BU hafta enine boyuna (salı, çarşamba, perşembe) Türkiye’nin 28 Şubat’tan (1997) beri yaşayacağı en önemli süreç olacağına inandığım AKP’yi "kapatma davası"nı irdeleyeceğim.
28 Şubat nasıl Türkiye’ye yeni bir yön verdiyse, hatta bu yön nasıl darbecilerin hedefinin tersine bir süreç yarattıysa, kapatma davasının her iki şıkta da, ister AKP kapatılsın ister kapatılmasın; ülke için yepyeni bir dönem başlatacağına inanıyorum. Hatta davanın her halükárda, Ortadoğu açısından uluslararası dengeleri de etkileyeceğini düşünüyorum.
* * *
Önce kapatma davasına nasıl gelindi, bunu irdeleyelim. Türkiye’de statükonun vazettiği dışında gelişimlere sıcak bakmadığı malumdur. Ancak, dünyada da devletlerin kendi denetimleri dışında gelişmelerden hep rahatsızlık duyduğu 20. yüzyılda inkár edilemez hale gelmiştir.
Örneğin, şu anda ABD’de bir yerlerde "acaba Barack Obama başkan olursa bunun rejim üzerinde etkileri ne olur?" tartışmaları muhakkak yapılmaktadır.
12 Eylül sonrası Türkiye’de de demokrasiye geçilirken cuntanın işaret ettiği emekli Orgeneral Turgut Sunalp liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi değil de TurgutÖzal liderliğindeki Anavatan Partisi iktidara gelince Kenan Evren, iktidarı Özal’a vermeden önce uzun süre bocalamıştır.
Öte yandan statükoya rağmen siyaset yapanların iktidarı ele geçirirken uyguladıkları strateji, kendileri kadar ülkelerinin geleceğini de belirlemektedir.
Eğer Obama’ya iktidar nasip olursa, statükoyu sakinleştirmek için nasıl bir strateji izleyeceğini şimdiden bilmek mümkün değildir.
Turgut Özal’ın ne kadar sabırlı bir politika izlediği, ancak 1983-89 arası önceden hazırladığı detaylı bir programı, statüko rencide olsa da, büyük ölçüde hayata geçirdiği tarihte kayıtlıdır.
Buna karşılık statükonun al aşağı edemeyince Bülent Ecevit’i nasıl denetimi altına aldığı, uzun süre itişip kakıştıktan sonra Süleyman Demirel’i ise nasıl baş tacı yaptığı yine tarihe kayıt düşülmüş vakıalardır.
* * *
Recep Tayyip Erdoğan’ın da statüko tarafından kolay hazmedilemeyeceği iktidara geldiği ilk günden beri malumdur. Erdoğan ve arkadaşları bunu bile bile iktidara talip olmuşlardı. İktidar olduktan sonra ise seçebilecekleri yollar belli idi:
1) Statükoya karşı sabırlı bir strateji uygulayıp yavaş yavaş kendi programlarını (Özal) ortaya koyabilirlerdi.
2) Statükoya kendilerini yine kabul ettirip statükonun bir parçası (Ecevit) ve hatta önde gelen unsuru (Demirel) haline gelebilirlerdi.
Silahlı halk darbesi yapacak güçleri olmadığına göre ellerinde bir 3. yol yoktu!
* * *
Sanırım, AKP’nin hiçbir stratejisi olmadığı için bugünlere gelindi. 1. veya 2. uygulanabilir stratejiler hakkında 2003’ten beri bir türlü karar veremediler.Silahlı halk darbesi denemesi ise zaten boylarını aşan bir tercihtir. AKP hiçbir stratejiye sıkı sıkı bağlanmadığı için, yukarıda sıraladığım üç stratejiyi birden yüzüne gözüne bulaştırdı ve bugünlere gelindi. AKP:
1) Káh kendini statükoya kabul ettirme (301’i savsaklama) süreci yaşadı, 2)Káh kendi değiştirici programını (AB üyeliği) uygularmış gibi yaptı, 3) Káh statükoya (Şemdinli süreci) tamamen teslim oldu, 4) Káh halk hareketi yapıyormuş gibi (muhafazakárlaştırma projesi) havalara girdi.
Ama hiçbirini beceremedi. Zira, hiçbirine gereği gibi, samimiyetle sahip çıkamadı.
Tepede statükoyu idare ederken tabanda milli görüşe göz kırpma gayretleri, partiyi kapanmanın eşiğine getirdi.