Toplumsal gerçekçi olarak Behzat Ç.

DİZİ seyircisi değilim demek istediğim her hafta televizyonun başına dakikalar önce geçip dizinin başlamasını bekleyenlerden değilim.

Haberin Devamı

Roman tefrikalarını da okumazdım. Dünkü Hürriyet’te Cansu Çamlıbel’in Behzat Ç.’nin yönetmeni Serdar Akar’la yaptığı söyleşiyi okuyunca, ben de yazma gereksinimi duydum. Behzat Ç.’nin gündemi, toplumumuzun gündemiydi. Yaşadıklarımız, o dizide ekrana yansıyordu. Cumartesi annelerinden Hrant Dink cinayetine, işçi ölümlerinden televizyon sansürüne, trans cinayetlerine kadar, bütün konular işlenmişti. Sadece sergilemekle yetinmiyordu, dizi tarafını da ortaya koyuyordu. Öyle ki, dizinin takipçilerinin bir gün önce ‘Bu hafta ne işleyecekler’ diye sorduğuna tanık olurdum. Dizi yayındayken ve sonrasında ise Twitter’da kendi gündemini oluştururdu...
Polis kimliğine de inandırıcılık kazandırmıştı. Üstelik polislerin de insan olduğunu, komplekslerinden aşklarına kadar her unsura değiniliyordu. Gerçi bu da kimi mercilerde rahatsızlık yaratmıştı ama neyse...
Behzat Ç. için ve bundan sonraki diziler için, Serdar Akar’ın tespitlerine ben katılıyorum, onaylayanların da sayısının yüksek olduğu kanısındayım:
“Televizyonun karakteri bizde de artık Amerika’daki gibi oturmaya başladı. Halka açık yayının karakteri bir çeşit uyutmaya yönelik, tatlı, şirin. Artık sert hikâye göremeyiz. Bence Behzat Ç. Türkiye’de sondu.”
Toplumsal gerçekliği ekrana getiren dizilerin devam etmesi, yalnız kişisel bir zevk olarak değil, toplumsal duyarlılık olarak da gerekli. Serdar Akar, fimlerine ilgi gösterdiğim bir yönetmen, ‘Gemide’sini, ‘Dar Alanda Paslaşmalar’ını seyretmiş, çok da beğenmiştim. Yönetmenin politika konusunda söylediklerini de gerçekçi buldum.

* * *

Haberin Devamı

DİZİLERDE edebiyat uyarlamaları yapılmasını savunanlardanım ama uygulamaları gördükçe, bunun amacına ulaşmadığını, edebiyata okur kazandırmadığını gördüm. Ne yazık ki televizyon seyircileri ekrana gelenle kitabın farklı olduğu gerçeğini bilip kitabını okumuyorlar. Diziler konusunda Attilâ İlhan’ın söylediğini bir kez daha anımsatacağım.
Ona göre, furya halini alan diziler zengin kız-fakir oğlan ekseninden kopamayan Yeşilçam sineması melodramları anlayışını sürdürüyor.
Bu öylesine doğru ki, dizilerde alçakgönüllü bir mahalleye, eve rastlayamazsınız. Rastladığınızda da amaç tez vakitte oradan sınıf atlamaktır. Hemen hemen hepsi de villalarda geçiyor. Bu yüzden de benim için inandırıcılığını kaybediyor. Türk sineması gelişti, seyirci buluyor ama diziler ne yazık ki bu gelişmeye paralel bir duruma ulaşamadı. Seviyesi birçoğunun oldukça sığ...
Hele kimi bölümlerin nasıl uzatıldığına veya bir sonraki bölüme aktarılış şekline bakıyorum, yüz yıllık klişelerden vazgeçememişler. Tefrika romanların da yöntemi buydu.
Ahmet Midhat Efendi, Orhan Kemal, en heyecanlı yerde tefrikayı bitirir, ertesi gün bir başka yerden devam ederdi. Hatta bazı tefrika roman yazarları, gazetenin tirajını etkiledikçe, öldürdükleri kahramanlarını diriltirlerdi.
Eskiden çok uzun tekrarların yer aldığı konuşmalara, yazılara “Pehlivan tefrikası” denirdi. Çünkü güreşteki bir oyun öylesine uzatılırdı ki, günlerce sürerdi, sanırdınız ki, iki güreşçi minderde bir ömür geçiriyor. Tıpkı iki sevgilinin öpüşmesinin iki hafta sürmesi gibi...
Tuluatın büyük ustası İsmail Dümbüllü ile Pişekâr Tevfik arasında şöyle bir konuşma geçerdi. Dümbüllü, bir güreşi anlatıyor: “Rakibimi kurt kapanı’na aldım” diyor, Pişekâr defalarca “Ne oldu” diye soruyor. En sonunda Dümbüllü, “Sonra onu Unkapanı’na bıraktım” cevabını veriyor. Çünkü hikâyeyi o kadar uzatır ki, artık meselenin başı sonu karışır...
İşte bugünün dizilerinin durumu tam da böyle...

* * *

Haberin Devamı

GERÇEKÇİ hikâyeler artık karşımıza çıkmayacak gerçekten. Gündemin gergin sorunları, yaşadığımız dramlar, toplumsal çekişmeler, dizilerde görülmeyecek. Oysa, yaşadıklarımızın ekrana yansıması gerek. Zira her şey zengin kız-fakir oğlandan ibaret değil!

Yazarın Tüm Yazıları