Bir alana gerek amatör gerek profesyonel olarak ilgi duymaya başladığınızda ilk yapacağınız, bu alanın ustalarının kitaplarını okumak, yaptıklarını incelemek, onların izinden gitmektir. Fotoğraf mı çekiyorsunuz ya da meslek olarak fotoğrafçılığı mı seçtiniz? İşe bu konuda özet bilgiler veren kitaplarla başlamalısınız.
Ian Haydn Smith’in ‘Fotoğrafın Kısa Öyküsü’, bu anlayışla yazılmış iyi kitaplardan biri.
İlk sayfasında şu yazıyor: ‘Önemli Janrlara, Eserlere, Temalara ve Tekniklere Yönelik Cep Kılavuzu’.
Lise yıllarımda ben de fotoğrafa ilgi duymuş, Agfa marka, körüklü, 6x9 film çeken bir makine almıştım. O makineyle ‘1950 kuşağı’nın yani kuşaktaşlarımın fotoğraflarını çektim.
Şimdi bu merak ateşi sönse de bir Panasonic Lumix ile küçük bir Nikon makinem var.
Bir zamanlar ben çekerdim, yıllar geçtikçe başkaları sizi çekiyor.
Fotoğrafın Kısa Öyküsü Ian Haydn Smith Çeviren: Deniz Öztok Hep Kitap 224 sayfa 38.50 TL
Göz, yürek ve akıl
400’ü yabancı 650 sanatçının çoğu, Türkiye’den sanatseverlerle ilk kez buluştu. Toplam 2 bin eseri görebileceksiniz.
Yeri Lütfi Kırdar ve İstanbul Kongre Merkezi. 23 Eylül akşamına kadar gezebilirsiniz. Ana sponsorluğunu da Akbank üstlendi. Amerikan Hastanesi de bu yıl sağlık sponsoru oldu.
Türkiye’nin ve dünyanın önemli galerilerinin katıldığı ci artık beklenen, gezilen bir etkinliğe dönüştü.
Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli, katalogun başında serginin özelliği üzerine bilgi veriyor: “Süratle değişen dünyanın nabzını tutan sanatçıları dünyanın birçok yerinden İstanbul’a taşırken, onları Türkiye’deki koleksiyoncularla buluştururken sanatın diğer alanlarına açılmayı sürdürdük.
Adalar Kültür Derneği antetli kâğıda yazan Özer Kangür bakın ne yazmış:
“Adalar Kültür Derneği olarak yıllardır İstanbul’un adaları ile ilgili kitaplar yayımlanmaktadır. Bu kitaplar çoğunlukla Adalılar tarafından yazılmaktadır. Son olarak temmuz ayında Adalı fotoğrafçı Yılmaz Kaini’nin fotoğraflarından oluşan bir albüm neşrettik.”
Semtlerin, ilçelerin kendilerini tanıtma girişimlerini desteklemek
Adalar şimdi faytonları çeken atların da gördüğü eziyetle gündeme geliyor. Birçok protesto toplantıları yapılıyor. Sonucu ben de merakla bekliyorum.
Adaların edebiyatımızdaki yeri epey yer tutar, ben de Adalar ve edebiyat adlı uzun bir inceleme yayınlamıştım. Edebiyatçıların farklı dünya görüşleri doğrultusunda adaları değerlendirmelerini öğrendiğimde Türk edebiyatının ustalarına bir başka açıdan bakmıştım.
Sempozyumu düzenleyen zamanın Kültür Bakanı Mükerrem Taşçıoğlu idi.
Yılmaz Kaini (1932-1987) kimdir?
Kaini doğumu sırasında yaşadığı sorunlardan dolayı bütün yaşamını engelli olarak sürdürdü. Ancak o fotoğraf gibi, hem de analog fotoğraf gibi kolay olmayan bir uğraşıyı büyük bir özveriyle gerçekleştirebilmiş nadir fotoğrafçılarımızdandır.
Başkanlığını Handan İnci’nin üstlendiği, Asuman Kafaoğlu Büke, Oğuz Demiralp, Sibel Irzık, Cemil Kavukçu, Ömer Türkeş ve Faruk Duman’dan oluşan Seçici Kurul, Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün on birincisinin Adalet Ağaoğlu’na verilmesini kararlaştırdı.
Ödüllerin bir önemi de adına verilen kimsenin değeriyle doğru orantılı olmasıdır. Sevgili arkadaşım Erdal Öz, edebiyat dünyasının da yayın dünyasının da doruktaki adlarından biridir.
Türkiye’deki siyasal dalgalanmaların acısını yaşamış, bu tanıklığını da kitaplarına yansıtmıştır.
Kuşağının noterlerinden biridir. Bu benzetmeyi de Yaşar Kemal’le ödül almaya Barselona’ya gittiğimde komitenin başkanı Cervantes için yapmıştı, kendisinden ödünç aldım.
Kuşağımın her ferdi, mutlaka anı yumağımın bir yerinden kendini gösterir, İstanbul günleri kadar onun Ankara günlerini de anımsıyorum.
O zamanlar yaptığı radyo programını bizim evde çekmişti. Kuşağından hiç kimseyi unutmamıştı.
Son yıllarında Frankfurt Kitap Fuarı’nı da birlikte dolaşırdık.
Bir yayıncının aynı zamanda iyi bir yazar olması ilkesini de kanıtlamıştı.
Ne yazık ki bizde sufi/tasavvufi bestelerin plağını ya da CD’sini bulmak mümkün değildir. Oysa bir besteciyi aynı bir yazar gibi bütün çalışmalarıyla değerlendimek gerekir. Kuşatıcı bir değerlendirme için bu zorunludur.
Bazıları dinî müzik/ladini müzik sınıflamasını yapıyorlar.
Kimileri de âşıkane deyimini kullanıyorlar.
Besteleri dinledikten sonra siz terim konusunda bir karara varırsınız.
Agâh’ın Gönlüme Düşenler adlı sufi müzik CD’sini dinlerken bunları düşündüm.
CD’yi hazırlayan sanatçılar listesi:
* Aranjör-Yönetmen: Agâh
* Yaylılar: Kempa Yaylı Grubu
Beyoğlu hakkında okuduğum her kitap bana Salâh Birsel’in başlıkta kullandığım kitabının adını çağrıştırıyor.
Turan Akıncı’nın ‘Beyoğlu - Yapılar, Mekânlar, İnsanlar (1831 - 1923)’ kitabını okurken tarihi süreç içinde birçok yer ve mekân, anı yumağımda canlandı. Çocukluğumdan bugüne, kozmopolit Beyoğlu’nu yaşadığım, sevdiğim için olumsuz değişimleri kabullenemiyorum, hatta yadırgıyorum. Her yer gibi Beyoğlu da değişecekti ama böyle bir değişimi rüyada görsem, kâbus diye yatağımdan fırlardım. Akıncı’nın yazdığı mekânların birçoğuna ben de yetiştim, oralarda yemek yedim, pastanelerinde oturdum.
Elbet Beyoğlu tarihinin birçok sayfasını yabancılar oluşturdu. Orada yaşayanlar da bu havayı teneffüs ederlerdi. İstiklal Caddesi, bir tenezzüh yeriydi; kitapçılarıyla, sinemalarıyla, pastaneleriyle, mefruşat dükkânlarıyla, Çiçek Pazarı’yla...
Her kitabın bence bir okuma yöntemi vardır. Akıncı’nın kitabı için bir okuma önerisinde bulunacağım. Beyoğlu’nun Cumhuriyet’e kadar olan tarihini bu kitaptan çıkarmaya çabalayın. Çünkü her şeyi belirleyen yaşama biçiminin gizlerini bu kitapta bulacaksınız.
Batı etkisinde İstanbul’u öğrenmek, Batı etkisinde Türkiye’yi öğrenmekle eşanlamlıdır. Şimdi buradaki mekânları, sokakları gezerek bir tarih turizmi yaratabilirsiniz kendiniz için. Geniş anlamda bir İstanbul rehberi de sayabilirsiniz. Ben kendi yaşamıma tarih düştüm bazı sayfalarda. Bireysel bir tarih değil bu, o zaman birlikte olduğum dostlarım, arkadaşlarım, yiyecek aldığım yerler, kitaplar, buluştuğum dostlar, tanıştığım yeni çehrelerle sohbetler. Dünün mekânları bugün nasıl? Onları düşünmek de geriye doğrudan yapılan bir yolculuk. Kitabın anabaşlıklarını okuduğunuzda, sanırım özellikle İstanbul’da yaşayan geniş bir kitle bu kitabı okuma gereği duyacaktır.
Sefaret Sarayları: Ayaspaşa, İnönü Caddesi’ndeki Alman Sefaret Sarayı’nda birçok etkinliğe katıldım. Uzun süre Ayaspaşa’daki Sarayarkası Sokağı’ndaki çalışma odam sarayın bahçesine bakardı.
Pasajlar: Elhamra Pasajı’nda birçok operet seyrettim. Çiçek Pasajı hâlâ yaşıyor, Hazzopulo Pasajı da öyle. Karlman Pasajı’na da yetiştim.
Yılaşırı olarak her seferinde bir üniversitenin ilgili bölümü tarafından düzenlenen ve Türk Dil Kurumu tarafından desteklenen toplantıların bu yılki konusu sözlüklerde tanımlama ve tanıklama olarak belirlendi.
Türk sözlükçülüğü ile ilgili bilimsel çalışmaların sonuçları güncel sözlük ile ilgili sorunlara da çözüm getiriyor. Her zaman sözlüklerin önemini vurgulamaya çalıştım. Masalarımızda yalnız genel sözlüğün değil; meslek, alan sözlüklerinin de bulunması gerekir.
Bu tür bilimsel toplantıların elbette bilim dünyasında önemi açıktır. Öte yandan kullandığımız Türkçe sözlüklere de yansıyan yanları vardır.
Yeni kelimeler öğrenir, doğru kullanımları görürüz. Nerede ve nasıl kullanıldığını edebiyat ustalarından öğreniriz. Bu açıdan baktığımızda ‘Sözlükçülük bilim mi, sanat mı?’ sorusu anlam kazanmaktadır. Bilim insanlarının tartışmaları, görüşleri bizim kullandığımız günlük dile ve yazı diline yansır.
Türk sözlükçülüğünün yaklaşık bin yıllık geçmişi var...
Sözlükçülüğümüzün tarihine kısa bir göz attığımızda bugünkü durumu da daha iyi anlayabiliriz.
- İlk sözlüğümüz Kâşgarlı Mahmud’un Divân-ı Lugâti’t-Türk’ü Türkçe kelimelerin Arapça olarak karşılığının verildiği, anlamının açıklandığı iki dilli sözlüktür. Kâşgarlı, sözlüğünde kelimelerin Türkçe örneklerine Arapça açıklamasıyla birlikte yer vermişti. Sonraki birkaç sözlük dışında XIX. yüzyıla gelinceye kadar hazırlanan sözlükler genellikle dil öğretimi amaçlı olarak Arapçadan, Farsçadan Türkçeye karşılıklar, açıklamalar şeklinde düzenlenmişti.
- İlk kez J. W. Redhouse, Müntahabat-ı Türkiye adlı sözlüğünde Osmanlı Türkçesi’nde kullanılan Arapça, Farsça kelimelerin dilimizde kazandığı anlamlara göre tanımlamalarını yapmıştır. XIX. yüzyılın son çeyreğine gelinceye kadar dönemin sözlükçülük anlayışı gereği az bilinen kelimelerin sözlüklerde tanımlandığı, anlamını herkesin bildiği düşünülenlerin ise “meşhurdur, malum, maruf” denilerek kısaca açıklandığı görülmüştür.
Ben de ilk kez Roma’ya gittiğimde bir müzik mağazasına girmiş ve Leyla Gencer’in plaklarını sormuştum. Tezgâhtar çocuk hemen yanıma gelip “Cencer’i mi istiyorsunuz” dedi. Övgü dolu sözler söyledi Gencer hakkında, Türk olduğum için de onun gözünde itibar kazanmıştım.
O zamanlar divanın CD’leri yoktu, uzunçalarlarını almıştım. Hepsi de korsandı, kayıtlar cızırtılıydı.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), 20. yüzyılın en önemli opera sanatçıları arasında gösterilen Leyla Gencer’i vefatının onuncu yıldönümünde özel bir sergiyle anıyor. Küratörlüğünü Prof. Yekta Kara’nın üstlendiği ‘Leyla Gencer: Prima Donna ve Yalnızlık’ sergisini gezdim. Evinde ziyarete gittiğim bir sanatçının eşyasına bakarken sanki koltuğunda oturup konuşuyormuş gibi geldi. Borusan Müzik Evi’nde açılan sergi 10 Ekim’e kadar açık kalacak.
Açılışa Yekta Kara, Bülent Eczacıbaşı, Zeynep Hamedi, Görgün Taner, Yeşim Gürer Oymak, Ahmet Erenli katıldı.
Törende bir konuşma yapan İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, Leyla Gencer için şöyle konuştu:
“İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın kuruluş aşamasında da emeği geçen Leyla Gencer, geniş repertuvarı, araştırmacı tavrı, titizliği ve üstün yeteneğiyle opera dünyasında olağanüstü başarılara imza attı. Uluslararası arenada ülkemizin gurur kaynağı oldu. Klasik müziğin mabedi sayılan La Scala’da yirmi beş yıl başoyuncu olarak sahne aldı. Milano’da yaşadığı bu süre boyunca İstanbul’dan hiç kopmayan ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nı ailesi olarak gören bu büyük sanatçının yaşamına farklı bir bakış sunan bu özel sergi için Profesör Yekta Kara’ya içten teşekkürlerimizi sunuyorum.”
Serginin küratörlüğünü üstlenen Prof. Yekta Kara, 35 yıl süreyle İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde sırasıyla solist sanatçı, müdür ve genel sanat yönetmeni ve başrejisör olarak çalıştı. Halen MSGSÜ Devlet Konservatuvarı Opera Anasanat Dalı’nda eğitmenlik görevini yürüten Kara, Leyla Gencer’le birlikte de çalıştı. Leyla Gencer opera sanatçılığının sadece ses ve teknikten ibaret olmadığını kanıtlayan; kendine özgü yorumları, üstün oyunculuğu, hayat verdiği karakterlere kattığı farklı boyutlarla seyircide hayranlık uyandıran bir sanatçıydı. Araştırmacı kişiliğiyle arşivlerde sıkışıp kalmış birçok operayı bulan ve yeniden yorumlayıp tiyatroların repertuvarlarına kazandıran Leyla Gencer, gençlere ışık tutan bir isimdi.
LEYLA GENCER ŞAN