Gece çok geç uyuduğumdan, biraz daha yatak keyfi yapmayı kendime hak gördüm. Ancak kapının ardından gelen sesler yatak keyfinin lüks olduğunu, hızlıca kalkıp şanslıysam, kişisel ihtiyaçlarımı gidermemi ve görev başına gitmemi söylüyordu. Parmak ucunda basarak yataktan çıktım. Hızlıca kıyafetlerimi üzerime geçirdim. Kapıya yakın bir yerde durup seslere kulak kabarttım. “Tehlikenin” geçtiğini anlayınca, ne kadar dikkatli olsam da, gıcırdayan kapı kolunu çevirdim. İki dev adımda sekerek tuvalete girip kapıyı kapattım. Ortaya çıktığım anlaşılmış mıydı?
Kötü bir niyetim yoktu. Aylar sonra ilk defa uykumu almak, yüzümü yıkamak ve sakince aynaya bakarak dişlerimi fırçalamak istedim ama zaten kendime ayırmam gereken süreyi kat be kat aştığımı düşündüğüm için bütün bu işleri telaşla yaptım. Ayrı geçen bir geceden sonra ona kavuşacak olmanın heyecanıyla tuvaletten çıktım. Salona doğru ilerledim. Yüzüme kocaman bir gülümseme taktım. “Bari hala şansım varken kahve koysaydım” diye düşündüm ama artık çok geçti. Beni görmüştü. İki yaşındaki dünyalar tatlısı oğlum, çölde su bulmuş gibi sevinçle “annnniii” diye bağırarak bana koşmaya başladı. Onu kucağıma aldım. Göğsüme bastırdım. Kokusunu içime çektim. Biri benim için kahve koyabilir miydi?
Bir annenin bu şekilde evde çocuğundan kaçması tuhaf gelebilir. Aslında bu bir kaçış değil; sadece kendini şarj ederek daha enerjik ve mutlu hissetme çabası. Kendi duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarını karşılayabilen anneler çocuğuna bıkmadan, tükenmeden, sinirlenmeden bakabilir. Ancak toplumda annelerin ihtiyaçları çoğunlukla görmezden geliniyor ve bütün yük annelerin omuzlarına yükleniyor. Bu ihtiyaçların dile getirilmesi “Buldukça bunuyorsun. Her şeyin var! Daha ne istiyorsun?” diyerek ayıplanıyor; çünkü annelik kutsal ve anneler hiç ara vermeden çocuklarıyla ilgilenmeleri bekleniyor.
Evde küçük bir çocuğunuz varsa, kendinize ait çok az vaktiniz vardır. Birçok şeyi yarım yamalak yapmak zorunda kalabilirsiniz. Kitap okumak, oje sürmek, duş almak ancak onun uyuduğu kısıtlı zamanlarda yapılabilecek etkinlikler haline gelir. Tabi ev işinden vakit kalırsa… Bu hayat ritminde olan ve kendine vakit ayırma imkânı bulamayan birçok anne tanıyorum. Uzunca bir süreyi ben de bu şekilde geçirdim. Herkes kendi mizacına göre bu duruma isteyerek ya da istemeden tepki veriyor. Kimisi otomatik pilota bağlayıp kendine yabancılaşıyor, kimisi nedeni anlaşılmayan hastalıklara kapılıyor, kimisi istemeden çocuğuna bağırıp pişmanlık yaşıyor. Kim bilir başka neler oluyor?
Şiddetsiz iletişimin kurucusu Marshall Rosenberg der ki, her rahatsız edici duygunun altında karşılanmamış bir ihtiyaç vardır. Anneler, tükenmişlik, endişe, bıkkınlık, üzüntü, depresyon, kaygı, bitkinlik gibi birçok duyguyu içlerine atmak zorunda kalıyorlar çünkü kimse çocuğundan şikâyet eder konumuna düşmek ve “kötü anne” damgası yemek istemiyor. Birçok kadın, böyle bir ihtiyacının olduğunun farkında bile olmadan bu duygularla içten içe baş etmeye çalışıyor. Bu duygular bastırıldığında ise çocuğu için gülümsemeye çalışan mutsuz anneler, çocuklarını yetiştirmeye çalışıyor. Peki, çocuklar bu durumdan etkilenmiyorlar mı?
Anneliği kutsal olmaktan çıkarıp, annelerin destek ihtiyaçlarının görülmesi gerekiyor. Kanuni düzenlemeler ve toplumda bu konudaki farkındalık maalesef henüz çok yetersiz. O zaman iş başa düşüyor sevgili anneler. Kendi sorumluluğumuzu alacağız. İhtiyaçlarımızın ve duygularımızın farkına varıp, suçluluk duymadan dile getirebilmenin yollarını arayacağız.