Paylaş
Üzerime dede yadigarı röpteşambırımı geçirdim. Zaten ben her zaman sabahlık yerine röpteşambır tercih ederdim. Gramafonuma en sevdiğim plağımı yerleştirdim, kahvemi yudumlarken huzurla yağmuru seyrettim. Şaka şaka tabii ki bunların hiçbirini yapmadım. Gayet de löpücük diye uyanmıştım, gayet de akşamdan silmeye üşendiğim göz makyajım ağzıma kadar inmiş, emekli rock şarkıcıları gibi yataktan kalkmıştım. Ahan da tam da “instagramlık” hava dedim ve tam olarak üç saniyede balkona çıkıp hemen bu anı ölümsüzleştirmeliyim diye düşündüm. Yataktan balkona kadar üç saniyede gitmek, sandığınız kadar kolay değildi beybisiler. Bu çok zorlu bir mücadeleydi. O yerdeki kıyafet dağını aşmak, ayakkabı kutularının üstünden atlamak, ütü masasını düşürmeden kıvrak hareketlerle yanından geçmek her baba yiğidin harcı değildi. Benim diyen triatloncu, bu rekoru kıramazdı. Neyse balkona ulaşmamla, aynı anda 850 kare fotoğraf çekmem bir oldu. Sonrası malum, bir 850 saat de, bir birinin aynısı olan fotoğraflara “ şunu mu paylaşsam bunu paylaşsam” diye bakın dur.
Arkadaşlar, ben bu havanın en az 100 like ı var diye düşünüp kendi çapımda sevinirken, fotoğrafların efendisi Mustafa Seven abimiz çoktan yağmurlu fotoğrafını paylaşmış, like ibresini 5 haneli sayılara çoktan taşımıştı bile. Biz üç basamaklı sayılara çıkalım, namımız yürüsün derken abimiz benim like ımı almış, üç yüzle çarpmış, ikiye bölmüş, beş eklemişti neredeyse. Aniden içimi bir hüzün kaplamıştı, ben de büyüyünce Mustafa Seven olmak istiyorum diye ağlarken, kendimi yine kendisinin instagram hesabında kaybolurken buldum. Zaten bir fotoğrafına bakınca, profili terk edemiyor teee milyor yıl öncesinde yüklenmiş fotoğraflara kadar iniyorsanız, hoş geldiniz siz de 1,5 milyon kardeşimizden bir tanesisiniz. YALNIZ DEĞİLSİNİZ!
Mustafa Seven Fun Club başkanı olarak kendimi kürsüye davet etmem gerekirse, baktığı her yeri güzelleştirmesinin yanı sıra, her karede bizi başka bir hikayeyle buluşturması en sevdiğim tarafı Mustafa Seven abimizin. Dünyanın dört bir tarafından farklı kültür, yaş, cinsiyet ve inançtaki insanların hikayeleriyle buluşmamıza olanak sağlarken, tokat gibi de çarpıyor yüzümüze “ salt insan olarak bir birimizin yüzüne bakarsak, aramızda fark yok aslında” diyerek. Hala takip etmeyenler varsa, @mustafaseven instagram hesabının yanı sıra, @face.of.the.earth hesabını da takibe alırsanız ne demek istediğimi daha iyi anlarsanız.
Akıllı telefonlarımız sayesinde mobil fotoğrafçılığın yaygınlaştığı, düğünler olmasa baskı fotoğrafımızın asla olmayacağı, fotoğraf albümlerimizin yerini instagramın aldığı bu günlerde, bir büyüğe danışmanın tam vakti dedim. Bundan sonraki hayatıma sadece Denizz Aşırı gezerek ve Denizz Aşırı fotoğraflar çekerek devam etmek isteyen ve Mustafa Seven Fun Club başkanı biri olarak, dünya gözüyle Mustafa Seven’i görmeyi ve onunla konuşmayı hayal ettim. Daha önce söylemiş miydim, kalbim temiz ne dilesem oluyor diye =) Kalbim yerinden çıkmak için test atışları yaparken, ne duruyorum ki bir mail atayım dedim. Belki beni kırmaz ve Denizz Aşırı hikayelerime, en güzelini eklemek ister… Maili attıktan sonra, üniversite sınav sonucunu bekleyen öğrenciler gibi, kargocu yolu gözleyen alışveriş çılgınları gibi, doğumhane kapısında bekleyen babalar gibi, ıslak mama bekleyen kediler gibi Mustafa Seven’den cevap gelmesini bekledim. Birkaç saat sonra mailim öttü ama o ne ötüş, Londra senfoni orkestrası gelse bu kadar iyi öttüremezdi. Allahım yaşasındı, mail Mustafa Seven’dendi! Çok iyi bir fotoğraf sanatçısı olması bir yana sanırım dünyanın en tontiş insanı olan Mustafa Seven, sağolsun beni kırmamıştı. Galata’daki ofisinde beni bekliyordu! İlk aklıma gelen şey, acaba seyahatlerinde fotoğraf çantasını taşımama izin verir miydi? =)
Biraz havai fişekler patlatarak biraz da kalp krizi geçirerek Galata’ya gittim. Allahım ben en son diyetisyende tartıya çıkarken bu kadar heyecan yapmıştım diye düşündüm. Kapıya kadar geldim, tam içeri girerken fonda hiçbir müzik çalmıyor sadece kalp atışlarımın sesi duyuluyordu beybisiler. Küt küt, küt küt…Köprüden önce son çıkış Deniz dedim, sana güveniyorum hadi gir içeriye! 23 Nisan olsa koltuğuna oturmak isteyeceğim tek insanın yanına doğru giderken, tüm okulun önünde andımızı okuyan ilk okul öğrencisi gibi hissediyordum. Ta ki Mustafa Seven bana sarılıp “ Hoş geldin Denizz Aşırı” diyene kadar…
Merhabaa. Denizz Aşırı hikayelerimin en güzeli olduğunuz için, ve beni kırmadığınız için aşırı mutlu oldum çok teşekkür ederim. Şimdiki halinizi zaten çok iyi biliyoruz ama ben en çok 20 yıl önceki Mustafa Seven’i merak ediyorum. Çünkü 5 yaşındaydım, sizi kaçırdım. Bana biraz o günleri anlatabilir misiniz?
- 20 yıl önceki Mustafa Seven meraklıydı. Çok merak ediyordum her şeyi…Özellikle insanları, davranışlarını, ne konuşuyorlar, nasıl hareket ediyorlar, sokakta neler yapıyorlar? Onları gözlemlemeyi çok seviyordum. E tabi biraz da serseriydim o yaşlara göre. 19-20 li yaşlarda…Bütün günlük hayatımın tamamı neredeyse sokakta geçiyordu. Çok uzun süreler geçiriyordum sokakta. Günün neredeyse 20 saatine yakın sokakta yaşıyordum, sokakta yatıp kalkıyordum. Günde 3-4 saat uyuyordum.
Fiili anlamda da sokakta yatıp kalktığım zamanlar da oldu. Merak ettim oradaki insanları. Özellikle sokak çocuklarını, zaten sokak çocuklarının Beyoğlu’nda yoğun olduğu bir dönem vardı. Benim için bu dönemin bir kısmı Beyoğlu’nda bir kısmı da Ankara’da geçti. Ama çoğunlukla İstanbul’daydım. Özellikle sokak çocuklarıyla konuşmaya çalışıyordum hep, onlarla vakit geçiriyordum, fotoğraflarını çekiyordum.
Şimdiki Mustafa Seven’le arasında bir fark var mı peki?
-Yok hayır. Sadece o zamanlar daha tecrübesizdim tabii ki. Ama çok farklı değilim, şu anda da aynıyım. 20 yıl önce de aynıydım…
Birçok röportajınızda, fotoğraftaki renklerin hikayenin önüne geçtiğinden, fotoğrafı manupule ettiğinden ve bu yüzden siyaz beyaz fotoğrafları daha çok sevdiğinizden bahsetmişsiniz. Açıkçası bu benim ilgimi aşırı çekti. Renklerin fotoğrafa bakan kişiyi yönlendirmesinden mi hoşlanmıyorsunuz? Bir kere de benim için anlatabilir misiniz?
- Rengin özellikle dijitalden sonra çok abartılı bir biçimde manupule ediliyor olmasından duyduğum bir rahatsızlık aslında bu. Yani çünkü renk, artık o kadar çok bir makyaj malzemesine dönmeye başladı ki, hikayenin gerçekliğinden çok uzaklaştırdı her şeyi. Özellikle günlük hayatında fotoğrafı bir referans olarak almayan, fotoğraf merkezli yaşamayan insanlar bunu çok abartı biçimde ve hoyratça kullanıyorlar ve kullanmaya devam ediyorlar. Bu benim çok hoşlanmadığım bir dünya, bundan birazcık rahatsızlık duyuyorum.
Doğallığını bozuyor diye sanırım?
- Evet gerçekliğinden uzaklaştırıyor. Manupulasyon etkisi artıyor. Gerçekle bağını koparıyor fotoğrafın… Aslında fotoğraf birazcık da gerçekle bağın kurulduğu bir iletişim aracı. Dolayısıyla ben, böylece o bağın koptuğunu düşünüyorum. Bu bağı da kendi adıma, bunu bir disiplin olarak kullanarak fotoğraflarımda renkleri soyutlamayı tercih ediyorum. Fotoğrafımı izleyen insanlar, renk üzerinden bir bağ kurmuyor, sadece gerçek bir durum üzerinden bağ kuruyor. Gerçek bir zaman dilimi var orada, hapsedilmiş, kayıt altına alınmış bir zaman dilimi var. O zaman dilimiyle ilişki kurmasını istiyorum ve bütün hikayesini de o zaman dilimi üzerinden kurmasını istiyorum.
Sadece instagramda ben dahil 1,5 milyon insan sizin her bir fotoğrafınızda farklı hikayeler görüyor. Peki siz fotoğrafını çektiğiniz insanların hikayelerini dinler misiniz? Yoksa sözün de mi fotoğrafı manupule ettiğini ve bizleri/sizi yönlendirdiğine inanıyorsunuz?
- Ben fotoğraflarımda, fotoğrafın hikayesiyle ilgili ip uçları da vermiyorum. Gerçek hikayenin ne olduğunu söylemiyorum. Sadece fotoğrafta bir takım ip uçları veriyorum. Diyorum ki bak bunlar, bunlar var bu fotoğrafın içinde, sen bunlara bak ve kendi kişisel hikayeni yaz. Çünkü orada ne olduğundan daha önemli şey, senin orada ne gördüğün. Orada ne olduğunun çok da önemi yok. Sen çünkü neysen, onu görüyorsun ve hikayeyi ona göre kuruyorsun. Dolayısıyla, fotoğraf da zenginleşmeye başlıyor böylece. İşte hepimiz, on tane ayrı insan bakıyor, on tane ayrı insan başka bir şey görüyor ve başka hikaye yazıyor ona. Bu fotoğrafı çok daha sınırsız bir şey haline dönüştürüyor. Bu çok hoşuma gidiyor benim… Fotoğrafını çektiğim insanların hikayelerini tabii ki dinlerim, ama bu benim kişisel merakım. O fotoğrafla ilişki kurarak, o fotoğrafın hikayesini anlatmıyorum çünkü bu sefer seni yönlendirmiş olurum. Şimdi sana diyorum ki bak bu fotoğraf, bak hikayesi de bu. Bitti. Sen o zaman koşullu olarak yönlendirilmiş oluyorsun ve öyle düşünmeye başlıyorsun. O gözle bakıyorsun. Fotoğrafın o sınırsızlık yaratacağı alanı bloklamış oluyorum.
Bir fotoğraf sarı yaparsak daha başka bir algısı olur, mavi yaparsak daha başka bir algısı olur ya… O şekilde de yönlendirmek istemiyorsunuz
- Yok…O tür şeyler benim hoşuma gitmiyor. Salt hikayenin doğru olduğuna, hikayenin güçlü olması gerektiğine inanıyor, hikayenin fotoğrafı var eden ana unsur olduğunu düşünüyorum. Çünkü artık fotoğraf üretiyor olmak, özellikle dijitalden sonra daha kolay. Eski analog döneme göre daha basit bir süreci var. Çok daha kolay üretebilir, çok daha kolay tüketilebilir bir şey haline dönüşüyor. Ama ben fotoğrafın bu kadar kolay tüketilmesini istemiyorum. Üzerine biraz kafa yorulsun, bir macerayı hatırlatsın ona, bir şeyi söylesin, bir derdi olsun yani… Benim bir derdim var çünkü. Benim derdim neyse , fotoğraflarım da benim derdimi söylesin istiyorum.
Özgür bir adamsınız. Sanırım bu yüzden sokakları çok seviyorsunuz. Dünyanın birbirinden farklı birçok bölgesinin sokaklarını görme fırsatınız olduğu için merak ediyorum, şu kavramların şehir karşılığı nedir sizin için? AŞK, TUTKU, ÖZGÜRLÜK ve GİZEM..
- Bu tür kavramlar çok fazla tüketilen, hoyratça kullanılan kavramlar ya , bunun üzerine söyleyeceğim her laf artık onun altını kazmaktan başka bir işe yaramaz. Aşkı da bir şehirle ikonik hale getirmek benim için zor, çünkü aşk çok insani bir duygu ve dünyanın her köşesinde olabilir. Bitlis’te de olur, Paris’ te de olur. Çünkü tamamen insani bir durumdan söz ediyoruz. İnsanın varlığının izinin olduğu her yerde aşkı, tutkuyu görmek çok mümkün. Mesela herkesin aklına özgürlük deyince Newyork gelir, ama hiçkimsenin aklına Tahran gelmez. Hepimizin aklına ikonik olarak yerleşmiş şeyler var. Ama benim için özgürlük İstanbul. Kendimi en özgür hissettiğim alan burası.
İstanbul’u çok sevdiğinizi biliyorum =) İstanbul’un uzatmalı sevgiliniz olduğunu düşünelim veya eşiniz, yuvanız. Peki gizli aşkınız kim olurdu? İstanbul’u kimle aldatırdınız?
- Bence aldatmam ya. İstanbul’a saplantılı derecede bağlıyım çünkü.
Olursa kim olur ? Diyelim ki şeytana uydunuz ya.. ( burada kahkaha gırla, gülmekten yere düşmeler filan) Not: Mustafa Seven çok tontik gülüyormuş be!
- Roma olabilir belki. Lizbon Portekiz, San Francisco olabilir.
İşiniz gereği çok fazla seyahat ediyorsunuz. Merak ediyorum evinizde ne kadar zaman geçiriyorsunuz?
- Evde aslında çok vakit geçirmiyorum açıkçası. Evde olmayı çok sevmiyorum ben. Sadece çok yorgun olduğumda evde durmayı tercih ediyorum. Ev biraz şöyle bir şey benim için. Ev mahrem bir alan, tapınağım benim. O tapınağın içinde sadece yalnızlaşmayı seçtiğimde veya soyutlanmayı seçtiğimde sığındığım bir yer bütün her şeyden uzaklaşıp.. Zaten yalnız yaşıyorum, hayatımda kimse yok. Ve o alan benim için çok özel bir alan. Terapi alanım orası benim. İhtiyaç duyduğumda orada vakit geçirmeyi çok seviyorum. Kendimi dinlediğimde, Mustafa diyorum çok yorgunsun, artık bu metropolde yaşamanın yorgunluğu hepimizi paramparça ediyor ya, o parçalanmışlığı evde toparlıyorsun. Eve vardığında, kendi başına kaldığında ayaklarını uzattığında, bir kitap okuduğunda, film izlediğinde veya dergi karıştırdığında o terapi süreci de başlamış oluyor. Ev benim için böyle bir şey, çok mahrem ve kutsal bir alan. Dolayısıyla o alanı mümkün olduğu kadar çok verimli kullanmaya çalışıyorum. Daha böyle içselleştirerek yaşamak istiyorum evi. Ama bunu da yapabilecek çok zamanım olmuyor. Ama evde geçirdiğim zamanı kutsuyorum, önemli buluyorum. Bazen sadece müzik olsun ve sadece uzanayım durayım duvara bakayım istiyorum o bile iyi geliyor.
Evdeki Mustafa Seven’i de çok merak ediyorum. Mesela sosyal hayatınızda hepimizin yaptığı gibi saçman sabalak yatak selfie leri var mı? İnsan Mustafa Seven’den selfie bile beklese, bombastik bekliyor çünkü =) Sanırım bu kızların pembe kaka yaptığını düşünmemiz gibi bir şey
- Selfie bağımlılığım yok ama bazen geyik yapmak, dalga geçmek, arkadaşlarımla eğlenmek için yapıyorum arada sırada. Yani çok hoşlandığım bir şey değil, sonuçta malzeme bu ( kendini gösteriyor) bunun neresini selfie yapacağız. ( gülüşmeleer kahkahalar filan)
Ben öyle düşünmüyorum yalnız. Yanlış kişiyle konuşuyorsunuz.
- Çok teşekkür ederim
Gün geçtikçe daha iyi fotoğraf çeken telefonlar çıkıyor. Akıllı telefonlarımız sayesinde her an her yerde fotoğraf çekiyoruz. Hatta nasıl olsa eskisi gibi poz bitiyor kaygısı olmadığı için aynı kareden 850 tane çekmiş oluyoruz üst üste.. 1 tane hakkımız yok ya, düşünmeden basıyoruz. Mobil fotoğrafçılığın, bu işi özensizleştirdiğini düşünüyor musunuz?
- Şöyle bakmak lazım dijital fotoğraf, dili tamamen değiştirdi. Mobil fotoğraf ise dili bambaşka bir yere götürdü. Özellikle instagramla birlikte olay başka bir yere gitti. Yeni dünyada fotoğrafı bir araç olarak kullanan insanların çokluğu, bir yandan çok hoyratça bir tüketim yaratırken, bir yandan da çok demokratik bir alan yaratıyor. Demokratik alandan kastım şu, artık fotoğraf fotoğrafçıların tek elinden kurtulup daha bağımsız, ve bir takım fotoğrafik ön yargılarla beyni kirlenmemiş insanlar tarafından da kullanılan bir malzemeye dönüştü. Ve bunlar çok özgürce yapıyorlar, bir takım dediğim gibi fotoğrafik ön yargıları yıkarak yapıyorlar bunları ve çok da güzel, çok da başarılı şekilde yapıyorlar. Ama tabii ki, diğer taraftan bunun hoyratça tüketiliyor olması durumu da mevcut. Rarahtsızlık duymuyorum ama bir fotoğrafçı olarak, bu hoyratça kullanım beni biraz düşündürüyor, kaygılandırıyor. Sonuçta bu bir disiplin işi. Disipline etmediğin zaman bu üretim sürecini , o sadece bir tüketim malzemesi olmaktan öteye gitmez. Daha özenli davranılabilse, daha disiplinli davranılabilse, düşünerek, tasarlanarak çekilse fotoğraflar estetik olarak da güçlenir. Kişinin kendi ruh dünyası da zenginleşir, ama malesef buna çok hevesli değiller.
Sizin fotoğraflarınızı farklı yaş, cinsiyet, inanış ve görüşlerdeki insanlar beğeniyor, takip ediyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
- Bu benim cevap vermemi zorlaştıran bir soru ama sadece tahminlerimi söyleyebilirim. Ben orada kendi dünyamı anlatıyorum aslında, kendimi anlatıyorum. Kişisel bir yolculuk fotoğraf üretiyor olmak. Dolayısıyla o fotoğrafı üretirkenki süreç, ben neysem ben kimsem, benim yarattığım dünyada o, ürettiğim malzeme de o olmaya başlıyor. Ben neyi beğeniyorsam, ne benim için değerliyse fotoğraf çerçevesinin içine onları koyuyorum. Dolayısıyla bu kadar kişisel bir hikayeyken, bu hikayeden benim gibi insanların etkileniyor olması beni heyecanlandırıyor. Demek ki benim o fotoğraf karesinin içine yerleştirdiğim şeyler, başka insanlar için de değerliymiş diyorum. Dünyanın bütün coğrafyalarında bununla etkileşim kurabilen ve o hikayeyi önemseyen insanlar var. Ben bir hikaye anlatıyorum, benim hikayeme değer veren ve dinleyen değişik coğrafyadan insanlar var. Demek ki benim anlattığım şeyi kıymetli buluyor ve zaman ayırıyor.
Belki de aynı masaya otursak hiç konuşamayacağımız, anlaşamayacağımız insanlarla aynı fotoğrafı beğeniyoruz, bizi aynı platformda- fotoğrafta buluşturuyorsunuz.
- Aslında bence anlaşabilecek insanlar bakıyor ve beğeniyor aynı fotoğrafı. Çünkü bu ortak beğeni durumu bizim aslında farklı insanlar olmadığımızı gösteriyor. Ortak bir kalp, ortak bir zihin bağı var. Çünkü aynı zihin bağından, aynı kalp gözünden, aynı duygu dünyasından bakmazsan o fotoğrafı beğeniyor olman mümkün değil. Beğeniyorsan eğer üç aşağıya beş yukarı aynı insanlarız. Dünyaya benzer yerden bakıyoruz. O yüzden aynı masaya otursak hepimizin anlaşacağına eminim ben.
Son olarak, “Kültürel, inançsal, politik, toplumsal kimliklerimizden sıyrılıp salt insan olarak birbirimizin yüzüne bakarsak. Aramızda fark yok aslında.” Demişsiniz. Bu neden başarılı olduğunuzun, sizi neden aşırı sevdiğimizin bir kanıtı gibi aslında. Bu söyledikleriniz kapsamında, sizi en etkileyen fotoğrafın-portrenin hikayesini bizimle paylaşabilir misiniz?
- Biz hepimiz insanız ve bizi insan yapan evrensel değerler var. Bunlar dünyanın her yerinde aynı. Sadece kültürel kodlarla farklılaşan bir durum söz konusu. Salt insan olabilme durumu, bizi aslında yakınlaştıran, aramızda görünmez bir bağ kuran, duygu dünyalarımızı yaklaştıran bir şey. Kavgaların, çatışmaların ne kadar çok insan olmaya yaklaşırsak o kadar yok olacağını düşünüyorum. Birbirimizden aslında hiçbir farkımız olmadığını görebilmemizin yolu bu. Bütün fotoğraflarımda ya da bütün portrelerimde söylemeye çalıştığım bu. Orada bir durum var bir insan var bir hikaye var, bak yüzleş ve kendi hikayenle karşılaştır. Onun nasıl bir hikayesi olabilir, senin nasıl bir hikayen olabilir. Dolayısıyla orada o kadar çok benzerlik bulacağız ki aramızda hiçbir fark olmadığını anlayacağız.
Şu çok etkilendiğim bir fotoğraf mesela. Ağrı Dağı’nın önünde gerçekten dağ gibi bir adamın durması. Çok benzerlik kuruyorum ikisinin arasında. Kişisel hikayesinden daha ziyade beni etkileyen şey bu. Ben aslında, asıl dağın bu adam olduğunu düşünüyorum. Ağrı’nın varlığını şekillendirdiği, Ağrı’nın orada oluşunun harmanladığı ve onu dağ haline getiren şey aslında bu adam. Bu fotoğrafı çok seviyorum!
Röportaj için çok teşekkür ederim
- Ben teşekkür ederim, eğer yeterli olduysa…
Yeterli olmaz mı, hayatım boyunca unutamayacağım bir gün yaşadım Mustafa Seven sayesinde. En güzel Denizz Aşırı hikayelerden biri olarak tarihteki yerini alsın bence. Örtmen geldi byeee!
Paylaş