Paylaş
Evin taş duvarları o denli kalındı ki, pencerenin önünde oluşan boşluğa yastıkları koyar, üzerine uzanır ders çalışırdım. O sırada pencereden dışarıyı göremez, sadece dışarıdaki tipinin uğultusunu ve beyaz karın göz kamaştıran parlaklığını hissederdim. Pencereler, ahşap çerçeveleri soğuğu geçirmesin diye dışarıdan naylonla ve macunla kaplandığından, başka da bir şey görmezdim. Bazen o kadar kar yağardı ki, pencerenin önü kapanır, uğultu da, parlaklık da kaybolurdu.
Aynı anda bütün odaları ısıtamazdık? Bu yüzden bütün kışı ailecek tek bir salonda geçirirdik. Mutfak da, banyo da, yatak odası da, oturma odası da hep orası olurdu. Tavanı da tabanı da masif ahşap döşemeliydi. Duvar kenarındaki “peç”in (kuzine soba) bir yanında kömür kovası, diğer yanında fırın vardı. İyice yandığında bütün peç, hatta boruları nar gibi kızarırdı. Üzerinde tencere ve çaydanlık aynı anda konulabilirdi. Yıkanmış çamaşırlar da borularına tutturulmuş askıda kurutulurdu.
Yılbaşı günleri, hummalı bir hareketlilik yaşanırdı. Portakal, mandalina ve kabuklu yerfıstığı olmayan yılbaşı gecesi hatırlamam. Fırında pişen keteyi sıcak sıcak yiyebilmek için peçin başında kedi gibi beklerdik. Üstteki tencerede pişen kazın kokusu sabırsızlığımızı arttırırdı.
TRT’nin (kış günlerinde bir odaya hapsolan bizim) hayatımızdaki yeri başkadır. Hele yılbaşı geceleri Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) devlet televizyonuna mahkûm olmamak için TRT yayınları vazgeçilmezimizdi. Bu da evin damındaki alüminyum antende bir sorun çıkmamasına bağlıydı. Ne zaman tipi olsa, sarsılan anten dağılır, toplayayım diye de görev hep bana düşerdi. Terleyen eliniz hiç buz gibi olmuş bir metale yapıştı mı? Benim yapıştı. Bu yüzden tipi olmayan yılbaşı gecelerini tek geçerdim.
TRT yayınları kesilince SSCB devlet televizyonunu izlemek zorunda kalırdık. Sovyet liderlerinden Brejnev’in ölümünü, TV’den günlerce izlemiştik örneğin. İnsanların günlerce önünde tek tek selam durduğu tabuttaki o kalın kaşlı korkunç yüz, çocukluk kâbusuma dönüşmüştü.
Başlarda TV karşısında kaça kadar oturabileceğimiz konusunda yarışırdık. 10 yaşını geçtikten sonra da gece yarısı çıkan dansözü izleyebilmek için insanüstü çaba harcardık. Ancak genelde yediğimiz yağlı yemeklerin rehavetinden sızıp kalır, göremezdik. Yılbaşı gecesi izleyebildiğim ilk dansöz, 1986 yılında Sibel Can olmuştu. Artık 14 yaşındaydım ve iki yaş büyük ağabeyimle inatlaşıp o saate kadar uyanık kalmayı başarmıştık.
Yaşımızın getirdiği ruh halinden olsa gerek, o yılların masumiyetini özlüyorum. O yüzden de artık fırsat buldukça yeni yıllara benzer bir sofranın etrafında, eksilenleri yâd ederek ve geleceği konuşarak girebilmek için emek harcıyorum.
Evet, yarın arkasına yeni bir yıl daha ekleyeceğimiz yaşam katarımız, bazen yavaşlıyor, bazen hızlanıyor ama yoluna devam ediyor.
Biz de Sarıkamış ormanlarının ve karlı tepelerin arasında kıvrılarak Kars’a doğru ilerleyen Doğu Ekspresi’nin camlarından dışarıya bakan meraklı çocuklar gibi olup biteni izliyoruz. Bir taraftan da varacağımız o son istasyonun “masumiyet istasyonu” olduğunu umut ediyoruz.
Çünkü hepimizin içinde Doğu Ekspresi çocuklarından biri var ve belki bu yüzden bu aralar Doğu Ekspresi de Kars da çok popüler...
Nice sağlıklı, mutlu, huzurlu ve barış dolu seneler diliyorum...
Paylaş