Paylaş
Dedem Alirıza’nın çocukluğunu geçirdiği Mragol köyü, şu anda Gürcistan topraklarında.
Ne zaman göç meselesini açsam, kendisine iki soru sorardım:
“Niye kaçtınız” ve “Neden sınırı geçer geçmez durdunuz? Denizi görene dek gitseydiniz ya”.
İlk sorunun yanıtı çok netti. Dedemin yaşıtı kuzenlerinden Bino (Binali) Dede’ye sorduğumda da aynı yanıtı almıştım:
“Biz Müslümanız. Komünistler, dinimizi, kültürümüzü yaşamamıza izin vermez diye korkmuştuk.”
Haklı çıktıklarını, 2000’li yıllarda, orada kalıp da 1944’te Stalin’in emriyle trenlere doldurulup, Kazakistan’da, Özbekistan’da ve hatta Sibirya’da indirilen akrabalarımızın varlığını öğrendiğimizde fark etmiştik.
İkinci soruma aldığım yanıt ise bilgelik ve vatanseverlik göstergesiydi:
“Biz topraktan değil, yönetimden kaçtık”.
Dedemin neyi kastettiğini, onun bir daha göremediği köyünü ziyaret ettiğimde çok iyi anlamıştım. Gelip yerleştikleri yer, kaçıp geride bıraktıkları yerle neredeyse aynıydı:
Evleri, hayatları, dereleri, çayırları, dağları, bozkırı, ayazı...
BİR GÖÇMEN İÇİN EN KIYMETLİ DÖRT ŞEY
Komünizmden kaçıp geldiği bu topraklarda dört şeye dört elle sarılmış dedem:
Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu “Cumhuriyet”e, “Halk Partisi”ne, inancına ve geleneklerine. Cumhuriyeti ve Halk Partisi’ni diğerlerinin güvencesi görmüştü. Muhafazakâr bir insan olmasına karşın, o kadar abartmış ki Halk Partisi sevgisini, çokpartili döneme geçildiğinde, “Demokrat Partili oldular” diye akrabalarına kızıp soyadını değiştirmişti.
Bu detayı, halamın ördüğü bir halıya attığı imzadaki “Yahşi” soyadını görüp, araştırınca öğrenmiştim.
1994’te kaybettik. Şimdilerde “İyi ki partisinin 90’lardan itibaren 20 yıl boyunca muhafazakârlardan uzaklaştığını görmedi” diyorum kendi kendime...
‘MUHAFAZAKÂR CUMHURİYETÇİ’ İÇİN MİLLİ VE DİNİ BAYRAMLAR
Şu ömrü hayatımda, ikinci kez 30 Ağustos Zafer Bayramı ile Kurban Bayramı aynı haftaya denk geldi. Haliyle de “muhafazakâr Cumhuriyetçi” dedemi hatırlattı.
İlkokulda, bayramlarda bizim okuldan, törenlerin yapıldığı Öğretmen Okulu’na kadar olan üç kilometrelik yolu, kırmızı üniformalar içinde trampet çalarak ve “Eskişehir Eskişehir Eskişehir, yalçın kaya sarp yeri/Kalelerden çok kuvvetli, içindeki askerleri” sözleriyle başlayan marş eşliğinde uygun adım yürüyerek geçerdik. Bizim evin önüne vardığımızda dedemin yol kenarında gururla alkışladığına tanık olurduk.
TERAZİSİZ YEDİYE BÖLÜNEN KURBAN ETİ
İki gün önce WhatsApp grubumuzda Kars’ta yaşayan kuzenim Taylan Özgür bu yıl ailemiz için keseceği kurbanlık boğanın fotoğrafını paylaşınca, Ankara’daki kuzenim Begüm “Ayyy ne kadar güzel, kesmeyin... Hem de Beşiktaşlı” diye yazdı. Taylan Özgür hiç ödün vermedi, “Kurbanlık o Begüm, kesilecek” dedi. Gülümsedim ve “Taylan Özgür’ün içine Alirıza dedem kaçmış” diye düşündüm. O da hiç ödün vermezdi kurban kesmekten.
Çocukluğum boyunca, her bayramda kurban kesimini ve çıkan etin terazi kullanılmadan yedi yere göz kararı dağıtılışını izlerdim. İşin en heyecanlı yanı, kimin, o yedi parçadan hangisini alacağının belirlendiği çöp çekme anıydı. Gözüme kestirdiğim eti çekersem, benden mutlusu olmazdı.
Sonra dedemin kestiği bir parça eti alıp hızla eve koşardım. Şamama Nenem o etle orucunu açınca da bayram bizim için resmen başlardı:
Şekerler, pandispanya dilimleri, sakladığımız Elvan gazozu şişelerine su, şeker ve gül yaprakları doldurup güneşin altında bir-iki gün bekleterek yaptığımız şerbet, yine bir şişenin içinde, soğuk su kaynağında dondurma kıvamına gelene dek beklettiğimiz şekerli kaymak vazgeçilmezdi...
Şu satırları yazarken bile içimi bir huzur kapladı. Siyasetin bize dayattığı sıkıcı, bunaltıcı, hamaset dolu atmosferden koptum, nefes aldım.
Naçizane önerim, siz de şu bayram günlerinde benim yaptığımı yapın.
Güzel anılara ve mutlu, umutlu günlere odaklanın.
İYİ BAYRAMLAR...
Paylaş