Cüneyt Ülsever

Obama Yüksek Mahkeme’ye üye seçecek

13 Nisan 2010
TÜRKİYE’de Anayasa Mahkemesi, HSYK gibi hukuk kurumlarına nasıl üye seçilmesi gerektiği hararetle tartışılırken ABD’nin Yüksek Mahkeme (Supreme Court) üyelerinden Yargıç John Paul Stevens emekliliğini istedi. Yerine geçecek yargıcı Başkan Barack Obama atayacak!
Kısacası bizdeki karşılığı Anayasa Mahkemesi olan Yüksek Mahkeme’nin yeni üyesini, Türkiye’deki Anayasa değişikliği tasarısında istendiği gibi, Başkan (Cumhurbaşkanı) belirleyecek!
Ama kazın ayağı yine de farklı!
 Yöntem belki aynı ama ruh farklı!
 Başkanlık sistemi ile yönetilen ABD’de görünümde “mutlak egemen” Başkan bile bazı örf ve âdetlere uymak zorunda.
Zira, demokrasinin demokrasi olması için kanunlar/yazılı kurallar kadar, demokrasiye hayatiyet kazandıran ruh da önemli!
* * *
Emekliliğini isteyen John Paul Stevens, Yüksek Mahkeme’nin en yaşlı üyesi. Bu ay 90 yaşına girecek Yargıç, sadece ölüm hali veya kişinin emeklilik talebi nedeni ile üyeliğin yitirildiği Mahkeme’de son 10 yıldır sürekli en uzun süre görev yapmış olma özelliğine sahip kişi.
Yargıç Stevens aynı zamanda Yüksek Mahkeme’nin en liberal üyesi. Dolayısı ile Demokrat Parti’ye daha yakın olmalı.
Ancak, Mahkeme’ye 1975 yılında Cumhuriyetçi Başkan Gerald R. Ford tarafından atanmış! Başkan Ford, Yargıç Stevens’ı atarken “İsterse taştan olsun ama illa ki bizden olsun!” dememiş. Örf ve âdetlerin emrettiği dengeleri gözetmiş!
Stevens da son 35 yıldır ha bire sağa kaymakla suçlanan Yüksek Mahkeme’de en güvenilir liberal üyelerden birisi olmak özelliğini hiç kaybetmemiş.
* * *
Şimdiye dek sadece 5 siyahi üye sahibi olmuş Yüksek Mahkeme’de Yargıç Stevens da beyaz ten rengine sahip ama başka bir özelliği daha var:
Mahkemenin tek Protestan üyesi!
 Protestanlık da ülke nüfusunun çoğunluğunu temsil eden inanç. (ABD’lilere göre din!)
 Protestanlık ABD insanının çoğunluğunun dini!
 Bugün itibari ile Yüksek Mahkeme’de, Yargıç Stevens dışında, 6 Katolik ve 2 Yahudi üye var. Eğer, seçilecek yeni üye Protestan olmazsa ABD’nin en büyük dini inancı ülkenin en yüce mahkemesinde temsil edilmeyecek.
Chicago Üniversitesi’nden Prof. Geoffrey R. Stone’a göre din ABD’nin günlük yaşamında 50-100 yıl öncesine göre çok daha az önemli bir rol oynuyor. Stone Mahkeme’ye yeni seçilecek üyenin Protestan olup olmamasının tartışmalara yeni bir unsur katmayacağını söylüyor. (New York Times-9 Nisan 2010)
* * *
Hangi dinden olacağı önemli değil ama siyasi analistlere göre Başkan Obama “İlla ki bizden olsun!” mantığı ile katiyen değil ama Mahkeme’deki dengeleri korumak amacıyla yeni üyenin de liberal olmasına büyük ihtimalle dikkat edecek.
O da tıpkı Cumhuriyetçi Ford gibi demokrasinin örf ve âdetlerine saygılı davranmak için böyle bir seçim yapacak.
* * *
Bu yazı yaptığı atamalarla, Ahmet Necdet Sezer’i de açık ara sollayarak, tarafgirliğini hepimizin gözüne sokan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ithaf edilmiştir!
Yazının Devamını Oku

Mehmet Baransu’nun cevabı

11 Nisan 2010
6 NİSAN Salı günü bu köşede Taraf Gazetesi’nden Mehmet Baransu’nun Zaman Gazetesi’nde 04.04.10 günü yayınlanan söyleşisinde yer alan bazı sözlerini eleştirdim. Eleştirilerimden birisinin kaynağını herkesin merak ettiği “Belgeler niye hep size geliyor?” sorusuna Mehmet Baransu’nun verdiği cevap oluşturuyordu. Diyordu ki (kısaltarak):
“Ben Aksiyon Dergisi’nde çalışırken yolsuzluk haberleri yaptım. Bunların bazıları askerle ilgiliydi... Oradan tanıdığım çok asker var. OHAL döneminde Güneydoğu’da gazeteci olarak bulundum. Birçok askerle tanıştım. Bunun ötesinde siz yazdıkça haber sizi buluyor...”
Ben 6 Nisan günü Baransu’nun sözlerine şu şekilde cevap verdim:
“Mehmet Baransu kusura bakmasın ama hiç inandırıcı değil. TSK ile ilgili bu kadar mahrem, gizliliği bu kadar önemli ‘haberlerin’ muazzam bir orantısızlıkla, nerede ise sadece Mehmet Baransu’ya gelmesini sadece ve sadece muhbir subayların Mehmet Baransu’ya duydukları güvene bağlamaya benim aklım izin vermedi. İnan(a)madım...”
* * *
Mehmet Baransu telefonla aradı ve hakkında yazdıklarıma cevap verdi. Bugüne dek eleştirdiğim herkesin cevap hakkını kendilerine teslim etmeyi şiar edindim. Mehmet Baransu’nun da cevap hakkını kullanması amacı ile bu yazıyı yazıyorum. Cevabı sözlü olduğu için yanlış nakledeceklerim olursa sorumlu benim.
Ancak, verdiği cevaplara katılıp katılmamak da benim hakkımdır.
* * *
Mehmet Baransu telefon görüşmemizde tepkimin ilk anda haksız gözükmediğini ancak söyleşide belirttiği gibi, emekli-muvazzaf TSK mensuplarının kendisine gerçekten “çok sayıda” başvurduğunu belirtti. Zaman zaman gazetenin önünde dışarı çıkmasını bekleyen albayların bile bulunduğunu iddia ediyor. En fazla ihbarın da yolsuzluklar ile ilgili olduğunu söylüyor. Ona göre, TSK’yı gözünde büyütenler samimi olarak içeriden bu kadar çok bilgi sızması olduğuna inanmak istemiyorlar ama gerçek aynen iddia ettiği gibi!
Mahrem bilgiler içeriden dışarı sızıyor.
Mehmet Baransu TSK’nın da artık kendisine çekidüzen vermesi için vaktin çoktan geldiğini, hatta gelip geçtiğini vurguluyor.
* * *
Bu köşeyi takip edenler bilirler. Ergenekon davası veya askerlerin soruşturulması ile ilgili gelişmelerde hukuksuzluklara isyan ederken TSK’dan bu kadar “sızıntı” olmasına da “TSK kevgire mi döndü!” mealli sözler ile tepki veriyorum. (Örn: 24 Aralık 2009 tarihli yazım.)
Benim görüşüm hep şu şekilde oldu:
Askeri cenahtan sızan bilgiler, bir merkezden yöneltilseler de, sonradan tahribata uğrasalar da, kaynak/kök/köken itibari ile büyük oranda gerçekler.
Mehmet Baransu yayınladığı belgelerin ardından üretilen ve “organize işleri” çağrıştıran “komplo teorileri”nin tamamen hayal mahsulü olduğunu, haberlerinin TSK’daki yanlışlardan/yolsuzluklardan/her şeyi biz biliriz/her yanlışı biz düzeltiriz mantığından bıkan muhbirlerin verdikleri bilgi ve belgelere dayandığı konusunda hayli ısrarlı ve iddialı.
Anladığım kadarı ile “gizlilik derecesi” çok yüksek “kozmik” bilgiler de kendisine aynı yöntemle ulaşıyor.
Gazetecilik ahlakı gereği Mehmet Baransu’nun cevabını aynı köşede yayınlıyorum.
Yazının Devamını Oku

Dış politikada büyük dönemeç: İran!

8 Nisan 2010
DÜN yazdım. ABD Dışişleri Komisyonu’nun aldığı “Ermeni soykırımı” ile ilgili tavsiye kararı ardından yaşananlar dış politikamızın cafcaflı sözler dışında hiçbir değişime uğramadığını gözler önüne açıkça serdi.

Batı’dan, Ermeni meselesinde veya herhangi bir şekilde salvo yediğimizde önce nasıl esip-gürlediğimizi, ardından da Bayan Clinton uyarınca, nasıl sesimizi kısıp “aklı selimin gerektirdiğini” yaptığımızı bir kez daha gözler önüne serdik.

Dış politikada değişen bir şey yok. Eski tas eski hamam!

Batı önce esip-gürleyeceğimizi, ardından da kuyruğumuzu kısıp yerli yerimize oturacağımızı yılların tecrübesi ile zaten biliyordu.

Ancak bu sefer bir kazancımız oldu. i) Komşularla sıfır sorun hedefinin, ii) oynak eksenli dış politika söyleminin, iii) ABD’den bağımsız tavır alma lafzının nasıl koca bir akademik tahayyül olduğu gözümüzün içine batırılarak hepimize öğretildi.

Yazının Devamını Oku

Dış politikada yeni ne var?

7 Nisan 2010
AHMET Davutoğlu fantastik akademik görüşleri ile Türk dış politikasında yenilikler yapıyormuş gibi ülkeyi epey zaman oyaladı.

Koskoca dış politika uzmanları da Türkiye’nin oynak eksenli-komşuları ile sıfır sorun hedefleyen-bağımsız görünümlü dış politikasını uzun süre birbirlerine muştuladılar. Benim gibi birkaç köşe yazarı ise bu fantastik görüşlerin reel politikada yeri olmadığını, eninde sonunda reel politikanın galebe çalacağını yazıp durdular.

Esasında, reel politika Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olması ile yeniden ABD’ye çıpalanmış ve eski yerine oturmuştu. Davutoğlu’nun deyişi ile, Obama döneminde ABD ile Türkiye’nin çıkarları ve öncelikleri hiç bu kadar uyumlu olmamıştı!

* * *

Yeni olan tek olgu Türkiye’nin Ortadoğu’daki emperyal hedeflerini tekrar tahayyül etmeye başlaması idi. Bu minvaldeki girişimler de Türkiye’ye ABD’nin hasımları olan İran, Irak, Suriye, Hamas, Hizbullah gibi ülke ve örgütler ile sıcak yaklaşımlar kurarak, ABD ile bu ülke ve örgütler arasında bazı aracılık görevleri yüklenmesini sağladı.

Yazının Devamını Oku

Mehmet Baransu söyleşisinin düşündürdükleri

6 Nisan 2010
TARAF’ın popüler gazetecisi Mehmet Baransu (Zaman-04.04.10) ile bir söyleşi yayınlandı. Son dönemde TSK’nın “içyüzünü ifşa” eden bir sürü haberde imzası olan Baransu’nun “habercilik” başarısını kimse inkâr edemez.

Ben de çok merak ettiğim Baransu’nun sorulara verdiği cevapları dikkatle okudum. Zaten, Baransu’nun haberlerinde dikkatimi çeken bir kaç husus söyleşide de ortaya çıkınca bu yazıyı yazmak istedim.

* * *

Mehmet Baransu, hakkında en çok merak edilen soruya şu şekilde cevap veriyor: “Belgeler niye hep size geliyor?”

“Ben Aksiyon Dergisi’nde çalışırken yolsuzluk haberleri yaptım. Bunların bazıları askerle ilgiliydi. Oradan tanıdıklarım var. Akaryakıt kaçakçılığını ilk kez yazan benim. Bufalo operasyonunu yazdım. Hastalıklı etleri Genelkurmay’a satıyorlardı. Oradan tanıdığım çok asker var. OHAL döneminde Güneydoğu’da gazeteci olarak bulundum. Birçok askerle tanıştım. Bunun ötesinde siz yazdıkça haber sizi buluyor. Gazeteyi buluyor. Bir kurum içerisinde hukuksuzluktan rahatsızlık duyan varsa ve bunun kamuoyu tarafından bilinmesini istiyorlarsa hangi medya grubu bunu yayınlıyorsa belgeleri oraya gönderiyorlar.”

Yazının Devamını Oku

Ruhuma bahar erken geldi

4 Nisan 2010
BU sene kış çok kasvetli geçti. Karanlık gökyüzü içimi de bol bol kararttı.

Herhangi bir somut sorunum olmadığı halde ruhum genellikle karabasanlarla doldu taştı. Karlı ve parlak kışlar keyiflidir. Bembeyaz örtü tabiatı güzelleştirir. Ama, karanlık suratlı, yağmurun yavaş yavaş adeta hatır için yağdığı ama yağmaktan hiç usanmadığı kışlar keyifsizdir. Bu kış keyifsizdi.

Galiba sonunda sıkılmaktan da sıkıldım ki, baharı erken çağırdım. Baktım, havanın doğru dürüst yapacağı bir şey yok, “Bari ben baharı ruhuma getireyim” dedim.

Çiçeğe kaçan üç-beş ağaç, araya sıkışmış güneşli birkaç saat görünce baharın geldiğine hükmettim ve “içimdeki ben” ile baş başa yeni baharın keyfini çıkarmaya başladım.

¡    ¡    ¡

Bir bebek görünce, hele hele o bebeği mümkün olur da koklarsam hayatın yeniden başladığına hükmederim. Sanki bebeğe emanet edilmiş ilahi bir tütsü bebekten yükselir ve beni en derin noktalarımda yakalar.

Bir bebek görünce, bir de ona dokununca nedensiz gülümsemeye başlarım. Bazen yolda yürürken iki-üç gün evvel sokakta bir çocuk arabasından bana bakan bebeğin görüntüsü zihnimde belirir, sokakta kendi kendime sırıtırım. Herhalde, o sırada karşımda bana doğru yürümekte olan hanımefendi hakkımda nahoş, beyefendi farklı ama o da nahoş düşünceler üretirler.

Ben aldırmam, inadına suratlarına gülümser geçerim.

¡    ¡    ¡

Yazının Devamını Oku

AKP bunu neden yapıyor?

1 Nisan 2010
SON iki gündür bu köşede AKP’nin son haliyle 3’ü geçici 29 maddeden oluşan “Anayasa Değişikliği Taslağı” paketini irdeledim. AKP’nin önünde son engel gördüğü yargıyı tamamen denetimi altına almayı, korkulu rüyası parti kapatma karabasanından kurtulmayı hedeflediği aşikâr olan taslak hak/hukuk kavramlarının fütursuzca etrafından dolanılarak hazırlanmış.
Ortada tek bir hedef var: AKP’nin sivil vesayetini pekiştirmek!
Taslak metinlerini inceleyince AKP’nin Anayasa Mahkemesi engeline takılmaktan zerre kadar çekinmediğni görüyorsunuz. Neden?
Bence AKP çok akıllı bir tavırla “win-win (kazan-kazan) stratejisi” uyguluyor da ondan!
* * *
AKP “itilmiş ile kakılmış”ın mağduriyet psikolojisini Venezüella’da Chavez’in partisi ile birlikte dünyada en iyi değerlendiren parti. Bu anlamda tarihte hiçbir Marksist parti bu kadar başarılı olamadı.
Milli Görüş geleneği “itilmiş ve kakılmış muhafazakârlar” ve “iten ve kakan mondenler” ayrımını yıllardır ustalıkla sürdürüyor. Kendisini her halükârda “itilmiş ve kakılmış muhafazakârlar”ın temsilcisi olarak kabul ettirmekte AKP çok başarılı. “Biz” ve “onlar” ayrışımını çok akıllıca körüklüyor.
2007’den beri işsizlik ve yolsuzluk “itilmiş ve kakılmış muhafazakârlar”ı beter acıtıyor ama kitleler kızmalarına, hatta belki de sövmelerine rağmen AKP’yi hâlâ varoşların temsilcisi olarak görmeye devam ediyorlar.
“Olsun, yine de o bizden!” diyerek AKP’yi canlarını sıkan konularda bile hoş görüyorlar. 
AKP ülkede artık çoğunluğu oluşturan varoşlarda rakipsiz!
Varoşlar hâlâ AKP’ye “yine de bizden birisi” olarak bakıyor.   
* * *
İsteyen istediği kadar görmezden gelsin. Türkiye’de demokrasiyi yaşatan çoğunluk “hukukun üstünlüğü” kavramı ile ilgilenmiyor. Onlar için hukuk zaten işleri düşünce mahkemelerde sürünmelerine neden olan can sıkıcı bir ceberut devlet aygıtı.
Yasamanın yargıyı denetimi almasından şikâyet edenler bağırdıkça varoşlar bunu “bir kalesini daha kaybetmekte olan ‘iten ve kakan mondenlerin’ beyhude feryadı” olarak görecek. “Hukuk elden gidiyor!” diye bağıranlar bu kitleye esasında “Demek ki bizimkiler kazanıyor!” mesajı veriyor.
Tıpkı, 1994’te karalamak için “Recep Tayyip Erdoğan imar izni olmayan evde oturuyor” diye bağıranların bu kitle tarafından “Demek ki o da bizden, o halde onu belediye başkanı yapalım!” diye anlaşılması gibi!
* * *
Yukarıda analizini yapmaya çalıştığım sosyo-siyasi yapıyı en iyi okuyan parti olarak AKP’nin “win-win stratejisi” şöyle:
1) Anayasa taslağını Anayasa Mahkemesi reddederse “itilmiş ve kakılmış muhafazakâr” çoğunluk bunu “Kalelerini kaybetmek istemeyen egemenler bir kez daha milletin iradesine sekte vurdular” diye algılayacak. Erken seçime yol açılacak.
2) Taslak referanduma giderse %50’nin üzerinde bir rakam “AKP’nin yargı üzerinde tahakküm kurması zaten bizim zaferimizdir” düşüncesiyle değişikliği destekleyecek.
3) Taslağın referandumda reddedilme riski %50’den düşük. Bu oranda bir risk de siyasette göze almaya değer. Daha doğrusu, Erdoğan’da o yürek var.
* * *
Dağıtım kavgası bitmeyen toplumlarda “hukuk devleti” arkadan gelir!
Yazının Devamını Oku

Taslak üzerine bir güzelleme; Sen sana pişir sen sana ye!

31 Mart 2010
DÜN Anayasa değişiklik paketi üzerine ve paketin referanduma sunulma ihtimaline itirazlarımı somut 8 madde ile sıraladım.

Yazımda 9. itiraz maddesi de vardı. Onu irdelemeyi bugüne bıraktım.

Son hali ile 3’ü geçici, 29 maddeden oluşan taslağın bir maddesi de parti kapatmayı zorlaştırıyor. Parti kapatma Türkiye’de zıvanadan çıkmış bir eylemdir ve zorlaştırılması elzemdir.

Ancak taslak, parti kapatmaya giden yolda kapatmanın muhatabını bizzat siyasi partilerin kendisi kılarak bir garabete yol açıyor.

Modele “Sen sana pişir sen sana ye!” (Kendin pişir kendi ye) modeli demek cuk oturuyor! Zira, Başsavcı bir parti kapatma davası açabilmek için TBMM’den izin almak zorunda!

¡   ¡   ¡

Taslağa göre TBMM’de grubu olan partiler 5’er kişilik Komisyon kuracaklar ve söz konusu parti hakkında dava açılabilmesi için bu Komisyon’un mutlak çoğunluk (2/3) ile karar vermesi gerekecek.

Örneğin, bugünkü hali ile TBMM’de grup kurmuş 4 parti var. Demek ki, Komisyon 20 üyeden (4X5) oluşacak. Parti hakkında dava açılabilmesi için 14 (2/3) oy gerekli!

¡   ¡   ¡

Yazının Devamını Oku