Paylaş
HANİ derler ya...
“Ampul bile takamaz” diye...
Ben o kadar değilim. Yani ampulü söker yenisini takabilirim, ufak tefek işler de yapabilirim.
Gevşeyen vidayı sıkarım, gerekirse çivi de çakabilirim. Tamiratların küçüklerinden anlar, büyüklerinden kaçarım.
Büyükleri yapmak el becerisi istiyor çünkü, teknik bilgi istiyor, uzmanlık istiyor.
Ne bileyim kişisel merak istiyor.
Benim meraklarım sınırlı...
Mutfağa girebilirim. Tarifi kadar iyi yemek yapabilirim. Eve gelen misafiri de en iyi şekilde ağırlamaya çalışırım, ama hepsi bu...
Yani birisi kalkıp, “Doğalgaz tesisatını kontrol edebilir misin?” derse...
“Ben tesisatçı mıyım?” derim...
Teknik işlerden anlasam, gazeteci değil mühendis olurdum.
Ben kendi yeteneklerimin nerede başladığını, nerede bittiğini bilirim.
Hayatım boyunca sosyal dersler bana hep cazip geldi, fizik, kimya sadece sınıfı geçmem için iyi not almam gereken dersler oldu.
O yüzden mühendis değil, hayalimin mesleği gazeteci olmayı hedefledim ve öyle de oldum.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Bir hafta sonu, pazar günü niye doğalgaz tesisatından bahsediyorsun” diye...
Öyle, pazar günü farklı bir konudan giriş yapmak isterdim.
Ama bu haber karşısında yazmadan edemedim.
Dört yıl önce yılbaşının sabahına hepimizi üzen, moralimizi bozan bir haberle uyandık.
Yedi üniversiteli genç Ankara’da doğalgazdan sızan gaz nedeniyle hayatlarını kaybetti. Hepsi iyi arkadaşlardı ve o yılbaşı gecesini birlikte geçirmek istemişlerdi, hiçbiri sabah uyanamayacaklarını düşünmemişti. Görüntü korkunçtu. Ailelerin ağlayışları, çırpınışları bugün gibi hafızamda...
Bu yedi gençten birisini iyi tanıyorduk, daha doğrusu Özgür’ün babası Murat Attila’yı gazeteciler olarak iyi biliyorduk.
Yıllarca spor yazarlığı, editörlüğü yapmış, içimizden biriydi.
Özgür ise, hukuk okuyordu, avukat olacaktı.
Anne Okşan Attila ise Özgür’ü yalnız bırakmamak, hem de kendi işlerinden dolayı Ankara’daydı. Yılbaşından önce eşi Murat’ın yanına gelmiş, Özgür de arkadaşlarını çağırmıştı.
Gazın sızacağını, gecenin feci bir sonla biteceğini kimse düşünmemişti bile...
Bu olayın ertesinde yapılan yorumları o gün de kınamıştım, şimdi de kınıyorum.
Kimse haddini aşmasın, kimse boyundan büyük laflar etmesin... Kimse birbirinden değerli o gençlerimizin arkasından konuşmasın...
Mahkeme yeni bitti.
İnanın anlamakta, yorum yapmakta zorlanıyorum.
Mahkeme “Okşan Atilla’yı ‘Apartman dairesini kiralarken yeterli özeni göstermediği’ gerekçesiyle 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırdı ve ceza 18 bin 200 lira para cezasına çevrilmiştir” diyor.
Üstelik, Okşan Attila, kombi bakım belgelerini istemiş ve bunu mahkemeye de sunmuş.
Şahsen benim aklıma bile gelmeyebilirdi.
Bir anne, baba için ikinci ölüm gibi...
Demek ki...
Tesisatı kuranlar suçlu değil.
Doğalgazı verenler suçlu değil.
Bilirkişi bir şey bilmiyor.
Ama anne suçlu...
Anne hem doğalgazcı olmalı, hem tesisatçı, hem bilirkişi...
“Ampul bile takamaz” sözünü değiştirelim bence...
“Tesisat bile kuramaz” diyelim...
Çünkü, tesisattan anlamayan suçlu oluyor bu ülkede...
Hayat bir toplama kampı gibidir
ŞİRİNCE’ye gittim, hem de kıyamet günü denilen 21 Aralık’ta, hem de kıyametin kopacağı saatte, tam 13.11’de... Sadece biz değil, canlı yayınlar sayesinde herkes televizyonları karşısında o anı yaşadı. Kimse kıyameti beklemiyordu, kimse hayatın son günü olduğunu düşünmüyordu ama... Yine de bu ritüele ortak olmak istiyordu. Beklediğimden daha az kalabalık vardı, belki o sıkı kontroller gelenlerin iştahını azaltmış olabilirdi. Şirince’nin dar sokaklarında yürürken, yazımı yazacak bir yer ararken, Woody Allen’ın “Suçlar ve Kabahatler” filmindeki o sahne aklıma geldi. Filmin en dalgalı dakikalarından birinde başrol oyuncusu şöyle diyordu:
“Hayat bir toplama kampı gibidir. Ölmeden terk edemezsiniz. Hayat bir kurgudur. Kurgu...”
Yazımın girişini bu cümleyle başladım.
“Hayat kurgudur...” dedim.
Sümerlilerin bir kurgusu vardı, güneşin çevresinde 3 bin 600 yılda bir dolanan gezegen bu sefer Yer’e doğru yaklaşmıştı. Bu gezegenin ismi Nibiru’ydu. Bütün bu kıyamet söylentilerinin kökeni de buydu. Nibiru, bir kurgusal gezegendi, hayatın kurgusu gibi...
Woody Allen’ın söylediği gibi bu toplama kampında, kurgular oynanır, istendiğinde de sahneden inilir. Hepsi bu...
Başka Kemeraltı yok...
Aslında her zaman Kemeraltı zamanı...
Neden mi?
Çünkü Kemeraltı gibi örnekler, dünyada o kadar az ki... Ama Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan’ın dediği gibi... Kadınlarımız ve çocuklarımız uzun zamandır, Kemeraltı’ndan uzaktalar... Bir yeri, hele Kemeraltı gibi bir yeri canlı tutabilmek için buradaki organizasyonları arttırmak gerekir, yıl boyunca uzatmak gerekir. Festivaller önemli, ama daha da önemlisi Kemeraltı’nın 24 saat yaşanabilir yer olması... Alışverişin yanına eğlenceyi, eğlencenin yanına kültürü, kültürün yanına sanatı, yeme içmeyi de eklememiz gerekiyor. Başka Kemeraltı yok...
Paylaş