbola çok meraklıydı. Şöhret yaptığı tüm müzisyenlerin yapıtlarını dinlerdi. Ciddi görünüşünün ardında sıcak bir kalbi vardı. İnsanlara yardım etmeye düşkündü. Keskin bir zeka, mizah yeteneği, çekici kişilik sahibiydi. Fırsatçı olmayan tüm insanlarla yakın ilişki kurardı. Hemen her meslekten pek çok dost ve tanıdığı vardı. Ama en yakın arkadaşı eşi Mica idi."
Türkler ve Türkiye hakkında görüşleri? "Vatanına çok bağlıydı. Her yıl tatillerini geçirdiği Bodrum’da Türk ve yabancı dostlarını ağırlardı. Türkiye’nin bir ’sessiz büyükelçisi’ olarak dışarıda tanıtımını, haklı davalarını savunur, ABD’ye gelen Türk devlet adamlarının üst düzey kişilerle buluşmasını sağlamak için davetler düzenlerdi. Türkiye’nin böylesine küresel konuma erişmiş bir evlat çıkardığı için gurur duyması gerektiğini düşünüyorum."
Yazının Devamını Oku