27 Nisan 2010
ANAYASA değişikliği tekliflerinden 3’üne benim de bir kısım insanlar gibi itirazım var. <br><br>Bugün itirazlarımı toplu bir şekilde özetlemeye çalışacağım.
* * *
Önce değişikliklerde olması gerekirken metinde olmayanlardan başlayalım:
1) CMK 250., 251., 252. maddeler hemen herkesin soruşturulmasını tek bir savcı kararına bağlamış iken AKP milletvekilleri hâlâ “dokunulmazlık” zırhına sığınıyor.
2) “Kürt açılımı” diye yeri göğü inleten Hükümet’in daha fazla özgürlük için Anayasa değişikliği yaparken Anayasa’ya “Kürt açılımı” ile ilgili (örneğin vatandaşlık tarifi, anadilde eğitim) herhangi bir “açılım” konulmuyor.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2010
HER şey karşıtını içinde taşır. Sevdiğine kavuşmak mutlulukların şahikasıdır. Ancak, her kavuşma anında ayrılığa dönüşür. Kavuştuğun an gün saymaya başlarsın.
Gençliğim nerede ise tamamen gurbette geçti. Hem de vatan ötesi, okyanus ötesi gurbet. Rahmetli anam hep hasret çekmekten şikâyet etti. Ne zaman ki İstanbul’a döndüm, 3 sene sonra Rahmet’e kavuştu. Bu sefer o gurbete gitmişti. Hem de bu kez toprak ötesi gurbet!
Belki de kavuşması olmayan tek ayrılık.
* * *
Herhalde, annem “Çocuklarından bulasın!” diye beddua etmiş ki, iki oğlum da liseyi bitirince evden uçtular. Gidiş o gidiş!
İkisi de vatan ötesi gurbette seneler geçirdiler. Birisi döndü. Şimdi başka şehirde ama vatan toprakları içinde. Küçüğü gurbete fena alıştı. Senelerdir okyanus ötesi gurbette.
Okyanus ötesi gurbetteki ile senede bir-iki kez bir araya geliriz.
* * *
Kavuşma ihtimali belirdiği andan itibaren içimi “kavuşma ihtimalinin önlenemez heyecanı” sarar. Oğlumla telefonda “Kavuşmamıza şu kadar zaman kaldı” diye gün sayarız.
Gün gelir kavuşuruz. Kavuşma oğlanın memleketinde ise yolculuk elim yüreğimde geçer. Hoş o geliyorsa, “Uçak salimen inecek mi!” diye kurarken yine elim yüreğimdedir. Karımla yolda kapışmadan yapamayız. O yolculuk sırasında her fırsatta vıdı vıdı etmemden bıkar, şikâyet eder.
Ben, ağız tadı ile yol boyunca endişelerime endişe katmaya bayılırım.
Bekâr oğlanın evini çok pis olduğu gerekçesi ile Neriman günlerce paklar. Eve yeni eşyalar alınır. Vasıl olduğumuz günden üç gün sonra eve yerleşiriz. Zaten, tatili kısa olduğu için üç gün sonra da Neriman görevinin başına döner.
* * *
Eren işten dönüp de baş başa kalınca, akşamları kaynatırız. Ben geçmişten laf açmaya bayılırım. “Keşke şöyle değil de böyle yapsaydık!” diye sohbet kurmak çok hoşuma gider. Oğlum bir müddet dinler, sonra sıkılır. “Sökülmüş gömleğin davası olmaz” mealli bir laf eder. Beni bugüne çağırır. Dünle kavga etmekten, yarına endişe duymaktan kurtulamayan ruhum bir türlü “an” içinde eriyip huzuru yakalayamaz. Ne zaman aklım “an”a uzanır, laf tükenmiş, gün devrilmiştir.
Ama yatağa girdiğimde ağzımda oğlumla sohbet etmiş olmanın rayihası vardır.
* * *
Bir de bakarım, şu kadar gün aşılıp geçilmiş, ayrılık vakti kapıya bilmem kaçıncı kez dayanmıştır. İçimi yeniden bir hüzün kaplar.
O “an”ın geleceğini ve havaalanının “yolcu giriş” kapısında utancımdan doyamadan yarım yamalak sarılacağımı, kapıda ona son bir kez daha bakacağımı, sonra onu kalabalık arasında yitireceğimi çok iyi bilirim. O sahneyi defalarca yaşamışımdır.
Sağ elimi yumruk yapacağım ve sol elimle gözlüğümü alnıma doğru kaldırıp gözlerimi sağ elimin tersi ile sileceğim. Sonra da ana öğretisi, “Allah hep böyle ayrılık versin!” deyip kendimi avutacağım.
* * *
Sevdiğine kavuşmak çok güzel.
Ardından ayrılık gelmese!
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2010
BU haftaki 3 yazım da “cukka liberaller” etrafında şekillendi.
Evvelsi gün yandaş gazeteci Hüsnü Mahalli’nin bile kendilerinden nasıl yakındığını, dün de savundukları muhayyel “Kürt Açılımı”na nihayetinde nasıl karşı çıkmak zorunda kaldıklarını yazdım.
Bugün de “Balyoz Davası” ile ilgili olarak Çetin Doğan’ın damadı Prof. Dr. Dani Rodrik ile Devrim Sevimay’ın Milliyet’te yaptığı söyleşiden (19-20 Nisan 2010) alıntılar yapacağım.
Dani Rodrik benim okuduklarım arasında Gareth Jenkins’ten sonra iddianameler hakkında en somut, en nesnel eleştirileri yapan kişi. Galiba, iddianameler hakkında onları okuduktan sonra fikir beyan eden kişiler de sadece bu insanlar.
Dani Rodrik maddi gerekçelerle “cukka liberaller”i eleştiriyor:
“Bir örnek vereyim: 1. Ordu Askeri Savcılığı’nın bilirkişi raporu bir şekilde sızdırılıp, Balyoz iddialarını doğruladığı üzerine medyada haber yapıldı. Bunun üzerine Askeri Savcılık bir açıklama yapıp bu haberleri yalanladı... Buna rağmen aralarında liberallerin de olduğu birçok yazar kesin bir dille yalanlanmış bulunan “Askeri savcılık darbe planını doğruladı” iddiasını yazmaya devam etti. Kendilerine çelişkiyi belirtmek üzere yazdım. Bir tanesi bile kabullenme ve düzeltme yapma ihtiyacı hissetmedi.”
Rodrik ayrıca iddia ediyor ki:
“Hasan Cemal’
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2010
SON adını tam bilmiyorum ama toplumda “Kürt Açılımı” olarak yerleşen “açılım” açmadan soldu. Ancak, yine de Başbakan arada bir “yarenleri” toplayıp, “Bak ne güzel açılıyor” dedirtmekte ısrar ediyor.
Açmadan solan gül sonunda insanlara seviyesizce birbirine saldırma güdüsü bile aşıladı ama bugüne dek onu ne gören oldu, ne de hakkında dedikodu niyetine iki sözcük duyan!
Koskoca Kürt(çü) aydınlar(ı) Başbakan TBMM’de “açılım” üzerine konuşurken hüngür hüngür ağladılar ama döktükleri gözyaşları nihayetinde sevinç değil, hüsran getirdi. Yaşlı amcalar “Bu da aldattı!” diyerek makûs talihimizin ortak güftesi “Yok aslında birbirimizden farkımız” sözlerini terennüm ettiler.
* * *
Salı günkü yazımda Hükümetin temel konularda katiyen tutarlı politikalar geliştirmeden tutarlı politikaları varmış gibi davranmasında “cukka liberallerin” oynadığı mümtaz rolden bahsettim. Yargımı dile getirdim:
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2010
KAÇ senedir Hükümet’le ilgili en temel gözlemim temel konularda katiyen tutarlı politikalar geliştir(e)memesi ama tutarlı politikaları varmış gibi davranmasıdır. Nerede ise 8 yıldır uluslararası etkin çevrelere ve genellikle Milli Görüş kökenli muhafazakâr tabanına mavi boncuk dağıtmayı hüner sayan bir Hükümetimiz var.
Ancak, mavi boncuk politikasına hizmet eden büyük bir başarısını inkâr edemeyiz:
Hükümet “Türk aydını”nın kaç paralık aydın olduğunu doğru çözmüştür. “Türk aydını”nın zaaflarını geçmiş hükümetler de kullanırlardı ama hiçbiri bu Hükümet kadar başarılı olamadı.
Sözüm İslamcı gelenekten gelen ve hâlâ 10 sene evvel giydiği ceketi giyenlere değil. Sözüm zamanında pratik çalışmalar ile Marksist olan, 80’li yıllarda Marksizm gözden düşmeye başlayınca kulaktan dolma bilgilerle liberalliğe devşirilen, “üç günlük dünyanın” tadını tattıktan sonra da “Para nerede ben oradayım!” şiarı ile “Gelen ağam giden paşam” politikalarını benimseyen “cukka liberalleri”nedir.
2002 senesinde iktidar olana kadar Recep Tayyip Erdoğan’dan öcüden korkan veletler gibi kaçan anlı şanlı Prof.’lar, duayen gazeteciler, mahdumlar, sonradan yetme taifesi, vb. küçük çıkarlar uğruna Hükümet’i son dönemde cansiperane savunmaya başladılar. Bunların çoğu, zannedilenin aksine, büyük ödemelerden ziyade Hazine’den (TMSF) ufak transfer paraları aldılar, Hükümetçi TV’lere, gazetelere sığındılar, hiç seyredilmeyen “devlet” (Cine-5) kanallarında program yaptılar, TRT’nin attığı ufak yemlere razı oldular. Kimileri de refikalarını belirli mevkilere getirerek paylarını aldı.
* * *
Suriye asıllı bir gazeteci var: Hüsnü Mahalli! Son 5 yıldır Akşam’da yazıyor. Hüsnü Mahalli benim gözümde tipik bir yandaş gazetecidir. Daha ötesi, yıllardır “AKP politikalarını” Arap ülkelerinin çıkarları doğrultusunda etkilemeye çalışır. Ama, “yalaka” olduğunu hiç düşünmedim. Bence o da, bazı İslamcı gazeteciler gibi, Türkiye’nin Ortadoğu’da çıpalamasını arzu eder, bu yönde fikir üretir.
Bakın, Hükümet yandaşı Hüsnü Mahalli bile “yalakalar” hakkında neler yazıyor. (Akşam-17 Nisan 2010):
“(1 Mart tezkeresi dönemi-CÜ) O sıralar ben AK Parti hükümetinin dış politikasını desteklerken, bazı ‘liberal demokrat gazeteci ve aydınlar’ bu politikalar ile alay ediyor, dalga geçiyor ve hakaret ediyordu. Bugünse bu kişilerin bazıları AK Parti’nin tüm politikalarına ‘arka çıkıyor’ ve karşılığında çok büyük maddi ve manevi çıkar sağlıyor.”
Kim(ler)i kastettiğini çözdünüz, değil mi?
* * *
Mahalli birçok Arap basın-yayın organının Türkiye muhabiri olmasına rağmen Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Arap ülkeleri dahil, gezilerine bile davet edilmediğini söylüyor.
Hüsnü Mahalli kendisinden ayırt ettiği yalaka yazarları şu sözlerle suçluyor:
“... Ben geçen süre içinde başta TRT olmak üzere hükümet yanlısı ya da moda deyimi ile yandaş basın-yayın organlarının hiçbiri ile parasal çıkar ilişkisi içinde olmadım... Yani başkalarının yaptığı gibi televizyonlara pahalı program yapmadım ve bildik kişiler gibi büyük transfer, maaş ve ikramiyeler karşılığında bu gazetelerde köşe yazarlığı yapmadım.”
Bunları yazan bir Hükümet muhalifi değil!
Hükümet’in açık yandaşı Hüsnü Mahalli’nin bu sözleri acaba yalakalarda ne gibi bir etki yapmıştır?
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2010
İKİ hafta önce bir yazı (“Ruhuma Bahar Erken Geldi”-4 Nisan 2010) yazdım. Adı üzerinde ruhuma baharı çağırdım. O yazıda fiziksel değil, ruhi yaşın öneminden, asıl olanın “an” olduğundan, her gördüğüm bebek ile yeniden doğduğumdan dem vurdum. Bir dostum var. Tıp profesörü. Bir bilim adamında olması gereken bütün hasletler kendisinde var. Ağabey, kardeş harika çocuklar olarak yetiştiler. İkisinin de doğal yetenekleri çok üstün. Ama onlar “emeğin” katma değerini bildikleri için Allah vergisi zekâlarına hiçbir zaman güvenmediler.
Tıp profesörü olan ufak kardeş bilimi ile irfanı ile Türkiye’de dalında en önde gelen isimlerden birisi. Kendisine güvenim sonsuzdur. Uzmanlık dalı dışında konularda bile ona danışırım. Kısacası, tıp bilimi ile ilgili her alanda kendisine başvururum. O ise, bana ilgili uzmanları tavsiye eder. Uzmanlığa saygısı sonsuzdur. Vesveseli ruhumda sık sık kopan uyduruk fırtınalara ise bıkmadan usanmadan cevap yetiştirir. Ancak, bir huyu zorludur. Lafını hiç esirgemez. Sağlık konusunda katiyen pazarlığa gelmez.
* * *
Son telefon konuşmamızda lafı “Ruhuma Bahar Erken Geldi” başlıklı yazıma getirdi. Birden sordu:
- Yazındaki gibi yeniden doğmuş gibi olmak istiyor musun?
Yüreğim ağzıma geldi. Âlim adamlar mucizelerle iç içe yaşarlar. Herhalde, bana ilim-irfanının vardığı son noktadan bir gül atacak diye heveslendim.
Büyük bir heyecanla:
- Tabii dedim.
- O halde, 20 kilo vereceksin!
Kendisinden 20 senedir duymakta olduğum sözü bir kez daha duyunca, Milli Piyango’da bilmem kaçıncı defa son rakam tutmadığı için büyük ikramiyeyi kaybeden insan gibi mosmor kesildim.
Mucizeye telefonun ahizesi kadar yanaşmış ama yine senelerdir duyduğum aynı sözleri duymuştum.
Benim ondan beklediğim:
- Elini iki bacağının arasına tersten sok, elini öne doğru uzat ve üstüne işe. Elini yıkamadan yat, ertesi sabah 20 yaşında uyanacaksın, türünden uygulaması kolay bir mucize idi.
O geçen yazdan beri 8 kilo zayıflamış olmamı bile bir “Aferin!” ile ödüllendirmediği gibi 20 senedir aynı lafı söylüyordu. “Allah’ım şu tıp bilimi 20 senedir zayıflamadan gençleşmenin sırrını bulamadıysa ne işe yarıyor!” diye ahizeye bağırmak istedim ama maçam yemedi. “Hocam” bana her daim lazımdı.
Hızını alamadı:
- Karaciğer enzimlerinde düzelme var ama alkol zinhar ağzına değmeyecek.
Bunlar sanki anlaşmışlar. Şeker uzmanı hocam da aynı şeyi söylemişti.
Tıp bilimi senelerdir evire çevire aynı lafı tekrarlıyordu!
* * *
20 kilo vermek için en az 8-10 ay bir şey yemeyeceksin. Alkole ağzını sürmeyeceksin. Gece hayatına katiyen karışmayacaksın. İşte o zaman yeninden doğmuş gibi olacaksın.
Hocam haklıydı. Bebekler abur cubur yemezler, alkolü tanımazlar ve gece hayatı deyince uykudan başka eğlence bilmezler.
Ben ruhuma bahar geldi derken neyi kastediyordum, Hocam ne anlıyordu.
Allah’tan kardiyoloğum tansiyonun değişkenlik göstermesinin normal olduğunu, öyle her tansiyonum yükseldiğinde kendime “tansiyon hastası” muamelesi yapmamam gerektiğini söylemişti de, “tansiyon”dan yırtmıştım.
Ben “yeni bahar” derken hem aklım işvette, hem gönlüm cennette olsun istiyordum. Tıp biliminden bu konuda yardım umuyordum.
Hocam ise telefonun öbür ucunda:
- Birisinden birisini seç, diyordu.
Benim “yeniden doğuşum” başka bahara kaldı!
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2010
BAŞKAN Obama New York Times’a geçen hafta verdiği demeçte İran’a uygulanacak yaptırımları ilkbaharda hayata geçirmeyi planladığını duyurmuştu.
Bunun için BM-Güvenlik Konseyi ’nden karar almayı tasarladığı açık. Yakın zamana kadar BM-Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırım uygulanması için alınacak karara iki devletin muhalefet etmesi bekleniyordu: Rusya ve Çin!Obama Nükleer Güvenlik Zirvesi öncesi Rusya’yı hem nükleer silahlanma konusunda karşılıklı taviz verme, hem de İran’a yatırım uygulama konusunda ikna etti. Ortada tek önemli muhalif Çin kalmıştı.Görünen odur ki Obama Zirve sırasında yaptığı ikili görüşme sırasında Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’dan da bazı destek sözleri aldı. Sadece birkaç hafta öncesine dek İran’a yaptırımlar uygulanmasını tartışmaya bile açmayan Çin bu kez İran’a uygulanacak “yaptırımlar paketi”ni tartışmak üzere bazı sözler verdi. Çin’in İran’a yaptırım uygulama konusunda isteksizliğinin en büyük nedeni olarak petrol ihtiyacının %12’sini İran’dan karşılaması gösteriliyor. Obama, İran konusunda işbirliği yaparsa, başka ülkelerin Çin’e petrol ihraç etmesi için özel gayret gösterecekmiş. Gözüken o ki, Çin açık söz vermese de İran’a yaptırımlar konusunda bu kez ABD’ye daha fazla yaklaşmış durumda. Erdoğan ile Obama Salı günü görüştüler. Görüşme öncesi Zirve’de bir konuşma yapan Başbakan Erdoğan, “Nükleer programlara ilişkin meselelerin ancak diyalog, angajman ve diplomasi yoluyla çözülebileceği yönündeki tezimiz de halen geçerlidir” dedi.Öte yanda Başkan Obama zirveye katılan ülkelerden 4 yıl içinde ellerindeki tüm nükleer materyalleri tam güvenlik altına almayı garanti etmelerini ve ayrıca İran’a uygulanacak yaptırımlar konusunda tam bir işbirliği göstermelerini istiyor.Resmi açıklamalara göre, Başbakan ile Obama arasındaki görüşmede Ermenistan ve İran başta olmak üzere birçok konunun ele alınmış, Erdoğan Obama’ya Türkiye’nin Kafkasya ve Ortadoğu’da barışın tesisi için yaptığı çalışmaları aktarmış.Başbakan Erdoğan, ayrıca Obama’ya İran’ın nükleer programı konusundaki görüşlerini de iletmiş. Obama da Türkiye’nin diplomasi ve barışa yönelik çalışmalarını takdirle izlediklerini ancak çözüme ulaşmak ve ilerleme kaydetmek için bu konuda Türkiye’nin devrede kalarak yapıcı katkısını sürdürmesini istemiş. Öte yanda Davutoğlu ve Clinton görüşmelere devam ediyorlar. Onların görüşmesi daha çok Türk-Ermeni ilişkilerinin normalleşmesi süreci üzerine odaklanıyor. İddialara göre, Minsk süreci çerçevesinde Yukarı Karabağ meselesinin çözümü de Dış İşleri Bakanları toplantılarında ele alınıyor.Alınacak somut neticeleri bu bahar göreceğiz.AKP iktidarı 2002’den beri en zorlu yol ayrımlarından birisinin kavşak noktasında. Bugüne dek oynak merkezli dış politika ABD çıkarları ile doğrudan çatışmıyordu. Hatta Ortadoğu’da Türkiye’ye hasımları ile temas kurdurduğu için ABD’ye yardımcı da oluyordu.Ancak galiba şimdi çatışıyor.Bakalım görelim, oynak merkezli dış politika gerçekten ABD’den bağımsız mı?Bu konuda son kararı vermeden önce bizimkiler Çinlilere de danışabilirler!
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2010
WASHINGTON’da toplanan Nükleer Güvenlik Zirvesi bizi: i) İran’a karşı alınabilecek olası tedbirler karşında Türkiye’nin iki arada bir derede kalma ihtimali ve ii) Ermenistan ve ABD ile 24 Nisan öncesi yapılacak son pazarlıklara olanak sağlaması açısından ilgilendiriyor ama Zirve ile ilgili olarak dünya işin özüne yoğunlaşıyor. Ben bugün özellikle ev sahibi ülke (ABD) Nükleer Güvenlik Zirvesi’ne ne anlam veriyor, onu irdelemeye çalışacağım. Perşembe günü de Zirve’yi Türkiye açısından ele alacağım.
* * *
ABD ve Rusya’nın silah depolarında bulunan 20.000 üzerinde nükleer silah dışında bütün dünyada kabaca 120.000 atom bombası yapabilecek 2.100 ton
malzemenin bulunduğu hesaplanıyor. Her bir bomba da tek bir bavula sığabiliyor. Tehdit çok büyük!
Ancak, nükleer silah üretme konusunda hiçbir kısıt/kural tanımadıklarına inanılan, bunun için de Zirve’ye davet edilmeyen İran, Kuzey Kore, Suriye öncelikle
korkulan unsurlar değil.
11 Eylül sonrası “korku”nun merkezinde terörist örgütlerin bir gün nükleer silah satın alabilme veya çalabilme ihtimali yatıyor. Zirvenin toplanmasının esas nedeni de bugüne dek bu konuda ciddi hiçbir şeyin yapılmamış olması.
Başkan Obama’nın açıkladığına göre işin özü, ABD’nin karşı karşıya olduğu en büyük tehdidin bir terörist örgütün günün birinde nükleer silah sahibi olmasıdır.
* * *
Bu açıdan bakıldığında Zirve’de merkeze oturan iki ülke önce Pakistan, sonra Hindistan oluyor.
Pakistan bir yandan elindeki silah ve nükleer araştırma merkezlerinin El Kaide ve Taliban’a karşı savunmasız kalmaması için mücadele verirken öte yanda nükleer silah yapımını güçlendirecek yakıt depolarının sayısını ve gücünü artırmaya çalışıyor.
Ancak, bütün dünya biliyor ki, hem El Kaide, hem Taliban Pakistan’ın nükleer merkezlerine sızmak için pusuda yatmış bekliyorlar.
Pakistan ısrarla Hindistan karşısında nükleer gücünü artırması gerektiğini savunuyor. Zira, Bush döneminde ABD ile Hindistan arasında imzalanan nükleer anlaşma ile iki ülke arasındaki uzun ömürlü moratoryuma son verildi ve ABD, Hindistan’a nükleer silah üretimi için büyük ihtiyaç duyduğu yakıt ve teknolojiyi temin etmeye başladı.
Zirve başlamadan bir gün önce Başkan Obama hem Pakistan, hem de Hindistan liderleri ile özel toplantı yaptı.
* * *
ABD’nin kendi dışında 46 ülkeyi davet ettiği Zirve’de dünyada nükleer silah üretiminde hassas bir denge kurma konusu etrafında Obama’nın diplomatik hüneri test edilecek. Bu konuda göstereceği başarı uluslararası arenada kendisine büyük prestij sağlayacak. Ancak, bu başarıyı sağlarken Başkan’ın ülkesindeki şahinleri de ABD’nin güvenliğinden taviz vermediğine dair ikna etmiş olması gerekiyor.
* * *
Nükleer Güvenlik Zirvesi 1945’te Franklin D. Roosevelt’in dünya liderlerini San Francisco’da toplamasından beri ABD’nin tertip ettiği en büyük zirve.
Roosevelt zirveden iki hafta önce vefat etmişti ama o zirve bugünkü Birleşmiş Milletler’i doğurmuştu.
Başkan Obama da dünyayı nükleer tehditten kurtarmak uğruna her yıl 1 milyar dolar ayıracağını seçimlerden evvel duyurarak “bu davaya” baş koyduğunu ilan etmişti!
Bakalım, Obama bir Roosevelt mi, yaşayıp göreceğiz!
Yazının Devamını Oku