Paylaş
Avrupa kökenli fantastik-kurgu türü edebiyat kitaplarında o dönemdeki barış görüşmelerine atfen kullanılan bir deyim var: Siz yine de surları yükseltin, ne çıkacağı belli olmaz. Durumumuzun en net tanımı budur.
Avrupa Birliği kuruluşundan bu yana en önemli adımlarından birini atmak üzere. Bugün bizden sonraki kuşakların nasıl yaşayacaklarını“belirleyecek” olan kararlar alınacak. Türkiye AB üyeliği için tarih alsın ya da almasın, bu gün tarihi bir gün olacak.
Avrupa ya da Batı dediğimiz şey, bugünden sonra artık daha net ve elle tutulur bir şey olacak. Bugünden sonra dünya üzerindeki yerimizi biraz daha kesin bir şekilde tarif etmemiz gerekecek ve mümkün olacak. Aslında biz istesek de istemesek de dünya üzerindeki yerimiz netleşmiş olacak. Bizim modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana bir türlü beceremediğimiz bu tanımlamayı, ne acı ki bir kez daha, bizim adımıza başkaları yapacak…
Bir kaç yıl öncesine kadar benim için Avrupa Birliği üyeliği sadece Batı’nın Türkiye üzerinde siyasi baskı kurmak için kullandığı ve gerçekleşmesi asla mümkün olmayan bir manevraydı, bir oyundu yani. Türkiye’nin AB üyeliğinin neden gerçekleşmeyeceği sorusuna verdiğim yanıtlar ise bugün başta Valery Giscard D’estaing olmak üzere AB’nin önde gelen siyasi liderlerinin öne sürdüğü olmazlardan pek farklı değildi. Elinizi vicdanınıza koyun, siz D’estaing’den farklı mı düşünüyorsunuz tek başınıza kaldığınızda. Ama olan oldu ve bir kere Türkiye AB tarafından aday adayı olarak kabul edildi. Şimdi ne kesin bir hayır diyebiliyorlar ne de tam anlamıyla kabul edebiliyorlar. Aynen eski bir meselde anlatıldığı gibi:
“- Baba, bir hırsız yakaladım
- Getir o zaman buraya
- Gelmiyor
- Bırak o zaman
- Gitmiyor”
İşte bu nedenle özellikle Türkleri yakından tanıyan Almanya’nın itirazları daha bir anlamlı hale geliyor. Almanya ciddi bir Türk azınlık nüfusu ile yaklaşık üç kuşaktır yaşadığı için kendine göre haklı nedenlerle Türkiye’nin adaylığına karşı çıkıyor. Ve yine aynı nedenlerle de yönünü Avrupa’dan başka bir tarafa çevirmiş Türkiye’den de ciddi bir biçimde çekiniyor.
Nedir AB’nin durumu?
AB’nin Türkiye dışında dertleri de var. Bizim için asıl önemli olan bize verecekleri tarih ama toplantının ana gündem maddesi ise 10 yeni üyenin 2004 yılı itibariyle birliğe katılımı: Orta Avrupa’dan Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya, Slovenya, Baltık ülkelerinden Estonya, Letonya ve Litvanya; adalardan da Malta ve Kıbrıs... Ayrıca Bulgaristan ve Romanya’nın da 2007’den itibaren birliğe üye olmaları da zirvenin bir başka gündem maddesi.
Tabii bu tartışmalar yapılırken iş eninde sonunda bu ülkelere verilmesi gereken yardım miktarına yani paraya gelecek. Gelecek tabii ki! Sizce biz niye AB üyesi olmak itiyoruz? Batının engin demokrasi ve insan hakları denizinde kulaç atabilmek için mi? Hayır, hayır ve hayır. Bu yıl içinde yapılan AB konulu kamuoyu yoklamalarını hatırlayın. Anketlere katılanların yüzde 80’lik kısmı daha iyi bir yaşam standardı için AB üyeliğini istediğini belirtiyordu. Biz AB’e gireceğiz ve bize “alın paraları” diyecekler. Öyle sanıyoruz.
Şu anki genişleme planına göre yeni üye olacak 10 ülkeye 2004-2006 yılları için 40,5 milyar euroluk bir yardım yapılacak. Tabii ki bu 1999 yılındaki plandan 2 milyar euro daha az ama o zaman genişlemenin ikinci dalgasında 6 üye olacak diye planlanıyordu, 10 değil. Ayrıca mevcut üyeler de para vermekten pek memnun olmadıkları için bu miktara bile homurdanıyorlar. Müstakbel üyeler ise AB’yi fazla eli sıkılıkla suçlayıp “Böylesine tarihi bir dönemde para harcamayacaksanız ne zaman harcayacaksınız, hadi pamuk eller cebe” diyor.
AB Türkiye söz konusu olunca “Hele bir yapın da görelim öyle sadece kanun çıkartmakla olmaz” diyor ama müstakbel adaylardan bir kısmı da görevlerini tam anlamıyla yapmış sayılmaz. İlk dalgadaki 10 ülkeden sadece Slovakya ve Estonya istenilenleri büyük ölçüde yerine getirmeyi başarabilmiş. Mesela Polonya’nın daha yemesi gereken bir fırın ekmek var. Yeni üyeler arasındaki en büyük ve ekonomik anlamda en sorunlu ülke Polonya.
Türkiye’nin üyeliğine açıkça karşı çıkan AB dönem başkanı Danimarka’nın başbakanı Rasmussen Polonya’nın yerine getirilmemiş taahhütleri için (mesela tarımdaki nüfusun azaltılması gibi) “Sözlerini tutmazlarsa biz işimize bakarız” mealinde bir açıklama yapmış durumda. Tabii ki Türkiye’ye uygulanan çifte standart ile kıyas kabul etmez ama onlar da pek gönüllü genişlemiyorlar anladığımız kadarıyla. Ama yine de örneğin Polonya bu dönem üye olamazsa inci dalgada üye oma şansına hala sahip olacak.
Türkiye’nin ekonomik sıkıntıları Polonya’dan kat be kat daha fazla. Ama Türkiye’nin AB adaylığı ile ilgili Avrupa kaynaklı hangi yazıya, açıklamaya bakarsanız bakın “Müslüman bir ülke” cümlesine vurgu yapıldığını göreceksiniz. Tamam, laik diyorlar, demokrasi yolunda önemli adımlar attı diyorlar, onların bu gelişmesi diğer İslam ülkeleri için de model olabilir, onların demokratikleşmesini sağlayan AB hedefiydi, aman onları reddedersek acayip hareketler yapabilirler diyorlar ama asla ve asla Ortodoks kuzenlerine yaklaştıkları kadar açık ve önyargısız yaklaşmıyorlar.
Önyargı doğru bir kelime mi diye sorabilirsiniz ama AB’nin Türkiye’yi en çok eleştirdiği meselelere bakınca ister itemez bu sözcüğü kullanıyorsunuz. Mesela insan hakları ihlalleri, Kürt azınlığın hakları, idam cezası, işkence ve Kıbrıs. İdam konusunu uygar bir insanın tartışma konusu bile yapması söz konusu olmamalı. O nedenle 57. hükümetin bu konudaki tasarrufunu alkışlamak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de işkence yok demek ya aşırı maksatlı ya da inanılmaz safça bir açıklama olur. İşkencenin sistematik olarak uygulandığı, insanların “kaybolduğu”, yargısız infazların yaşandığı dönemleri gördük şimdi hatırlamasak bile. Ama Kürt azınlığın hakları meselesi deyince biraz durmak gerek. Çünkü 20 yıldır yaşanılan savaş ve bugün gelinen noktaya bakılınca yaşanılanların Kürt azınlığın hakları değil Türkiye’nin rejiminin ve sınırlarının sorgulanması savaşı olduğunu görüyoruz ki bunu sorgulamaya da hiç kimsenin hakkı yok. Ayrıca Avrupa’nın terör örgütleri konusundaki tavrını da unutmadığımızı söyleyelim.
Nihai olarak bugün başlayacak olan toplantıdan büyük olasılıkla hafta sonuna doğru çıkacak olan kararın az çok tahmin edilebildiği bir dönemdeyiz. Fakat neredeyse bütün Avrupalı yorumcuların AB’nin Kopenhag zirvesine ilişkin olarak, Ortaçağ’da derebeylerin ve toprak lordlarının toplantılarına atfen söyledikleri bir söz var ki, hakikaten dikkate değer:
“Siz yine de surları yükseltin. Ne çıkacağı belli olmaz!”
Paylaş