Rapor, iklim değişikliğinin daha önce bilinenden daha düşük sıcaklıklarda dahi çok daha sert etkilere yol açtığının ve hükümetlerin Paris Anlaşması’nda yer verilen 1,5°C hedefini takip etmelerini hayati önem taşıdığının altını çiziyor. Fosil yakıtlara olan bağımlılıktan dolayı insan kaynaklı emisyonların gezegene zarar verdiği, ancak yenilenebilir enerji kaynakları ve diğer azaltım eylemleri konusunda hızla atılacak adımlarla dirençli ve yaşanabilir bir geleceğin mümkün olduğu belirtiliyor.
Raporda, küresel yüzey sıcaklığının 1970’ten bu yana, son 2000 yıldaki diğer 50 yıllık dönemlerden daha hızlı arttığı ortaya koyuluyor. 2019 yılında, atmosferik CO2 konsantrasyonlarının en az 2 milyon yıldır hiç olmadığı kadar yüksek olduğu ve metan ve azot oksit konsantrasyonlarının en az 800 bin yıldır hiç olmadığı kadar yüksek olduğu ifade ediliyor.
Fosil yakıt kullanımının küresel ısınmayı büyük ölçüde tetiklediğine işaret eden çalışma, 2019 yılında küresel sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 79’unun enerji, sanayi, ulaşım ve binalardan, yüzde 22’sinin ise tarım, ormancılık ve diğer arazi kullanımından kaynaklandığını gösteriyor.
*
Bu raporda 2040 veya öncesi olarak tanımlanan yakın vadedeki emisyon azaltım hedeflerine ilişkin yeni bilgiler ilk kez veriliyor. 1,5°C hedefinin tutturulması için önümüzdeki yıllarda yapılması gereken emisyon azaltımı:
2030 yılında %48 CO2azaltımı
2035 yılında %65 CO2azaltımı
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 22 Mart 1993’te Dünya Su Günü kararının resmi olarak imzalanmasından sonra her yıl dünya çapında etkinliklerle farkındalık yaratılmaya çalışılıyor. Birleşmiş Milletler-Su (UN-Water) tarafından organize edilen bu etkinlikler her yıl farklı bir tema ile gerçekleştirilmektedir. 2023 yılı Dünya Su Günü teması “Ortaklıklar ve İşbirliği Yoluyla Değişimi Hızlandırmak” olarak belirlenmiştir.
Su yaşamdır. Su kaynaklarımız sonsuz değildir. Miktarı ve kalitesi her geçen gün kötüye gidiyor. Suyun önemini rakamlarla anlatmak gerekirse;
*
- 2050 yıllına kadar suya olan talebin yüzde 55 artış göstermesi bekleniyor. Tatlı suyun yüzde 70’i tarımda kullanılıyor. Artan nüfusu beslemek için gıda üretimi 2035’e kadar yüzde 69 artacak.
- Türkiye’de kişi başı günlük ortalama su miktarı ise 217 litre. Bursa’da kişi başı günlük ortalama su miktarı 150 litre civarında değişiyor.
- Türkiye’de suyun yüzde 77’sinin sulama, yüzde 11’inin sanayide, yüzde 12’sının içme ve kişisel kullanımda kullanılıyor.
- Türkiye’de son 20 yılda kişi başına düşen su miktarı 4 bin metreküpten 1430 metreküpe indi. Bu rakam bizi su azlığı çeken ülkeler sınıfına ekliyor.
Yüzeysel su kaynakları, akarsular, doğal göller, baraj ve rezervuarları kapsıyor. Bursa toplam su potansiyeli 6 111,0 hm3 /yıl olarak belirtiliyor. Kentin içme ve kullanma suyu sağlayan kaynakların 2021 yılı kullanım oranlarına bakıldığında yüzde 70’e yakını barajlardan, yüzde 15’i yer altından, yüzde 15’i de pınarlardan temin ediliyor. Yani büyük oranda barajlardan su temin edildiği düşünüldüğünde barajlarda su doluluk oranlarının büyük önem arz ettiğini görüyoruz.
Doluluk oranlarına bakacak olursak, doğancı barajında ortalama yüzde 30, Nilüfer barajında ise yok denecek kadar az seviyelerde olduğunu biliyoruz.
YAĞIŞLARLA DOLACAK MI?
Henüz işletmeye alınmayan Çınarcık barajı için yıllık 145 x106 m3 içme suyu potansiyeli öngörülüyor. Yapımı devam eden diğer barajlar ise Kestel’de Gölbaşı, Büyükorhan’da Kocadere, Karacabey’de Gölecik, Gemlik’te Büyükkumla, İnegöl’de Hocaköy ve İznik’te İznik Barajı olarak sıralayabiliriz.
Barajları yapıyoruz ama acaba dolduracak yağışları alabilecek miyiz? Onu bilemiyoruz...
Bunların dışında başka hangi su kaynaklarımız var derseniz; işletmesi BUSKİ tarafından sürdürülen 47 gölet, 36 adet sulama havuzu ve 311 adet sulama tesisi ile DSİ tarafından işletilen 52 adet sulama göleti bulunuyor. Aynı zamanda İçme-kullanma suyu amacıyla kullanılan 786 adet su kuyusu olduğu belirtiliyor (2021 BUSKİ Faaliyet Raporu). Kayıtlar dışında Bursa ovasında özellikle endüstriyel vb. amaçlı kullanılan birçok kuyu bulunduğu da maalesef bilinen bir gerçek...
Kentimizin en önemli su kaynaklarından bir diğeri ise 680 km su toplama havzası alanına sahip Nilüfer çayı. Bir zamanlar balık tutulan ama şimdilerde atıksu olarak akan, kentimizin en bilinen sembollerinden...
SU KULLANIM ALIŞKANLIĞI
Deprem bilimcilerin öngörüleri ve bilimsel yapılan çalışmalar ışığında yol alınması gerektiğini yaşanan gerçekler göz önüne sermiş oldu. Kayıplarla başa çıkabilmek için tek başına müdahale odaklı bir yönetim anlayışından ziyade risk odaklı bir yönetim anlayışıyla güvenli, eşit, dayanıklı/dirençli ve sürdürülebilir kentsel gelişmeye sahip olabilmek için stratejiler ve politikaların etkin olarak geliştirilmesi gerektiği şüphesiz ortadadır.
EN BÜYÜK DEPREM 7.1
Bursa’da tarihsel olarak pek çok deprem geçirmiş bir kent. ‘Bursa İli İçin Zemin Sınıflaması ve Sismik Tehlike Değerlendirme Projesi’ (Bursa Büyükşehir Belediyesi, Tübitak, MAM 2013) kapsamında yapılan çalışmalarda Marmara Bölgesi’nde 1419-1999 yılları arasında şiddeti 6 ve üstü olan 34 adet deprem kaydedilmiş. Bursa için en şiddet deprem 1855 yılında 7,1 olarak tarihe geçmiştir.
Herkesin aklına ilk gelen “Şehrin afet ve risklere karşı aldığı önlemler neler? Hazırlanan planlar var mı?” “Bu planlara ulaşabilir miyiz?” soruları...
İşte bu soruların cevabı olarak herkesin yapılan çalışmalara ulaşması ve katkı koyması oldukça önemli. Bu amaçla, 15 Temmuz 2018 tarihli ve 30479 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin “İl Afet ve Acil Durum Müdürlükleri” başlıklı 52. maddesinin ikinci fıkrasına dayanarak ‘Bursa İl Afet Risk Azaltma Planı’ hazırlanmıştır.
Bu planın hazırlık çalışmalarına 2021 yılı Ocak ayında başlanmış olup İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü öncülüğünde, üniversiteler, kamu kurum ve kuruluşları, yerel yönetimler, özel sektör, sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla Eylül 2021 ayında tamamlanmıştır.
GÜNCELLİĞİ SAĞLANMALI
Bu plana https://bursa.afad.gov.tr/kurumlar/bursa.afad/Bursa-IRAP.pdf adresinden isteyen herkes ulaşabilir.
Dünya Ekonomik Forumu’nun 2023 Küresel Riskler Raporu’na göre, çatışmalar ve jeo ekonomik gerilimler birbiriyle derinden bağlantılı bir dizi küresel riski tetikledi. Bunlar, önümüzdeki iki yıl boyunca devam etmesi muhtemel olan enerji ve gıda tedarikindeki sıkıntıları ve yaşam maliyeti ile borç ödemede güçlü artışları içeriyor.
Aynı zamanda bu krizler, özellikle iklim değişikliği, biyoçeşitlilik ve insan sermayesine yatırımla ilgili olanlar olmak üzere uzun vadeli risklerle mücadele etme çabalarını baltalama riski de taşıyor.
YETERSİZ KALINIYOR
Raporda 10 yıllık süreçteki en büyük küresel risk ise iklim değişikliğine karşı mücadelede yetersiz kalınması olarak değerlendiriliyor.
Rapor, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini hafifletme konusunda etkin bir iş birliği yapılmadıkça, önümüzdeki 10 yıllık süreçte sıcaklıkların ve ekolojik bozulmanın daha da artacağını vurguluyor.
Ayrıca iklim hedeflerine uyumlu hareket etmedeki eksikliğin, net sıfıra ulaşmak için gerekli olan bilimsel uygulamalar ile politik olanlar arasındaki farklılığı ortaya çıkardığı vurgulanıyor.
Eğer politika stratejilerinde önemli bir değişiklik veya büyük çapta yatırım yapılmazsa iklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı, gıda güvenliği ve doğal varlıkların tüketimi gibi ekosistemin çöküşünü hızlandıracak olayların ve doğal afetlerin etkileri artacak.
BİYOÇEŞİTLİLİK KAYBI RİSKİ
Yaralarımızı sarmaya çalışırken, kayıpların yeri hiçbir zaman dolmayacak. Bilimsel ilkeleri gözardı ederek kentleşme ve yapılaşma politikaları ile yetersiz denetim ve yasaya uygun olmayan uygulamalar nedeniyle doğal bir afet bir kez daha toplumsal bir felakete yol açmış durumda. Ama bir taraftan da geride kalanların, hayata devam etmek durumunda olanların yeniden hayata tutunabilmeleri için yaşam koşullarının uygun hale getirilmesi ve ikincil felaketlerin meydana gelme riskinin göz önüne alınması gerekiyor. Dolayısıyla depremin yol açtığı çevresel etkileri doğru planlama ile ele almak gerekiyor.
*
Birçok ilde ağır hasar yaratan ve bazılarını da yerle bir eden bu afet, hava ve su kaynakları üzerinde ciddi bir kirliliğe sebep olmuş durumda. Diğer bir çevresel sorun da önlem alınmadığı takdirde kısa zamanda ciddi sorunlar doğuracak olan atık problemi ile baş gösteriyor. Depremin yaban hayatı üzerindeki etkileri henüz bilinmiyorken, bölgedeki madenler ve sanayi bölgelerinde depremin yol açmış olabileceği hasar, yaban hayatının da tehlikede olabileceğini akıllara getiriyor.
*
Deprem sırasında ve sonrasında yaşanabilecek ikincil afetler; petrol ürünleri depolama ve dağıtım tesisleri, petrol rafinerisi, petro-kimya sanayi, azot, gübre, soda, demir-çelik ve krom sanayileri, Kerkük-Yumurtalık, Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hatları, doğalgaz hatları ile Afşin-Elbistan, İSKEN-Sugözü, Tufanbeyli, Hunutlu Termik Santralları gibi yanma, patlama ve kimyasal çevre kirliliğine yol açma riski bulunan pek çok tesisi barındıran deprem bölgesinde, özellikle İskenderun Körfezi’nde çoklu bir kriz riski oluşturmaktadır. Yangın, patlama ve sızıntı ile havaya salınan kimyasal maddelerin ve dumanın solunum yolu ile alınmasıyla bölgede pek çok akut ve kronik sağlık sorununun oluşması riski söz konusu olabilecektir.
*
YAŞAM KAYNAĞI
Peki bu sulak alanları nedir bu kadar önemli kılan derseniz; tek kelime ile “yaşam kaynağı” diyebiliriz.
Sulak alanlar, dünya yüzeyinin yaklaşık %6’sını kaplar. Dünyadaki tüm canlı türlerinin %40’ını ve tüm hayvan türlerinin %12’sini barındırırlar. Sulak alanların taşkın kontrolü, yeraltı sularının beslenmesi, fırtınalardan koruma, besin depolama, iklim değişikliğinin kontrolü, su arıtımı, gıda kaynağı olma, turizm faaliyet alanı sağlama gibi birçok işlevi vardır.
Sulak alan ekosistemleri hakkında farkındalık yaratmak amacıyla her yıl 2 Şubat’ta Dünya Sulak Alanlar Günü kutlanmaktadır. Ancak atılan adımların sulak alan kaybını durdurmaya yetmediği ortadadır.
Ramsar Sekreteryası’nın 2018 yılında yayımladığı Global Wetland Outlook verilerine göre yapılaşma, kirlilik, kurutma, aşırı kullanım gibi çeşitli sorunlar nedeniyle son 300 yılda, dünyadaki sulak alanların %87’si, 1970’ten bu yana ise %35’i yok oldu. Ülkemizde de 1960’lardan bu yana, sulak alanların yarısı ekosistem özelliklerini kaybetti.
93 SULAK ALAN VAR
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın güncel son verilerine göre Türkiye’de 93 sulak alan bulunmaktadır. Bunların 14’ü Ramsar Alanı, 59’u Ulusal Öneme Haiz Sulak Alan ve 20’si Mahalli Öneme Haiz Sulak Alandır. Tüm koruma eylemlerine karşın Türkiye’de son 50 yıl içinde toplam 1,3 milyon hektar, yani Van Gölü’nün üç katı kadar sulak alan kayboldu.
İklim değişikliğinin etkileri, hızla artan nüfus, kirli sanayileşme ve çevre kirliliği gelecek yıllarla ilgili endişelerimizi daha da artırdı.
*
Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) tahminlerine göre 2050’de dünya nüfusunun 9,7 milyar kişiye ulaşması bekleniyor. 2050 yılına kadar küresel gıda talebini %70 artacağını tahmin ediliyor. Eğer gereken önlemler alınmazsa, 2050 yılında 800 milyon insan kronik açlıkla mücadele ederken, 2 milyar insan ise mikrobesinlerden yoksun olması öngörülüyor.
Dünya nüfusunun %55’i şehirlerde yaşadığı ve 2050 itibariyle bu oranın %68’e yükseleceğini öngörürsek ciddi bir kriz ortaya çıkabilir.
*
Su güvenliği konusunda da durum daha iyi değil. Su ihtiyacımızın %70’i tarımda kullanıyor. Dünyadaki suyun yalnızca %3’ü temiz su, ve onun da üçte ikisi buzulların içinde donmuş veya başka sebeplerle kullanılamaz vaziyette. Bunun bir sonucu olarak, yaklaşık 1,1 milyar insan temiz suya ulaşmakta ciddi zorluk yaşıyor ve toplamda 2.7 milyar insan yılın en az bir ayında su kıtlığıyla mücadele ediyor.
2025 yılına kadar, dünya nüfusunun üçte ikisi su kesintileriyle karşılaşmak durumunda kalabilir.