Enis Batur, edebiyatın çeşitli türlerinde kitaplar yayınlayan iyi bir şair, iyi bir denemeci, farklı bir romancı.
Onun hakkında yazılacak her yazı, türlerarası bir gezintiyi zorunlu kılıyor. Sadece kitap yayın tarihinin gerektirdiği bir çalışma değil, birbirine doğru gelgitler labirentinde dolaşmayı zenginleştirmek amacını güdüyor.
Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü alan Neyin Nesisin Sen, onun şiir çizgisindeki hem kalite sürekliliğini, hem de bu anayolun içindeki şiirsel patikaları içeriyor.
Kitabın İçindekiler listesini versem, sanırım şiirleri izlemekte saptayacağınız yol için hazırlık yapmaya başlayacaksınız.
Kimin Nesi, Ondört Sone + Bir / Maurice Sceve İçin On Türev, Bir Şükrán / Kenetler, Jean Dubuffet İçin Beş Şiir / Mono No Aware / Arı Bilgeyle Konuşmalar / Büyükada Şiirleri / Bulut Defteri / Pençe Defteri.
Enis Batur’un bir şiirinden, bir yumak gibi çöze çöze bir başka şiirinin gizini keşfedebilir misiniz? Hem evet, hem hayır. Onun çok katmanlı şiirlerini beğenirim, şiir üzerine alıştırma yapma duygusunu verir.
Taşayna Sonesi’ni okurken, felsefe metni sorularından bir tasavvuf rüzgárına kadar, bilgi yolculuğu davetine katılan okur; iyi bir şiir okumanın nirvanasına varır.
Gülten Akın Sonesi, onun şiirlerini okuyanlara, yeni, başka bir yaklaşım kazandıracaktır, şimdiye kadar yazılanların haricinde.
Özellikle Büyükada Şiirleri’ni okumanızı isterim.
Şiirimizin ayrıksı bir göstergesini ihmal etmeyin.
GÜLTEN AKIN SONESİ
Bir an bütün sesleri ayırıyor, siliyorum;
karşımda yumuşak hırçın bir şiir okuyor,
heceden heceye kırılgan davudi ezgisi
yayılıyor imbikten geçmiş kelimelerin,
ah sizi tanıyorum: Ludingirra’ydınız,
o vakitler ilk karşılaştık, bir seferinde
Neşideler Neşide’siydi, yazdınız, yüksek
oktav tınılar kaplamıştı beynimi ruhumu,
sonra Louise Labe, Mistral, büyük suskun
sonelerin şairi Marguerite, bir geceyarısıydı
anımsayacaksınız, yoluma bulut,
karanlığıma rehber çıktıydınız: Siyah
saçlarınız o günler bugün öyle uzamış ki,
halınıza değmiş ayaklarım, uçuyorum
YAZININ İNLERİ CİNLERİ VARDIR
Enis Batur; Suya Seng kitabının içinde aynen böyle diyor.
Onun bir sözünün okuru kışkırtan yanına değinmeliyim: "Nereye doğru gitmeye çalıştığım belli de, nereye varacağım meçhûl."
Bir yazarın bu tür yolculuğunu bekler okur.
Suya Seng’e ister günlük notlar deyin, ister bir edebiyatçının tepkileri olarak bakın, isterseniz bir okuma günlüğünden dibe çökenler olarak yorumlayın. Nasıl bakarsanız bakın, sizi de girdabına katan bir kitap. Birlikte savruluyor, birlikte direniyor, birlikte isyan ediyorsunuz. Bu bir edebi onay olarak anlaşılmasın. Yazarın anlaşılması için, başka kitaplarına da ışık sızar umuduyla okunması gereken yazılar.
Elbette günübirlik kızgınlıkların tutanağı değil bunlar, ateşin bile soğumasını beklemiş yazıları yazarken "yazar".
Her düşünce, yazarın her satırının -her dizesi demiyorum- ardında bir atölye çalışması vardır. Suya Seng için bu da söylenebilir mi?
Enis Batur’un yazdıklarından bazıları için, belli bir tür tanımı yapmak için, cendereye girmenin bir anlamı yok, içerik biçimden özgürdür onda.
KİTAPTAN
Meçhûle Giden Yol
Burada, vurguyu iki kavrama yüklediğim ortada: Karar ve seçim. Yazı adamı, işin başında bir seçim yapar, bir karar alır. Yolda, seçimine aykırı bir sapma içine girebilir, kararını değiştirebilir şüphesiz; bu sonuç bir iç değişime bağlıysa başka, bir dış değişim nedeniyle gerçekleşmişse başka bir yoruma yöneliriz. Yaptığı seçime, aldığı karara sadık kalmış olmak bir başına erdem sayılabilir mi kestiremiyorum, ne olursa olsun, bu da bir seçimdir(...)
İlk kitaplar sol anahtarını veriyordu. On yıl sonra, ilk prova bir erken retrospektif gözden geçirmeyi. Yirmi yıl sonra, ikinci bir prova için delil sayısı artmıştı: "Yazı cini" arada hiç boş durmadı.
Şimdi, işinin başında’yım gene, masada ilerleyen yaklaşık 30 kitapla. Nereye doğru gitmeye çalıştığım belli de, nereye varacağım meçhûl.
MASANIN BAŞINA GEÇER YAZARSIN
Enis Batur, şiir gelir kendini dikte eder, demişti kendisiyle yaptığım televizyon programında.
Düzyazıya gelince, masanın başına geçeceksin, beyaz káğıt önünde yazacaksın. Yine kendisinin ifadesiyle, bunlar temrinleridir. Her sabah gerekli hazırlıklardan sonra ellerini açmak isteyen yazar, mutlaka beyaz sayfanın karşısına geçip birkaç cümle yazmalıdır. Bu vesile ile hem ileride yazacağı metinlerin temelini atar, hem de yazmadan önce gereksiz fazlalıklarından kurtulmuş olur.
Pasaport Damgaları kitabını düşününce, yazmadan önce bir başka eylemden de söz etmek gerekiyor kanaatindeyim. Gezeceksin.
Hazırlıklı, donanımlı bir gezgindir o. Gideceği yerlerin bilgi yükünü edinmiştir. Çünkü gezdiği yerin bütün ayrıntısını, her sanata katkısını bilecektir ki, uyur gezer bir turist olmasın.
Binası, yani mimarisi, insanı, yazarları, ressamları, terk edilmiş bölgeleri, otantik canlı veya coğrafi özellikleri, oranın bütün izdüşümleri, Enis Batur’un gezi yazısında var olur.
Pasaport Damgaları - Yol Günlüğü (1987-2006), bir yazarın bol çağrışımlı notları olarak da tanımlanabilir.
Bir örnek vermeli hemen.
"Yolda Yahya Kemal ile Ahmet Haşim’i düşündüm. Modern şiirimiz, aslında İstanbul’a gurbetten düşmüş iki şair ile başlıyor.
Sonra her ikisinin de kadınlarla ilişkilerinin garipliği geldi aklıma.
Oysa hangi şair Kadın’a garip bir üslûbun içinden bakmaz ki?
Petrarca mı, Dante mi, Rilke mi, Aragon mu?
Ya ben? Ya ben?
Yetkin maraz."
Dikkatsiz, metinleri yüzeyden okuyan biri için, bu gezi notları, yazıları aşırı ayrıntı olarak değerlendirilebilir, oysa her ayrıntının; edebi simgesel bir özelliği olduğunu anlamak için biraz emek vermelisiniz.
Elbet burada yer alan kişilerle ilgili eleştiriler de yazılara bir başka boyut katıyor.
Garip bulacağınız bir yargıyla bitireyim yazımı.
Evliya Çelebi’nin Seyahatnámesi gibi okudum.
KİTAPTAN
Dün akşam indik şehre. Yağmur altında, üç saati aşkın yürüdük merkezde. Katedrale kadar yol aldık, içeri girip birkaç org vuruşu dinledik. Hollein’ın katedralin karşısına diktiği Haas-Haus çok etkileyici bir zıtlık kuruyor. Graber’e uğrayıp, Altenberg’in yaşadığı, Kafka ile Max Brod’un kaldığı otele baktık. Belki oraya geçeceğiz sonra. Cafe Schwarzenberg’de oturduk bir saat. Bir alay kitap katettim gelmeden, kafamda fırdönüyor Viyana, Prag, Budapeşte sokakları.
Program sıkıntısı çöktü. Ne zaman hangisine gidebileceğiz? Daha Melk var, sırada.
10 Haziran
Sabah uzun bir yürüyüş sonrası Tütün Müzesi’ni gezdim. Müthiş bir müze; bir de "Avrupa’da Tütün Kültürü" başlıklı olağanüstü bir serginin hazırlıkları yeni tamamlanmıştı, bu da işin boyutlarını büyütmeye yetmişti. Beni, basın konferansı olduğu için, uyduruk basın kartımla aldılar, yoksa gezemeyecektim müzeyi. Son derece zengin bir koleksiyon yapmış müzeciler: Porselen, gümüş, mücevherli, savatlı kutular; nargileden pipoya, ağızlıktan tütün kesesine kadar her şey. Resimler, karikatürler, afişler cabası. Doğu bilimi biraz zayıftı doğal olarak, Osmanlı da. Gene de epey parça toplanmıştı. Sanat Dünyamız için iyi bir konu olabilir bu. Cafe Gentral’e oturup bu satırları yazmadan Esperanto Müzesi’ne girdim: Boş, hüzünlü bir müze. Gene de çılgın ve hoş bir ütopya ya - hiç değilse.
DOĞAN HIZLAN’IN SEÇTİKLERİ
Mehmet Coral Ateşin Gelini Gávur İzmir Doğan Kitap