Doğan Uluç

Bizim oraya iş, aş gelse kimse dağa çıkmaz

4 Ağustos 2010
''Merhaba'' diyerek yanlarına yaklaştım. Kar beyazı gömleği ütülü genç basamaklara oturmuş hemşerisiyle hararetli bir sohbet sürdürüyordu. Sanırım Kürtçe konuşuyorlardı. ''Odam 521. Nereden gideyim? '' dediğimde karşılıklı bakıştılar. Beyaz gömleklisi eliyle sola dönen koridoru işaret etti ''Öyle git, sap tekrar sola yürü, orada.'' diye rota verdi. Ağır lehçeli Türkçesi güneydoğulu görünümünü tamamlıyordu.

Tatil köyünü eleştireceğim en olumsuz taraf plajdan odalara çıkmak idi. Her seferinde nefes nefese tırmandığım 60-70 basamağı inip çıkmaya ancak tatil sonunda alıştım. Hem nefeslenmek hem de merakımı tatmin için ''Memleket nere?'' diye sordum. İkisi de Mardin'li imiş. Bölgede olup bitenler hakkında bir kaç laf ettim, ne düşündüklerini sordum:  ''İşsizlik belimizi kırıyor, sofraya ekmek getirecek para yok kimsede.  Bir kişi çalışıyor, tüm ev halkına bakıyor. İnsanımızın gruplara ayrılıp kavgaya tutuşması da bu yüzden. Bizim oralara iş, aş gelse kimse silaha sarılmaz.'' Mardinli'iler fazlaca konuşmaya istekli değillerdi, özellikle çelimsiz olanı ağzını açmadan tatil köyünde çalışan beyaz gömlekli hemşerisini dinlemeyi yeğledi.

Son akşam tatil köyünün karşısına demirlemiş Savarona yatının ışıklarına bakarak değişik duygular içinde gezip gördüklerimin değerlendirmesini yaptım. Doğup, büyüdüğüm şehir İstanbul bir daha güzel olmuş. Saygın The New York Times gazetesinin dünya kentleri arasında en fazla İstanbul'u sayfalarına taşıması tesadüf değil. Kumkapı'nın sokak arası meyhaneleri, Anadolu yakasının ahşap evleri, köprü altı köftecileri, boğaz boyunca tepelere kanat germiş ültra lüks klüp ve restoranları, Kapalı Çarşısı, iç donanımı nefes kesen Sultanahmet Camii, Ayasofya Müzesi, görkemli alışveriş merkezleri, İstanbul'un gündüzü başka gecesi daha başka ihtişamı bizden fazla yabancıları etkiliyor.

Anavatanı bu ziyarette Bodrum'a, peri kuleleri için Kapadokya'ya da gittik. Bodrum iklimi, havası denizi, otelleri, bar, lokantalarıyla eşine rastlanılmayacak bir tatil beldesi. Amerika'nın okyanus komşusu California ve Florida eyaletlerinin '' Altın Kıyılar''ı, şöhretler uğrağı Karayip Adaları' Bodrum'un eline su dökemezler. Batı dergi ve gazetelerde sık sık konu edilen Bodrum'un yerkürede benzerine rastlamadım.
 
Kapadokya'yı ilk kez gördüm hayatımda. Kayalar içine kazılan bir taş evde kaldım. Orta ve Güney Amerika'da Maya, İnca ve Aztec uygarlıklarının kalıntılarını gördüm ama hiçbiri Kapadokya'nın yeraltına uzanan evleri, taş-toprak altında binlerce kilise ve mabetleri, peri bacaları kadar beni etkilemedi. Kapadokya içinden dışından eşsiz bir yer. Bir turist rehberi ''15 yıldır burasını gezdiriyorum. Çoğu kere daha önce görmediğim şeylere rastlıyorum.'' diyor.

Günler bu sefer de çabuk geçti Türkiye tatilinde. Anavatan, dışardan başka, içerden başka görünüyor. Sokaklar, lokantalar, alışveriş merkezleri, tuvaletler temiz. İstanbul yeni gökdelenleri, iş hanları, marka satan mağazaları, çok katlı apartmanlarıyla bana hayli lükse yönelmiş göründü. Oysa ülke sathında son aylarda güncelin tepesine yerleşmiş olaylar, ayrılıkçı grupların yarattığı terör, siyasi partiler arasında çekişmeler, üst rütbeli askerlerin, gazete yazar ve editörlerin, aydınların tutuklanması Türkiye'nin ekonomik kalkınmada hızla yol almasına tezat düşüyor. Yazılı ve görüntülü basında uzun menzilli silahlara, gizli mayınlara kurban giden şehitlerimizle ilgili haberleri izlerken içimiz burkuldu. Türkiye'nin barış,huzur içinde gelişmesinden hayli rahatsız olanlar var. PKK teroristlerine paralel bu Türk düşmanlarının da peşine düşmemiz gerekiyor. Kimliklerini ortaya çıkarmaktan başlayarak.

Yazının Devamını Oku

İpotekli ev piyasasında rakamlar baş döndürüyor

22 Haziran 2010
Olmaz olmazların çok sık yaşandığı bir gariplikler ülkesi Amerika. Kış ayazında buhar fışkıran mazgallar üstünde geceleyen evsizler, çöp sepetlerinde iki ısırık eti kalmış hamburgerle karnına doyuranlar New York'ta yaşayanlar için ne kadar olağan ise baba mirasında kamyon yükü para kazanan Gail Posner'ın köpeğine pırlanta kolye alması o kadar normal.

Ama Conchita'yı memnun etmek kolay değil. Başı tenis topu büyüklüğünde çivava cinsi köpek sahibesinin satın aldığı 15 bin dolarlık kolyeyi beğenmedi. Gençliğinde seksi aktris Bo Derek'e benzeyen Gail bir iki hafta sonra Cartier'deki tezgahtarı arayıp '' Köpeğimin gerdanlığı sorun çıkardı. Kusur sizde değil, Conchita'da. Zevkine ters düştü kolye, her taktığımda boynundan çıkarana kadar havlıyor. Dünyanın en şımarık köpeklerinden biri. Yeryüzünde pırlanta sevmeyen tek dişi Conchita olsa gerek.''diye dert yandı.

Gail, Miami malikanesinde ayrı oda tahsis ettiği üç köpeğiyle yaşıyordu. Gözdesi Conchita'ya dört mevsim kıyafetleri için modaevlerini aratmayan gardrob düzenlemişti. Kanser hastası mültümilyoner kadın geçen Mart'ta öldüğünde servetini köpeklerine bıraktığı ortaya çıktı. 67 yaşında hayata gözlerini yuman Gail yedi yatak odalı 8.3 milyon dolarlık villasını üç köpeğine bıraktığı gibi masrafları için yılda 3 milyon dolar sağlayan bir vakıf kurdu.

Vasiyetnamesinde bakıcı, hizmetçi ve korumalarına 36 milyon dolar ödenmesini isteyen varlıklı kadın ''Köpeklerim yaşadığı sürece evimde kira vermeden oturabilirsiniz.''diye ayrıca müjde verdi.

Gail'in senaryo yazarı oğlu Bret Carr '' Annem hasta bir kadındı, yaptıklarının farkında değildi, köpeklerine servet harcadı.Personeli annemin beynini yıkadı, sürekli ilaç vererek bilincini yitirdiler, servetini ele geçirmek için düzmece bir vasiyetname imzalattılar.Personel annemin ölümüyle milyoner oldu. Ben öz oğluyum ama mirastan bana bir şey kalmadı. Dava açacağım.'' diyor.

2000'li yılların  sonunda ''Pintiler Kraliçesi'' lakaplı Helmsley oteller zincirinin sahibi Leona Helmsley'de ölmeden önce Maltese cinsi köpeğine 12 milyon dolar bıraktı. Evlatlıktan çıkardığı iki çocuğunun açtığı davada hakim Leona'nın köpeği için kurduğu 12 milyon dolarlık vakfı 2 milyon dolar indirdi, gerisini oteller kraliçesinin torunlarına ödenmesi kararını çıkardı. 

Yazının Devamını Oku

Şantajcı ve tehditkar olmayalım

17 Ekim 2007
Ekranda ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi'nin tarihi toplantasını izliyorum. Konu Amerikan Kongresi'nde 1915 olaylarının 'Ermeni soykırımı' başlığında kabul edilmesi.

Ermeni Patriği Karekin II'nin duasıyla oturum açılıyor. Ön sırada tekerlekli iskemlede dört kadın ''Soykırımından kurtulanlar'' diye takdim ediliyor. Yaşları 90'ların üstünde olmalı. Bir, ikisi 1915 trajedisinde can veren yakınlarının resimlerini kameralara uzatıyorlar. Görüntüler gerçeklerle ne kadar örtüşüyor bilemiyorum ama hazin bir şov bu. Yaraların bir kez daha deşiliyor. Kime, ne fayda sağlayacağını kestirmek güç.

 

Ermenilerle ilişkilerim Bakırköy'de Dadyan Çocuk Yuvası'na gittiğim yaştan başlıyor. Minas, Yeprem gibi mahalle yaşıtlarım, Vazken abi, muhit esnafından Mardiros, Dikran, askerlik arkadaşım Artin ve diğerleri gözümünün önünde sinema şeridi gibi geçiyor. Hepsi dostluk için elini ateşe bastıracak kadar mert, güvenilir insanlardı.

Birbirimizi kırıp incitecek tek olay hatırlamıyorum aramızda. 1915'ler tarihinin kara sayfalarını da hiç açmadık. Bilgisizlikten de olabilir.

 

Eğitim yıllarında Türk-Ermeni sorunları hakkında bölük-pörçük bilgiler edindik. Gazetecilik hayatımızda Ermeni diasporasının kaymak tabakasıyla tanışma fırsatını bulduk. İstanbul'a gelen ünlü hikaye yazarı William Saroyan ile röportaj yaptık. Bize çok sıcak davrandı. İş adamı Ferda Kahraman'ın daveti üzerine konser vermek için geldiği İstanbul'da Charles Aznavour'la bir kaç kez görüştüm. Türk dostluğunu vurgulayan bestekar-şarkıcı sonradan tutum değiştirdi.

 

Londra'da uluslararası sosyetenin gözdesi Nubar Gülbenkyan'la, hayli yaş farkına rağmen, dostluk kurduk. İlk röportajımda kendisini çok renkli tanımladığımı söyleyerek ''Beni 1001 Gece Masalları'ndaki Sultan yapmışsın, ben de seni veliaht prens ilan ediyorum.'' dedi. Şöhretli portre fotoğrafçısı, Mardin doğumlu Yousuf Karsh evinde Churchill, Einstein, Picasso dahil duvarlar dolusu resimlerini gösterdi. Saroyan'dan Karsh'a hiçbirinden Türkler hakkında kötü laf veya suçlama duymadım.

Yazının Devamını Oku

''Rahman, adam tüfeğini bize doğrultmuş.''

10 Ekim 2007
'' Birleşmiş Milletler'e'' deyince şoför geriye dönüp soruyor : ''Diplomatmısınız?'' Kısaca ' Hayır.' diyorum. Zihnimde günün programını yapıyorum. Buluşacağım insan var, takip edeceğim bir toplantı.

Zaman kalırsa adele kasılması için fizik terapistine uğrayacağım. 15 dakikalık yol boyunca taksi sürücüsüyle sohbete niyetim yok. Ama aklımdan geçenleri nerden bilsin şoför. Yanık çehresi şakaklardan boyun altına siyah sakalla kaplı, Pakistan'lı olsa gerek, konuşmaya sürdürüyor: ''Brother (nereden kardeş olduysak) geçen hafta izinliydim, ziyaretime gelen bir memleketlim B.M.'yi görmek istedi. Cadde-sokak polis kuşatması altında, güç bela yaklaştık binaya. Arkadaşım görüntü almak için video makinesini çıkardı. İki dakika geçmedi: ''Rahman (şoförün adı ) bak şuraya, adam tüfeğini bize doğrultmuş.'' dedi heyecanla. İşaret ettiği bina, BM'nin karşısında. Açık pencere önünde üniformalı biri uzun namlulu tüfeğini bize çevirmiş bekliyor. Elim ayağım tutuştu, kamerayı elinden alıp '' Sok şunu çantana, yürü gidiyoruz.'' dedim. Koşar adım kaçtık oradan.''

Rahman meslekte yeni olmalı, alışık değil böyle manzaralara. Oysa dünya ülkeleri liderlerinin Eylül sonu, Ekim başı BM toplantılarında Manhattan'ın doğu yakasında polisiye filmlerine taş çıkartacak sahneler sergileniyor. Çevrede seyyar karakollar, komuta merkezleri kurulmuş, yol kavşaklarında trafiği çaprazlama kesen kamyonlar. Kasaları kum dolu kamyonların amacı, bomba yüklü araçların saldırısını engellemek. Otomatik silahlı  helikopterler havada tur atıyorlar. Nehirde devriye botları, BM cepheli bir kaç binada üslenmiş keskin nişancılar, mahalle boyu yerde alanda binlerce sivil, resmi polis, barikatlar sıra sıra. Düzinelerle devlet ve hükümet başkanlarına  terorist eylemlerini önlemek için güvenlik güçleri gece-gündüz işbaşında.

Trafik keşmekeşi, yoğun polis tedbirleri, B.M.'ye giriş- çıkış güçlüğünü düşünürsek doğu Manhattan 10 günlük süre içinde dünyanın en güvenli yeri. Yolda cüzdanını yere düşürsen az sonra gel, düştüğü yerde bulursun. Onca polis arasında kimse elini sürmeye cesaret edemeyecek. BM'ye giriş kapılarında kontrollardan, bomba koklayan köpekleri geçtikten sonra üst düzeyli bir Amerika'lı emniyet amirine ''Bu yıl tedbirler daha yoğun, farklı nedeni var mı eski yıllara kıyasla?'' diyorum. Boynuma asılı zincirdeki çeşitli basın kartlarına göz attıktan sonra yanıtlıyor:

'' Bu dönemde 200'e yakın ülkeden binlerce diplomat New York'u ziyaret ediyor. Can güvenliği ev sahibi ülke olarak Amerika'nın sorumluluğunda. Avrupa, Latin Amerika, Pasifik'teki küçük ülkelerden gelen heyetlerin korunması fazla önem taşımıyor. Ama Orta Doğu devletleri, İran'dan Ahmedinecat, Venezuela'dan Chavez ( son anda gelişini iptal etti), insan hakları ihtilali kanıtlanmış liderlerin korunmasına öncelik veriyoruz. Malum bir de terör sorunu var. Terörün nerede, kimi hedef alacağını tesbit etmek zor. Konumu önemli olduğu için BM'yi savunmak da ilk planda geliyor.'' Hiç ihbar aldınız mı? Emniyet amiri ''Yorum yok.'' diyor.

Yazının Devamını Oku

Dáhi müzik yapımcısı katil mi?

6 Mayıs 2007
Savcı iyi hatip. Cümle arasında sözcük aramıyor. Ağır hukuk terimlerini teklemeden sıralıyor. Phil Spector sanık sandalyesinde savcının iddianamesini dinliyor. Üst düğmeleri açık gömleği gibi ceketi de geniş yakalı. Mısır rengi perukası alnını ve kulaklarını kapatmış. Tıpkı 1960’lı yılların The Beatles, The Rolling Stones görünümünde.

Söz sırası savunmada. Mafya babası John Gotti’nin avukatı Bruce Cutler el-kol jestleriyle hararetli şekilde konuşmaya başlıyor. Spector’un çehresinde duygudan yoksun ifade Rock’n Roll Şöhretler Müzesi’ndeki resmi gibi donuk.
/images/100/0x0/55eb493af018fbb8f8b7649e
Ekranlara yansıyan manzara bir polisiye dizinin sahneleri değil, gerçek hayatta bir cinayet duruşması. Gelmiş geçmiş en başarılı rock’n roll prodüktörü Phil Spector evine gelen aktris Lana Clarkson’u ağzına sıktığı tek kurşunla öldürmekten yargılanıyor.

Dört yıl sonra bir Los Angeles mahkemesindeki duruşmaları, ’Court TV’ kanalı aralıksız yayınlıyor. Spector sanat çevrelerinin yakından tanıdığı, çoğunun ’deha’ yakıştırması yaptığı müzik yapımcısı. Hasımları ise tutarsız, kavgacı, çılgın yaşamına işaret ederek "Tanrı deha verirken, geri aldıkları da olmuş. Delinin teki bu adam" diye konuşuyor.

Oysa yaptıklarını küçümsemek mümkün değil. Cher’den Ike ve Tina Turner’a sayısız şarkıcı ve grubu şöhrete ulaştıran, The Beatles dörtlüsü ile ’Let It Be’yi takiben Lennon, McCartney ve Harrison’la ’hit’ sınıfına giren plakların prodüktörü. Keşfettiği The Righteous Brothers’a yaptırdığı "You Lost That Loving Feeling"in tüm zamanların en iyi pop şarkısı seçilmesi, bestesini yazdığı "Spanish Harlem", "Unchained Melody"nin pop klasiği seçilmesi başarılarından birkaçı. Çeşitli enstrümanı kattığı basit şarkıları hoparlör ve mikrofon eşliğinde stüdyolarda yankılatarak kayda almasını içeren "The Wall of Sound" tekniğini buluşu ’dáhi’ diye anılmasına sebep oldu.

RAP’İN YÜKSELİŞİNİ GÖREMEDİ

En çok liste başı plağa imzasını atan, 20 yaşında mültimilyoner olan Spector ’Philles’ adlı plak şirketini kurarak uluslararası üne kavuştu. İsimsizleri şöhret yapan genç ’dáhi’ müzik sanayiinde değişikliğe ayak uyduramadığı için kariyeri düşüşe geçti. 1970’lerde siyahi ırk ’rap’ ve ’hip-hop’ ile özüne dönüşüme geçerken Phil Spector "Kapkara bir stil, müzikle alakası yok. Yakında bu moda geçip gider" diyerek yeni akımı küçümsedi.

Yoksul zencilerin yaşadığı Bronx ilçesinde tohumları atılan ’rap’in önlenemeyen gelişimi şarkıcı, söz yazarı, besteci, plak yapımcıları, dağıtımcıları, kısacası tüm müzik sanayiini etkiledi. Gençlik yakın geçmişin ünlülerine sırt çevirerek rap şarkıcılarının peşine takıldı. Kendini boşlukta hisseden Phil Spector, Kaliforniya’da Fransız şatolarından esinlenerek inşa ettirdiği 35 odalı malikanesine kapandı. En yakın dostlarıyla dahi teması kestiği gibi aylarca sokağa çıkmadı.

Rap ve hip-hop giderek yayılmaya devam etti. New York’un zenci kulüplerinde DJ’ler rap akımını "Özümüzün, Afrikalı atalarımızın kültürü" olarak dans müziğine dönüştürünce yeni solistler ve gruplar mantar gibi türedi.

Karayip göçmenlerinin katılımıyla güçlenen rap akımına Fab 5 Freddy, Kurtis Blow, Melle Mel, Grand Wizard Theodore, The Cold Crush Brothers öncülük ettiler. Grandmaster Flash ile The Furious Five’ın "The Message" adlı plağı piyasaya sürüldüğü hafta liste başına çıktı.

Beyaz ırk gençlerinin de tutkusu haline gelen rap ’Gangsta Rap’ türündeki performanslarıyla tepki çekmeye başladı. Polise, devlet otoritesine silahlı direnme, kadınlara şiddet, ırza geçmeye teşvik içeren rap liriklerine karşı eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore’un eşi Tipper’in aleyhte kampanyası fazlaca destek görmedi.

MÜNZEVİ BİR HAYAT SÜRÜYOR

Aşırı yoksul yaşam süren siyahi gençler rap sayesinde milyoner sınıfına dahil oldu. Lüks daireler, yayla boyu arabalar, pırlanta takılar satın alan rap’çiler arasında kıyasıya mücadelede iki ünlü rap’çi, Tupac Shakur ile Biggie Smalls 1990’ların ortasında rakip çetelerin tetikçileri tarafından öldürüldü. Şimdilerde rap’çı Jay Z, Sean Combs, Snoop Dogg liderler zirvesinde yerlerini koruyorlar.

Rap öncesi dönemin ’yıldız’ müzik adamı Phil Spector bugün 65 yaşında. Fransız stili şatosunda tek başına yaşıyor. Gözden düştükten sonra kendisini uyuşturucuya kaptırdığı söylenen müzik adamı her gün korumalarıyla birlikte mahkemeye gidiyor. Savunmasını üstlenen dört avukatı, sarışın aktris Lana Clarkson’ın dört yıl önce sabaha karşı Spector’un şatosunda bir kaza neticesi öldüğünü kanıtlamaya çalışıyor. Spector kendisini suçlayan savcı gibi, avukatlarının konuşmasını tepki göstermeden dinliyor. Bir ay süreceği bildirilen duruşmaları milyonlarca kişi ekranlarda izliyor.

Müzik dehasının eski bir arkadaşı "Durumunu iyi görmüyorum. Sorgulama sırasında öleceğinden korkuyorum. Hapse gireceğini anladığı takdirde intihara teşebbüs edeceğinden eminim" diye konuşuyor.
Yazının Devamını Oku

Rembrandt tablosu üstüme kalıyordu

29 Nisan 2007
Christie’s müzayede evinde çalışan arkadaşım "Yarın ’Titus’un satışı var. Rekor bekleniyor. İstersen izlemeye gel" dedi. Titus da kim? Hollandalı ünlü ressam Rembrandt’ın oğlu imiş. Sanatçının eseri "Fantezi Elbiseli Çocuğun Portresi" başlığıyla açık artırmaya çıkacak. "Gelirim" diyorum.

Ertesi gün Christie’s’de beni bekleyen arkadaşıma açık artırmaya katılmak istediğimi söylüyorum. Niyetim yazacağım haberi renklendirmek. İngiliz centilmenliğinde, karşı çıkmıyor. Salon girişindeki masaya gidiyoruz. Araba ehliyetimi, banka hesabımın numarasını kayda geçirip kırmızı dairede katılım numarası yazılı bir karton veriyorlar.

Ön sıralarda yerimi alıyorum. Müzayede bol çeşnili. İrili-ufaklı tablolar, antika kaseler, mermer büstler arka arkaya satışa sürülüyor. Arkadaşım kulağıma fısıldıyor: "Sıra Titus’ta. Satışı genel müdürümüz yürütecek."

Christie’s patronu kürsüye çıkarken üniformalı iki koruma Rembrandt tablosunu getiriyor. Sevimli, canlı bir çocuk portresi. Neredeyse, dokunsan konuşacak. Aksesuarlarla süslü bir kıyafet içinde. Christie’s fotoğrafçısına portre önünde resim çektiriyorum. Az sonra genel müdür "20 bin sterlinle açıyorum" diyor. Sağdan soldan işaretler başlıyor. Müdür "40 bin, 50 bin" diye anons yapıyor.

Fiyatlar fazla çıkmadan artırmaya girmek lazım. Numaralı kartonu kaldırdığımda fiyat 100 bin sterline ulaşmış. Müdür beni işaret ediyor: "120 bin." Adam "sattım" deyip tokmağı vursa Rembrandt tablosu üstüme kalacak. İşin ciddiyetini o anda idrak ediyorum. Arkadan biri artırmaya devam ediyor, rahat bir nefes alıyorum.

AYAĞA KALKMADI

Rakamlar süratle tırmanıyor. Salonu tarıyorum ama katılımcıları göremiyorum. Beş para birimini gösteren elektronik levhada artırma iki milyon dolara yaklaştığında arka sırada genç bir adam dikkatimi çekiyor. Genç, artırmaya devam eden iki kişiden biri. Genel müdür "İki milyon 50 bin dolar" dedikten sonra yan tarafa bakıyor, rakamı iki kez tekrarlıyor. Sonunda "Sattım" diyerek tokmağı vuruyor. Genç adam sevinçli, yardımcısını kucaklarken yan taraftan sert bir ses müzayedeciye çıkışıyor: "Ayağa kalkmadım, mektubumu okuyun."

Sesin sahibi Amerikalı milyarder Norton Simon. Telaşlanan müdür önündeki dosyadan çıkardığı mektubu okurken yüzü renkten renge giriyor. Sonra mektubun içeriğini okuyor: "Bay Simon fiyat artırmayı yüz mimikleri, el ve kol jestleriyle yürütecek. Yalnızca, ayağa kalkması artırmadan çekildiği anlamına gelecek." Salondan özür dileyen müdür müzayedeye devam ediyor. Simon fiyatı 50 bin dolar daha artırdığında bir Londra galerisini temsil eden genç müzayeden çekiliyor.

ABD’li koleksiyoncu, 1965 sonbaharında gene Rembrandt’ın "Aristo, Homer’in Büstünü Seyrediyor" isimli tablosundan sonra dünyanın en pahalı ikinci yapıtı "Titus"u da, 2.1 milyon dolar ödeyip Kaliforniya’daki özel müzesine götürdü. "Titus" 40 sene sonra ilk kez Norton Simon Müzesi dışında gösterime sunulacak. Heyecanlı dakikalar yaşadığım müzayedede sahip değiştiren Rembrandt’ın eserini Washington’da Ulusal Sanat Galerisi’nde izlemek için sabırsızlanıyorum.

II. MEHMET TABLOSU

Hafta sonunda bize daha yakın konuda bir sergiyi izlemeye gittim. Metropolitan Sanat Müzesi "Venedik ve İslam Dünyası" başlığıyla 9’uncu yüzyıldan 18’inci yüzyıla sanat eserlerini sergiliyor: İznik çinileri, saray kıyafetleri, sultan madalyaları, Pir’i Reis’in Kitab-ı Bahriye adlı haritası ile Osmanlı sultanları Orhan, I. Mehmet, II. Beyazıd, III. Murat’ın portreleri Venedik, Berlin, Londra müzelerinden ödünç alınmış.

Sanata düşkünlüğü bilinen Fatih Sultan Mehmet’in isteği üzerine Venedik Cumhuriyeti, devlet ressamı Gentile Bellini’yi İstanbul’a gönderiyor. İki yıl sarayda misafir edilen Bellini’nin 25 Kasım 1480 tarihli Fatih tablosu altında "İkinci Mehmet: Victor Orbis" (Dünyanın Fatihi) yazısı okunuyor. Fatih kürk yakalı kırmızı kaftan içinde, üst köşelerde üçer altın taç işlenmiş. Taçlar, Sultan II Mehmet’in Asya, Yunanistan ve Trabzon’un hükümdarlığını vurguluyor. Uzman ressamların boya eklemesi yaptığı bildirilen ünlü Bellini tablosunu Londra’daki National Gallery ödünç vermiş.

Sergiyi hazırlayan ekipten Mary Flenagan’a "İngilizlerin eline nasıl geçti bu tablo?" diye soruyorum. Uzman şöyle yanıtlıyor: "Sultan II. Mehmet’in vefatı üzerine tahta geçen oğlu II. Beyazıd İstanbul’da inşa ettireceği bir caminin finansması için babasının eşyalarını satışa çıkardı. Bellini’nin tablosu da bu arada Venedikli tüccarlara satıldı. İngiliz arkeolog-diplomat Sir Austen Henry Layard 1865’de Venedik’te bu tabloyu satın aldı. Layard ölmeden önce tabloyu National Gallery’ye bağışladı."
Yazının Devamını Oku

Mafya babasının öfkesi 4 yılda geçmez

22 Nisan 2007
Tıknaz, orta boylu genç adam kapı önünde, Mercury Topaz’ın sürücüsü kadına "Kontağı kapama, üç-beş dakikada gelirim" dedi. Kömür karası saçları omzuna düşen Rosemarie kocasının ikazlarına alışıktı, dört kelimeyle yanıtladı: "Merak etme, bol şanslar."

Thomas Uva sosyal kulübün kapısını araladı. İçeride kadife örtülü masaya oyun kağıtları, destelerle kağıt paralar yayılmıştı. Thomas pardösüsüne gizlediği otomatik Uzi’yi kumarbazlara çevirip direktif verdi: "Bu bir soygundur. Cüzdanızdaki paraları, saat ve takılarınızı masaya bırakıp duvara dizilin." Çehrelerdeki aşırı şaşkınlığı fark eden 28 yaşındaki Thomas, Uzi’nin namlusuna mermi sürerken sertleşti: "Çabuk! Gecelemeye gelmedim."

Plastik torbaya masadaki paraları, takıları aceleyle yerleştiren soyguncu duvara dizili kumarbazlara tekrar seslendi: "Pantolonlarınızı çıkarın. Kahramanlığa kalkışmayın, vururum." Tüm soygun beş dakika sürmüştü. Torbayı kaptığı gibi Mercury’ye atlarken karısına "Gazla, gidiyoruz" dedi. Öfkeli kumarbazlar pantolonlarını çekip peşlerine düşünceye kadar karı-koca Uva’lar köşeyi dönüp karayoluna çıkmıştı.

Bir polisiye filminden sahneleri değil, gerçek bir olayı naklediyoruz. Üstelik bir yıl içinde ayrı muhitlerde on kez tekrarlanan cinsten. Gene de inanılması neredeyse imkansız. Baskına uğrayan kulüplerin sahipleri mafya aileleri, soyulanlar Gambino ve Bonanno çetelerinin tetikçileriydi. Gangsterler, kendileri için büyük utanç sebebi bu soygunları polise ihbar etmeye yanaşmadılar.

PANTOLON MESELESİ

1930’lu yılların gangster çifti Bonnie ve Clyde’a özenen Uva’lar 1992’de New York’ta 10 kulübü aynı yöntemle basarak düzinelerle mafya mensubunu soydu. Mafya tetikçilerini soyma cüretinin yanı sıra gangsterlere pantolonlarını indirtmek yeraltı aleminin tarihine geçti.

Son dönemin en ünlü gangsteri, Gambino’nun ’Baba’sı John Gotti adamlarına "Derhal halledin bu rezilliği" şeklinde emir verdikten bir hafta sonra Brooklyn’deki bir barmenden tüyo geldi: "Aşırı sarhoş bir müşteri mafya kulüplerini nasıl soyduğunu övünerek anlattı. Adının Thomas olduğunu, John Gotti’ye hayranlık duyduğunu söyledi. Yanındaki kadın ’Çok içtin, gidelim artık’ deyince barı terk ettiler."

Gambino tetikçisi, ’sıska’ lakaplı Dominick Pizzona da işlettiği kulüpte soyulmuş, pantolonunu indirmeye mecbur kalmıştı. "Patron, bana iki hafta zaman ver" diyerek iki yardımcısıyla Uva’ların peşine düştü. Queens polisi 1992 Noel arifesinde Mercury Topaz arabasında Rosemarie ile Thomas Uva’yı ölü buldu. Başlarına üçer kurşun sıkılmıştı. Savcı, 2005’te iki cinayetle suçladığı Pizzona’nın Thomas tarafından soyulduktan sonra pantolonunu da indirtmesini gururuna yediremediğini, öldürdükten sonra ibreti alem olsun diye otomobili yakmadıklarını itiraf ettiğini söyledi.

GAMBINO’NUN ÖFKESİ

New York’un en acımasız mafya ailesi Gambino’lara karşı eyleme giriş kendi idam fermanını yazmaktan farksız. 1970’lerin başında varlıklı aile çocukları, lise mezuniyetini bir partiyle kutluyor. Gecenin ortasında maskeli ve silahlı beş kişi partiyi basıp gençlerin takılarını, paralarını topluyor. Genç bir kız "Anneannemin evlilik takısı, almayın" diyerek yakasındaki broşu vermek istemiyor. Bir soyguncu yakayı sökerek broşu alınca, kızın erkek arkadaşı "Bunun cezasını çekersiniz" diyerek karşı çıkıyor. Soyguncu, tabanca kabzasıyla başına vurup liseli genci öldüresiye dövüyor.

Sabaha karşı bir düzine adamıyla hastaneye gelen Carlo Gambino öz oğlu gibi büyüttüğü yeğenini oksijen maskesi ve kollarında kablolarla görünce, yanındaki iri kıyım adama "Bulun bunları" diyor. New York’un bir tabloid gazetesinin polis muhabiri bu olaylar zincirini şöyle anlatıyor: "Dört yıl içinde Montreal, San Francisco, Chicago, San Jose ve Mexico City’de beş cinayette öldürülenlerin iki kaşlarının ortasından kurşunlanması dikkatimi çekti. Uyuşturucu işindeler sandım. Oysa polis kaynakları ’Bu mafya infazı’ dedi."

Liselilerden aldıkları takıları tefecilere sattıktan sonra komaya soktukları gencin ’Baba’ Gambino’nun yeğeni olduğunu öğrenen soyguncular çil yavrusu gibi dağıldılar. Ama aradan dört yıl geçmesine rağmen Gambino çetesi, izlerini bulup beşini de öldürdü.
Yazının Devamını Oku

Patronun elinden kaçan 12 Cadillac siparişi

15 Nisan 2007
Yere iğne atsan ya otomobile ya birisine çarpacak. Oysa ofis çıkışında Manhattan trafiğine yakalanmış değiliz. Jacob Javits Sergi Sarayı’nda uluslararası otomobil fuarındayız. Salonlar göz alabildiğine çok araçla dolu. Bir o kadar da insan. Dokuz gün sürecek sergiyi bir milyonu aşkın oto meraklısının ziyaret etmesi bekleniyor.

General Motors’un lüks markası Cadillac’ın pavyonu önündeki kuyruğa katılıyoruz. Fabrikadan yeni çıkmış DTS modeli metal grisi arabanın ön ızgarası pırıl pırıl. Takım elbisesi içinde, güleç yüzlü tezgahtar, biri kız iki gençle konuşuyor. Soluk tişörtlü genç adamın blucini diz hizasında açılmış, çehresinde birkaç günlük sakal, bileğinde bükülü ibrişimden bilezik, fuar rehberine arada bir göz atıp sürekli soru yöneltiyor.

2007 model DTS’in fiyatı 44 bin dolar (yaklaşık 60 bin YTL) civarında. Bazı aksesuvarlarla birlikte 50 bin doları gözden çıkarmak lazım. Kılık kıyafetine bakıldığında bu parayı ödeyecek kişiye benzemiyor yırtık blucinli tip. Kız arkadaşı tepedeki saati gösteriyor. Ford pavyonuna doğru yürüyorlar.

Sıra bende. Genç tezgahtara takılıyorum: "Hayli sabırlısınız. Meslekte yeni olmalısınız. Bu çift Cadillac alıcısına benzemiyor, değil mi?" Adının Stephen olduğunu söyleyen tezgahtar üç yıldır General Motors’un doğu eyaletleri baş bayiliğinde çalıştığını söylüyor: "İşe başlamadan üç ay staj gördüm. Büyük patron stajımın son gününde ofisine çağırdı, ’sana önemli bir ders vereceğim,’ dedi. O günden beri anlattıkları aklımdan çıkmadı." Neydi bu ders?

KOCA SİPARİŞİ KAÇIRDI

Stephen’in patronu 1970’lerin ortasında ilk kez Las Vegas’ta bir oto fuarında General Motors pavyonunda tezgahtarlık yapıyor. Fuarın ikinci gününde 20 yaşlarında, Afro stili saçlı, hırpani görünüşlü biri GM pavyonuna gelip Cadillac’ın yeni modellerini incelemeye başlıyor. Sürücü koltuğuna oturup arabayı çalıştırıyor. Patronu, alıcıya benzetemediği gence müdahale ederek "test yapmak için randevu almalısınız" diyor.

Afro saçlı adam sipariş veriyor: "Bu modelden siyah renkte 12 tane istiyorum. Grundig müzik setleri, telli jant, maun deri kaplaması koyacaksınız. Teslimatı ne kadar sürer?" Eski tezgahtar, bugünkü patron pek ciddiye almadan yanıtlıyor: "Toplam fiyat 150 bin doları geçer. Bir ayda teslim ederiz. Ödemenin yarısı peşin." Hırpani kıyafetli siyah adam çek yazacağını söylediğinde, patron çekin banka garantili olmasını istiyor.

Genç bir an duraklayıp masa üstündeki telefonu tuşlamaya başlıyor. Karşıdan cevap verene "Bay Thompson’a Lionel Richie’nin aradığını söyleyin" diyerek ahizeyi genç tezgahtara uzatıyor. Bu kez karşıdaki ses "Ben Bank of America genel müdürü Thompson" dedikten sonra Cadillac tezgahtarına 12 araba için gerekli parayı havale edeceklerini bildiriyor.

Stephen anlatmaya devam ediyor: "Patronum, hırpani görünüşü kişinin, üstelik en pahalı lüks otomobilden bir düzine sipariş vermesini ciddi bulmadığı için yanlış bir tutum takındığının farkına varıyor. Plakları aylarca liste başı olan ünlü şarkıcı-bestecinin ’Siparişi size vermeyeceğim. Başka bir tezgahtar çağırın’ demesiyle, satıştan kazanacağı yüklü miktarda komisyonu kaçırdığı için şok geçiriyor. Richie kendisine eşlik eden Commodores grubuyla yardımcı ekibine hediye etmeyi planladığı siparişi diğer tezgahtara veriyor. Patronum, ’Alıcıların görünümüne aldanma. Paranın kimde olduğunu bilmek imkansız’ diye ilk dersini verdi."

EN UCUZU KORE’DEN

Dünyadaki toplam araç sayısı 850 milyon. 300 milyon nüfuslu ABD’deki araç sayısı 270 milyon. New York Uluslararası Araba Fuarı’nda en ucuz aracı, Güney Kore imalatı Chevrolet Aveo’nun satış fiyatı 9 bin 995 dolar. Fiyat rekoru bir milyon 500 bin dolarla, Fransa’nın Alsace-Lorraine bölgesinde asamblesi yapılan Bugatti Veyron. Veyron’un beygir gücü de 1001.

Otomotiv sanayiinin gözde markaları da ucuz değil. Rolls Royce’un 435 beygir gücündeki Phantom modeli 407 bin dolar, Bentley Brooklands 350 bin dolar ile pahalı arabalar listesinde üst sıralarda. Ziyaretçilerin ilgi gösterdiği modeller arasında, 400 beygirin üstündeki motor gücüyle Jaguar, Chevrolet Corvette, BMW 760Li, Porsche 911 Turbo, Lamborghini Murcielago, Dodge Viper de var.
Yazının Devamını Oku