Paylaş
Dile kolay; üç gün sonra bir yüzyılı, bir binyılı devireceğiz ve yeni bir yüzyıla, yeni bir binyıla adım atacağız. Tarihin bu dönüşümüne şahit olan kullar olarak heyecan duymamak imkánsız. Haliyle ben de çok heyecanlıyım. Biliyorum, insanoğlu her şeyi standart hale getirme, sınıflandırma güdüsü ile tarihi de rakamlarla ifade etme ihtiyacı duymuş. Tarihe düşülen rakamlar esasında sanal. Tıpkı, yaşadığımız anı standartlaştıran kolumuzdaki saat gibi.
Beşer önce aklıyla yaratır, sonra gönlüyle yarattığının esiri olur! Ancak, başka ne yapabiliriz ki?..
Bu heyecanla, ben bugün ve yarınki yazılarımda 20. yüzyıla dokunmak; yılbaşı günü yayımlanacak ilk yeni yüzyıl yazım ve onu takip eden pazartesi yazımla da 21. yüzyılı bir perspektife oturtmak istiyorum. Amacım, tarihi irdelemek değil. Buna ne haddim, ne de sütunlarım yeter. Sadece, bir yüzyılı atlarken değişmek zorunda olan iki kavramı irdeleyeceğim. 20. yüzyıldan bir sonrakine geçerken, bu geçişe damgasını vuracak iki kavram: Ulus-devlet ve millet!
* * *
Baştan belirteyim; görüşüme göre yeni yüzyıl ile bu yüzyıl arasındaki farkı yaratacak olan, bu iki kavramda yaşanacak değişimdir!
Bugün 20. yüzyılda ulus-devlet kavramını, yarın ise yine bu yüzyılda millet kavramını irdeleyeceğim.
Kanımca, siyasi düzlemde bu yüzyıla damgasını vuran kavram ulus-devlet olmuştur. Yüzyılın başında, önemle Osmanlı Devleti'nin yıkılışıyla, aynı harsı, dili, tarihi, bazen de dini paylaştıklarına inanan insanlar millet (ulus) olarak bir bayrak altında bir araya gelmeye niyet etmişler ve ortak alanlarını imparatorluk alanının dışına çıkarmak istemişlerdir.
20. yüzyılın tarihi, bir anlamda, ulus-devlet kavramı etrafında verilen mücadelenin tarihidir.
Mücadele, 19. yüzyıla damgasını vuran imparatorlukların coğrafi alanlarının daralıp ortak mana alanlarının genişlemesi sonucunu yaratmıştır.
20. yüzyılı kana bulayan iki dünya savaşı, önderliğini yapmak bize nasip olan milli mücadele savaşları, hatta yaşanan ve yıkılan komünist devrimler, hep ulus-devlet olma mücadelesi ve çelişkisinin eseridir.
Türkiye Cumhuriyeti de bu yüzyılın ilk çeyreğinde içinden çıktığı imparatorluğu yıkarak ve bu imparatorluğun paylaşımı sırasında yaşadığı kanlı ve şanlı bir savaş sonucu kendisine coğrafi bir alan edinerek kurulmuştur.
Türkiye açısından 20. yüzyıl, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan toprakları koruma mücadelesidir!
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün önderliğinde yüzyılın icaplarını erken yerine getirmiş bir 20. yüzyıl ülkesidir. Ülke yeni yüzyılın icaplarına çabuk uyum göstermiştir. Ancak, hálá bu erken ve acele uyumun sancılarıyla kıvranmaktadır.
Kurtuluş Savaşı'nı kurgulayan ve yönlendirenler, acelecilik halet-i ruhiyesi içinde, savaşın üzerine inşa ettikleri cumhuriyetin temellerine attıkları harcın tam soğumasını bekleyememişlerdir. İşte bugünkü sancılar, temel atılırken oluşan eksikliklerin sonucudur.
Her ne kadar bağımsızlık milletin talebi ise de, cumhuriyet iyi niyetinden hiç şüphe edemeyeceğimiz bir avuç elitin talebidir. Cumhuriyeti kuranlar, diğer ülkelerde cumhuriyeti bizzat talep eden millet faktörünü bu deneyimde yanlarında hissetmemişlerdir. Ancak, kendileri de felsefi ve kültürel donanım açısından büyük çapta yetersizdirler. Batı'dan devşirdikleri idelerin ‘‘muhtevaları’’, analitik düşünce ile son döneminde hiç ilgilenmeyen Osmanlı'nın isyankár evlatlarını da ilgilendirmemiştir. Onun için ideleri istedikleri gibi yorumlamışlardır. Üstelik, bu evlatlar benzemek istedikleri Batı'ya da, Kurtuluş Savaşı'nın etkisiyle haklı olarak şüpheyle bakmaktadırlar. Cumhuriyetin elitleri iç ve dış etkilere karşı paranoya seviyesinde hassastırlar. Bunun için de cumhuriyet, kuruluşundan beri üç çeyrek asır geçmesine rağmen onu kuran bürokratik elitler tarafından korunmak ve kollanmak zorunda olan bir kazanımdır.
Cumhuriyet, üzerine inşa edildiği cumhura güvenemeden bir yüzyıl sona ermektedir!
Paylaş