Sanki o iki ayı evde geçirmedik, biz böyle bir salgın yaşamadık, sosyal mesafeyi korumamız gereken bir Kovid 19 hiç hayatımıza girmedi.
Elbette tedbirlere uyan, dikkatli davranan, çevresini düşünerek hareket eden milyonları kastetmiyorum.
Aslında bazı anketler de haziran ayını nasıl geçirdiğimizi ortaya koyuyor.
İstanbul Ekonomi Araştırma’nın son Türkiye raporunun sonuçlarına baktım.
Türkiye çapında 12 ilde bin 537 kişiyle yapılan ankette çarpıcı gördüğüm ayrıntılar şöyleydi.
Haziran ayında “restorana giderim” diyenlerin oranı yüzde 47.8... Bu oran “özel araçla seyahat ederim” diyenlerde daha yüksek; yüzde 54.4. Toplu ulaşımı yani otobüs veya treni tercih edenlerin oranı yüzde 36.1, “uçakla giderim” diyenler yüzde 32.9, “yurtiçi tatil yaparım” diyenler yüzde 31.2, “spor salonuna giderim” diyenler 29.4, “AVM’ye giderim” diyenler 33.1, “yurtdışına tatile giderim” diyenler ise yüzde 19.9 oranında...
Amerika’daki eğlence parkları, salonlar, emlakçılar ve spor salonları açıldı. Ancak işletmeler müşterileri ve çalışanlarının enfekte olmaları halinde ‘dava açmama sözü’ anlamına gelen sorumluluk feragati imzalamalarını zorunlu tutmaya başladı. Bu konuda Alabama, North Carolina, Oklahoma ve Utah gibi eyaletler öncülük ediyor.
Aslında devletler ekonomiyi yeniden açabilmek için bazı önlemler aldılar ve tedbirleri yavaş yavaş gevşetmeye başladılar.
Ancak bu gevşeme vaka artışlarını da getirdi.
O yüzden işletmeler hem bir an önce kapılarını açmak istiyor, ama bir yandan da bazı yasal sorumlulukları paylaşmak istiyor.
Ben işletmeleri haklı buluyorum.
Çünkü bu kurumlar her türlü önlemi almış olabilirler, hatta çok disiplinli de davranıyor olabilirler.
Hep söylüyorum.
İnsanoğlu var olduğu sürece gazetecilik de hep olacak.
Son yıllarda kamuoyunu yanıltan bazı yorumlar yapılıyor.
Kağıdın pabucunun dama atıldığı sosyal medyanın, dijital medyanın bunun yerine aldığı şeklinde...
Gerçek böyle değil.
Geleneksel medyasız hala olmuyor, olmayacak da...
Ankara başkent, İstanbul ekonominin nabzının attığı yer, İzmir ise Türkiye’nin birçok alanda dünyaya açılan penceresidir.
Geçenlerde yazmıştım.
Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü önemli bir karar aldı. “Havayolu ya da karayoluyla gelenlerin hastaneye transferleri, tedavinin gerçekleştirileceği hastaneler ya da USHAŞ tarafından yapılmalıdır. Hasta ve refakatçileri İstanbul Hava Limanı, Ankara Esenboğa Hava Limanı’ndan giriş yapacaktır” denildi.
İzmir bu listede yoktu.
Oysa uzun bir süredir sağlık turizmi adına önemli gelişmeler yaşanıyordu.
İzmir sağlıkta bir kümelenme yaratmıştı ve çok sayıda kuruluşuyla önemli projeler gerçekleştiriyordu.
Özelleştirmelere kesinlikle karşı değilim; hatta destekliyorum.
Devletin ekonomideki payı ne kadar az olursa bana göre o kadar iyidir.
Devletin kontrol eden, koordine eden, regüle eden bir görevi olması gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü öyle gün geliyor ki; devletin müdahale etmesi gerekebiliyor.
O yüzden kamu bankaların asla özelleştirilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’ye yabancıların özellikle bankacılık sektörüne ilgisi hiçbir zaman kesilmedi.
Bunda herkesin başarısı var.
Öncelikle devletimiz en baştan sıkı önlemler aldı. Sağlık sistemini ayakta tuttu, sağlık çalışanlarımız başarı öyküsü yazdılar.
Vatandaşımız çok dikkatli davrandı; evde kaldı, mesafeyi korudu, maskesini taktı.
İşletmelerimiz önce çalışanlarını düşündü, “önce sağlık” dedi. Beyaz yakalılar evlerini ofis yaptı, mavi yakalılar büyük fedakarlık göstererek üretimi sürdürdü.
Dünya medyası bu dönemin en başarılı ülkeleri arasında hep Türkiye’yi listede tuttu.
İtibar yönetimi konusundaki duayenliğini zaten biliyorsunuz.
Yakın zamanda yazdığı bir yazıda şöyle demiş;
“Tek kimlikli bir dünyada yaşadığımızı ancak bunun farkında olmadığımızı son dönemdeki konuşmalarımda vurguluyordum. Öncelikle ‘insan’ kimliğimizde vardı ve buna tutunmak durumundaydık. Yaşarken ‘insan’ olmanın dışındaki tüm kimlikleri benimsediğimiz ve bir yandan üzerinde yaşadığımız gezegeni yaşanmaz hale getirirken, diğer ‘insanlara’ eziyet etmek ya da dünyaya geldiklerine onları pişman etmek adına ne türlü ‘alt kimliklerle’ donatıldığımızı belirtiyordum. Enteresan bir şekilde korona tüm dünyayı üst kimlikle buluşturdu. Ölüm korkusu sınırları kapattırdı, sokağa çıkma yasaklarını getirdi, borsalar kapatıldı ve tüm yaşam alışkanlıklarımızı yerle bir etti. Hangi coğrafyada olursak olalım dünyayı aşılmaz duvarla çevrili bir ‘gettoya’ dönüştürdü. İnsanoğlu ‘korona’ karşısında çaresizdi. Çözümsüzdü. Koronanın üstesinden tabii ki gelecek bilim. Ama bu son mu? Bu gezegenin kendi doğal döngüsüne küçücük aklı ile insanoğlu karakterindeki ‘hırs, aç gözlülük, bencillik ve doymak bilmeyen tüketme’ dürtülerini törpüleyecek mi? Bundan sonra ‘karantinalı’ günlerde yaşamak zorunda kalacağımızı öne sürsem çok mu karamsar ve iddialı bir yaklaşım ortaya koymuş olurum diye düşünüyorum.”
Amerika dünyanın en gelişmiş demokrasilerinden biri diye kabul ediliyor.
Bence de öyle...
Çok eleştirilse de ben Amerika’nın hayal kurduran demokrasisini beğeniyorum.
Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü önemli bir karar aldı. Kararda özetle şöyle deniyor: “Havayolu ya da karayoluyla gelenlerin hastaneye transferleri, tedavinin gerçekleştirileceği hastaneler ya da USHAŞ tarafından yapılmalıdır. Hasta ve refakatçileri İstanbul Havalimanı, Ankara Esenboğa Havalimanı’ndan giriş yapacaktır.”
Bu kararla İstanbul ve Ankara dışındaki sağlık sektörünün işi zorlaşıyor.
Çünkü hasta olduğunuzu düşünün; İstanbul’a inmişsiniz, İzmir’e gitmek için önce USHAŞ’a kayıt yaptırıyorsunuz; sonra karayoluyla beş, altı saat yol yapıp hastaneye gidiyorsunuz.
Tedavinizden sonra yine uçak ya da karayoluyla geri dönüyorsunuz.
Gelen olur mu, “İlla da İzmir’e gidip tedavi olacağım” diyen olur mu bilemiyorum.
Uzun yıllardır sağlık sektöründe İzmir bir kümelenme sağladı. Önemli hastanelerimiz var; iki önemli üniversite hastanemiz de gurur kaynağımız.