16 Mart 2010
MİLLİYET 2 gün üst üste (Fikret Bila) ve Hürriyet 2 gün (Enis Berberoğlu) Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ve Kurmaylarının yaptıkları açıklamaları yayınladılar.
Açıklamaları dikkatle okudum ve önce şu soruyu sormadan edemedim. Bu açıklamalar neden üste üste iki büyük gazeteye yapıldı. Sanırım, cevap basit ama önemli.
Genelkurmay toplumdan ama önemle kendi tabanından gelen açıklama yapma ve hatta tavır koyma taleplerine sonunda dayanamadı.
Kendilerine karşı yürütülen asimetrik psikolojik savaş karşısında tepkisiz kaldığı iddiaları ayyuka çıktığı bir dönemde Genelkurmay sonunda “konuşmak”
zorunda kaldı.
Daha önce Başbuğ’un bazı tepkileri ile karşılaşmıştık ama ilk kez yürütülen davalar çerçevesinde bu kadar ayrıntılı açıklamalar yapıldı.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2010
YILLARDIR, belki de 10-15 yıldır görüşmemiştik. Telefonda sesini anında tanıdığımı hissettim. Adını verince doğru teşhiste bulunduğuma hükmettim ve kendimi kutladım. Dudağıma kendimi kutsayan bir gülümseme yerleşti. Ancak, dikkat ettim, “Başkan”ın sesi hüzünlüydü. Sesindeki hüzün o kadar gerçekti ki, beni de anında etkiledi. Gülümsemenin yerini buruk bir duygu aldı. Meraklı bir bekleyiş beni teslim aldı. Sanki kötü bir haber verecekti. “Hayır olsun!” edasında vereceği haberi bekledim. Birden:
“Hakkını helal et!” deyiverdi.
Çok ama çok şaşırdım. “Başkan” benden en az 10 yaş büyüktü ve kendisi üzerinde hiçbir emeğim yoktu ki, hakkım olsun.
Bunu söylediğimde bana beraber yaşadığımız bazı olayları hatırlattı. Hayal meyal hatırladığım ve diğer birçok arkadaşla ortak geliştirdiğimiz çalışmalarda benim kendisine herhangi bir anlamlı katkım olduğunu zannetmiyorum. Ama artık o ulaşabildiği herkese ulaşıp, “helallik” istediğini belirtti. Gördüğü “iyiliğin” boyutu ve anlamı önemli değildi. Hayatına karışmış herkes ile ama herkes ile helalleşmek istiyordu.
* * *
Ben utanarak:
“Estağfurullah, herhangi bir katkım olduysa bin kere helal olsun!” minvalli birkaç söz sarf ettim.
Ancak, o anda sanki başka bir şey söylemek istediğini de hissettim.
“Başkan sende başka bir şey var!” türü bir söz sarf ettim.
Sanki o anda telefonun öbür ucunda birkaç damla gözyaşı aktı.
“Bir buçuk sene önce eşimi kaybettim. Tabii ki, herkesin eşi özeldir. Benim eşim de özeldi. O benim her şeyimdi. O gittikten sonra dünyada tutunacak dalım kalmadı.
Şimdi çok ama çok yalnızım.”
Düşündüm, Başkan’ın etrafı zamanında insandan geçilmezdi. Odası insanlarla doluydu. Akşamları birkaç merasime birden katılır, yüzlerce insanın arasından sıyrılıp, biricik eşine ulaşamazdı.
Şimdi ise yalnızlıktan, yapayalnız kalmaktan şikâyetçi idi. Başkan, başkanlığı bıraktıktan sonra etrafını dolduran, kapısından kopmayan insanlar bir anda yok olmuştu.
Zira, Başkan artık “ulufe” dağıtabilen bir mevkide değildi. Artık, imar izni veremiyor, başkaları için iş, aş yaratamıyordu.
Sözü ortak bir arkadaşa getirdi. İsim vermedi ama ben kimi kastettiğini anında bildim.
“Eskiden kapımdan ayrılmazdı, günde iki kez aramadan yapamazdı.”
Başkan’a:
“O seni değil, elindeki gücü kutsuyordu” diyemedim.
* * *
Başkan’ın zamanında elinde tuttuğu güce, dolayısı ile çevreye hepimiz sahip olamayız. Ama, “evvel gidenlerden” olmaz isek, bir gün mutlaka “ölümü tadacağımız” gibi “yalnızlığı da tadacağız”.
Rahmetli babamın anamı kaybettikten sonra nasıl yalnızlaştığını çok iyi hatırlıyorum. Onun o yalnız hayatına ilaç olmadığımı da çok iyi biliyorum.
* * *
“Başkan”ın hüzünlü konuşması birden beni de içine aldı. İki oğlum var ama onlar da ancak benim babama gösterdiğim kadar ilgiyi bana gösterecekler. Mesafeli yakınlık!
Sık sık kullandığım bir söz gırtlağımı tıkadı:
“Allah’ım bana uzun ömür ver ama canımı Neriman’ın kucağında al!”
O arkadan gelsin!
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2010
TAVİZ vermeyeceğim, aksini asla kabullenemeyeceğim iki dogmam var: 1) Milletvekillerinin dokunulmazlıklarına dokunmayan yargı reformu koca bir yalandır.
2) Seçim barajını %10’dan %5-6’lara indirmeyen Kürt açılımı koca bir palavradır.
Bugün sadece dokunulmazlıkları irdeleyeceğim.
* * *
Adalet ve Kalkınma Partili Hüseyin Çelik Deniz Baykal’a dokunulmazlıklar ile ilgili cevabi konuşmasında diyor ki:
1) TBMM’de bekleyen ve milletvekillerini ilgilendiren yüzlerce dava dosyalarında birincilik BDP’ye aittir, AKP’ye değil.
2) Milletvekilleri zaten milletvekillikleri bitince yargılanıyorlar.
Kusura bakmasın ama “yan çizmek” için bulduğu bahaneler insan aklı ile alay eder seviyede.
Mesele hangi parti hakkında daha fazla “dosya” olduğu değil ki!
Mesele, adi suç işleyen, örneğin sarhoş araba kullanan bir milletvekiline bile dokunulamamasında!
* * *
Vicdan sahibi herkesin karşı çıktığı temel prensip:
“Adalet önünde herkes eşittir ama milletvekilleri daha fazla eşittir!”
CMK 250, 251, 252’ye dayanarak olağanüstü yetkili savcılar bir ihbar mektubuna, gizli tanığa, CD kasedine vb. dayanarak bir askeri, gazeteciyi, akademisyeni veya herhangi bir TC vatandaşını sabaha karşı evinde derdest edebiliyor, suçunu tarif etmeden aylarca hapis yatırabiliyor ama sarhoş araba kullanan milletvekiline dokunamıyor.
Parti kapatmaya TBMM’de iktidar karar verecek, iktidarın de üye seçtiği Anayasa Mahkemesi gereğinde iktidarı yargılayacak, Danıştay denetleyecek, HSYK hâkim ve savcı tayin edecek! Buna yargı reformu denecek ama milletvekillerine dokunulmayacak!
* * *
Çelik “Milletvekilleri zaten milletvekillikleri bitince yargılanıyorlar” mealli sözleri ile aklımızla alay etmeye devam ediyor.
Her şeyden önce “Geç gelen adalet adalet değildir!” sözünü unutuyor. Aynı suçu işleyen iki kişiden sade vatandaşı anında yargılamaya başlayan, ama sadece bir dönem milletvekilliği yapacak olsa bile, milletvekili seçilmiş vatandaşı yargılamak için 4 yıl bekleyen adalet nasıl adil olur?
Ayrıca, birkaç dönem seçilen milletvekili ne zaman yargılanacak?
Örneğin, Hüseyin Çelik kaç yıldır milletvekili?
Çelik konuyu iyice bulanık hale getirmek için TBMM üyelerinin %60’ının her seçimde değiştiğini söyleyerek adalet kavramına yeni bir “açılım” getiriyor!
Ona göre; milletvekillerini yargılamak amacıyla, %60’ı için 4 yılcık bekleniyor, milletvekillerinin sadece %40’lık bölümü için daha uzun yıllar beklemek gerek!
Çelik bir kişiyi yargılamak için süre kısıtlaması olduğunu da unutmuşa benziyor.
Çelik’e göre, bu kadarcık ayrıcalık göze batmamalı!
* * *
Soruyorum, adının “AK” olduğunu iddia eden partinin milletvekillerine!
Kürsüde ettiğiniz, edeceğiniz kelama kimsenin sözü yok. Ama adi suçlarda hangi hakla ayrıcalık taşıyorsunuz? Yoksa, “AK” olmayan korkularınız mı var? Belediye günleri hâlâ akıllardan çıkmıyor mu?
“AK” Parti’nin milletvekilleri, lütfen hiç olmazsa vicdanınıza dokununuz!
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2010
YENİ Asya Gazetesi’nden arkadaşlar arayıp hatırlatmasalardı Bediüzzaman Said Nursi’nin ölümünün 50. yılına ulaşıldığını hatırlamayacaktım (23 Mart 1960).
Ben bugün Said Nursi hakkındaki görüşümü yazmak istiyorum. Dedikodu yapmak ile siyaset yapmanın birbirine karıştırıldığı ülkemizde, katıldığım tartışmalardan en fazla kendimin sıkıldığı bir ortamda Said Nursi gibi kim olduğu tam anlaşılmadan ya tabu ya da şeyh muamelesi gören bir insanı kendi açımdan değerlendireceğim. Hem de bunu bu yazının bile siyasete çekileceğini ve bir sürü dayak yiyeceğimi bile bile yapacağım!
* * *
Benim Said Nursi’nin din adamı niteliğini değerlendirmem mümkün değil. Buna her şeyden önce bilgi dağarcığım yetmez. Nursi’nin kendisinin de sonradan eleştirdiği “imani yöntemlerle birlikte İslamiyet’e siyaset yoluyla da hizmet edilebileceği fikriyle hareket ettiği dönemleri”ni de yanlış buluyorum.
Beni Said Nursi bir mütefekkir (fikir adamı) olarak ilgilendiriyor ve onun 20. yüzyılda bu topraklarda yetişmiş en önemli fikir adamlarından birisi olduğuna inanıyorum.
Said Nursi “din” ile “bilim”in zıt çalışmalar olmadığını, tersine birbirlerini tamamlayan öğretiler/yaklaşımlar olduğunu keşfeden nadir düşünürlerden birisidir.
Ben de kendisi ile aynı kanaatteyim, farkın sadece
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2010
GEÇEN hafta yargıyı yürütmeye bağlamaya yönelik girişimlerin sadece ve sadece iktidarın “sivil vesayet” arzusunu perçinleyeceğini, zaten bir sürü neden arasında “hâkim ve savcıların nasıl seçileceği”ne dair teknik ve felsefi bir konunun referandumla oylanamayacağını yazdım.
Üstelik, çoğunluğun dediğine cevaz veren referandumların azınlığın baki haklarını iğfal etmesi de mümkün. (Örnek, İsviçre’de yapılan “minare referandumu”.)
Bütün bunlara rağmen iktidar referanduma pupa yelken açıyor! Neden?
Üstelik, kazanıp kazanamayacağı belli olmayan bir referanduma Adalet ve Kalkınma Partisi neden girişiyor?
Bu soruya kafayı taktım. Belirttiğim mahzurları dışında, A&G’nin sahibi Adil Gür’ün de belirttiği gibi (Milliyet-08.03.10), olası bir referandumda iktidarın
Anayasa değişikliği önerilerine halkın “hayır” deme ihtimali % 50!
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2010
KİMSE kulp takmasın. ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nin verdiği karar siyasi bir karardır ve Başkan Obama’nın bu kararda katkısı vardır. ABD’de Temsilciler Meclisi üyeleri dar bölge esasına göre seçilirler, bunun için daha çok seçmenin (tabanın) taleplerine uygun hareket ederler, Başkan’ın veya parti liderinin üzerlerinde sultası yoktur ama dış politika gibi milli konularda devletin ana politika ekseni oylamaya ister istemez etki yapar. Ahmet Davutoğlu’nun söylediği gibi “istenseydi bir danışman en az bir oyu değiştirirdi”.
Komite’nin kararı Türkiye’nin dış politikasına gösterilen bir sarı karttır.
* * *
Obama Nisan 2009’da Türkiye’ye geldiğinde mümtaz basınımız tarafından şu sözlerle tanıtılmıştı. İşte bazı seçmeler:
1) “ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’ya büyük bir hayranlık duyduğumu gizlemiyorum. Bana göre Obama, genç yaşımdan itibaren tanımak fırsatını bulduğum Amerikan toplumunun en iyi niteliklerini temsil eden olağanüstü bir lider.”
2) “Obama’dan önceki Türkiye’yi unutunuz, Obama’dan sonra yeni bir Türkiye var.”
3) “Bu dönemi başlatan Amerikan Başkanı’nın bir ‘ilk’ olan ‘tarihi’ Türkiye ziyaretinin verdiği izlenimi üç sözcükle ifade et deseniz, Obama için şu ‘3D’yi söylerdim: Dürüst, duyarlı, dost...”
* * *
Aynı tarihlerde ben Obama’nın seçilmiş bir garson olduğunu, ABD’nin yüksek çıkarlarını savunan atanmış mutfağın ise devlet içinde yerleşik olduğunu vurguluyordum.
Yere göğe koyamadığımız Obama Nisan 2009’da TBMM’de Türkiye’nin Ermenistan ile sınır kapılarını açması gerektiğini de söylüyordu!
* * *
Ahmet Davutoğlu’nun savunduğu çok eksenli dış politika “komşularla sıfır sorun” ilkesine dayanma iddiası ile caka yaparken ben ısrarla “komşularla sıfır sorun” hedefi diye saçma bir hedefin olamayacağını söylüyordum. “Komşularla sıfır sorun” akılcılık açısından içi boş bir hayaldir, zira siz isteseniz de iki komşunuzun arasındaki sorundan etkilenir ve eninde sonunda taraf tutmak zorunda kalır, bir taraf ile sorun yaşamaya devam edersiniz.
“Mavi boncuk politikası” mutlaka duvara çarpmak zorundadır ve işte çarpmıştır.
* * *
Obama’nın “TBMM direktifi” çerçevesinde Ahmet Davutoğlu Ermenistan ile herkesin gözü önünde sınırların açılmasına yönelik iki protokol imzaladı. Bu protokollerde “Yukarı Karabağ” sorunu ile ilgili herhangi bir koşul yoktu!
Türkiye o anda hem ABD’ye, hem AB’ye, hem de Ermenistan’a mavi boncuk dağıtıyordu. Günü kurtarıyordu. Ama, protokollerin bu hali ile TBMM’ye gelemeyeceğini herkes biliyordu, zira Azerbaycan’ı dışlayan bir kararın Adalet ve Kalkınma Partisi’nden bile oy alamayacağı en başından belliydi.
Obama Yönetimi şimdi kendisine verildiği halde tutulmayan söz için sarı kart gösteriyor. Ağır uyarıda bulunuyor.
* * *
Ahmet Davutoğlu, Obama seçilir seçilmez danışman sıfatı ile ABD’ye gitmiş ve şu sözleri sarf etmişti:
“Obama ile Türkiye’nin dış politika tercihleri ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir!”
Ardından da Dışişleri Bakanı oldu!
Bugünlerde Davutoğlu samimi bir özeleştiri yapsa doğru olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2010
ÖNCE bir not:<br><br>TUİK’e göre ülkede istikrar falan yok. Açıkladıkları rakamlara göre, kriz başladığında, 2008’de işsizlik %11 kadarmış.
2009 yılı sonunda bu oran %14’e çıkmış. Tarım dışı işsizlik ise %13.6’dan %17.4’e yükselmiş. Gençler arasında işsizlik ise %25.3 imiş! Ayrıca, yine TUİK’e göre şubat ayı enflasyonu beklenenden 2 misli fazla çıkmış. %0.7 olarak beklenen şubat ayı enflasyonu %1.45 olarak gerçekleşmiş. Böylece, yıllık enflasyon %10’u aşmış.
Yazmak üzere hemen bu haberin üzerine atladım. Ancak içimdeki ses “Aydın Doğan’ı ara, izin al!” dedi. Telefon ettim, Aydın Doğan o an emrindeki 200 küsur köşe yazarı için teker teker ertesi günün konusunu belirlediği için çok meşgulmüş, telefonuma çıkmadı. Ben de “Ne olur ne olmaz!” diyerek yazmaktan vazgeçtim.
Keşke TUİK uzmanları da benim gibi yapsalardı!
* * *
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2010
DÜNKÜ yazımda yargı reformu adı altında, yargının tamamen yürütmenin sultası altına gireceğini savundum. Zira yapılmak istenen TBMM’nin (iktidarın) HSYK, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlara üye seçebilmesini temin etmektir. Böyle bir reform sadece sivil vesayetin pekişmesine yardımcı olur.
Görüşüm ilave üyelerin sadece bir kısmını TBMM, dolayısıyla iktidar seçse de geçerlidir.
Kendisini de zaman zaman denetleyecek yargı erkine yürütmenin herhangi bir oranda müdahale etmesine karşı olduğum gibi TBMM tarafından seçilecek üyelerin “iktidarın adamı” kabul edilerek ayrıcalıklı addedilmesinden de korkarım. Çoğu zaman da töhmet altında kalırlar. Yargı kararlarını tanımayan RTÜK’ün hali ortadadır.
* * *
Yargı reformunu referanduma götürmeye kalkmak da, kanımca, önemli mahsurlar taşımaktadır. Şöyle ki:
1) Sonradan kanun, yönetmelikler, talimatlar vb. ile tarif edilmek durumunda olan bir Anayasa değişikliği özünde derin teknik ve felsefi değerler taşıyacaktır. Uzmanlık gerektiren konular uzman olmayanlarca nasıl oylanır? Örneğin, TÜBİTAK’a, Atom Enerji Kurumu’na üye seçme yöntemi halk tarafından oylanabilir mi?
* * *
2) Çoğunluk oylamaya “evet” dese (%51) ve hukuk kurumlarına üye seçme hakkını diğerleri yanında, TBMM’ye, dolayısıyla iktidara verse bu hakkı teslim etmek istemeyen ve referanduma “hayır” diyenlerin (%49) “bağımsız mahkemelerde yargılanma talebi” görmezden gelinebilir mi? İsviçre’de çoğunluk referandum yolu ile minare yapılmasına karşı çıkınca azınlığın (Müslümanlar) hakları kısıtlanmadı mı?
Yazının Devamını Oku