Paylaş
ZAMAN mı hızlı geçiyor, biz mi yaşlanıyoruz, yoksa eskiden de mi böyleydi, son günlerde mi farkına vardım, bilmiyorum...
Ama günler su gibi akıyor. Pazartesi olmuş, cuma gelmiş, yeni bir haftaya başlanmış, derken...
10 yıl geçmiş.
Geçen ay gibi, geçen hafta gibi, dün gibi sanki... Ama geçmiş işte...
Ahmet Piriştina’yı sonsuzluğa uğurladığımız o günden bu yana 10 kocaman sene geçmiş.
Ahmet ağabeyi özlüyorum.
Başkan olarak değil, insan olarak, yakınımdaki biri olarak, başım sıkıştığında arayabildiğim bir dost olarak...
Özlüyorum.
Her aklıma geldiğinde burnumun direği sızlıyor.
Birçok şey aklıma geliyor, birçok anı...
Daha önce de yazmıştım.
Bizim tanışıklığımız 1979’un Ağustos’uydu. Saint Joseph’in bahçesindeki günü unutamıyorum. Bundan böyle “rehber abin benim” sözünü...
Öyle de oldu, gerçekten... Yönüm şaştığında, çelişkiler yaşadığımda, bir başarımı kutlamam gerektiğinde bir telefon kadar yakın oldu hep...
O yüzden “Başkanım...” diyemedim hiçbir zaman...
Geçenlerde şunu düşündüm ve kendi kendime dedim ki...
“Siyasetin bu kadar kutuplaştığı, ötekileştirdiği, üslubun sertleştiği, giderek çirkinleştiği bir dönemde tam da Ahmet Piriştina üslubuna ihtiyaç var...”
Neydi bu üslup, dil?
Şuydu...
İnsanları kucaklamak, insanları dinlemek... Anlamak... Sırtını sıvazlamak, omzuna dokunmak, hatırlamak... Vefasını, unutulmadığını göstermek...
Ve...
Daha yumuşak bir dil kullanmak, daha yapıcı olmak...
Bunu yaparken de sahici olmak...
Mış gibi yapmamak, kıvırmamak, oyalamamak...
Türkiye’de her seçim dönemi daha da sert geçmeye başladı. 30 Mart öyleydi, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, göreceksiniz çok daha sert geçecek. Bu kutuplaşma toplumu geriyor, bu ayrışma insanlarımızı üzüyor, bu üslup uzlaşmayı ortadan kaldırıyor.
Piriştina’nın üslubunu o yüzden özlüyorum.
Sert değil ilkeli, kırıcı değil yapıcı, algıyı yönetmek yerine sahici kalabilmek...
Ve demokrat kalabilmek, karşındakini de anlayabilmek...
Ahmet Piriştina’yı, Ahmet abiyi özledim.
Nurlar içinde yatsın...
Paylaş