6 Ekim 2004
<B>ADALETE </B>teslim edilen <B>Çatlı'nın Çantası </B>Pandora'nın kutusu gibi bir şey. İçinde ne olduğunu merak ediyoruz. Çantada bulunduğu söylenen fotoğraflarda görüldüğü üzere; Çatlı ile ‘tesadüfen’ fotoğraf çektirmiş olan emekli komutanlar çantadan çıkan en anlamlı belgeler.
Şimdi Susurluk Kazası çevresinde ortaya dökülen bilgiler ile ilgili olarak ikinci evreyi yaşıyoruz.
İlk evre ‘Bu işlerle devletin alakası yok’ mealli açıklamaların egemen olduğu bir evre idi.
İkinci evrede ‘biz onları (eski ülkücüleri) kullandığımızda temiz idiler, sonradan bozuldular’ mealli açıklamaların egemen olduğu bir evreye girdik.
Bu açıklamalara göre devlet Çatlı'ları, Çakıcı'ları kullanıyor ama onlar sonradan zıvanadan çıkıp kötü yola düşüyorlar.
Yoksa başta temiz çocuklar!
* * *
İkinci evrede ifade edilen ters mantığa en doğru cevabı 03.10.2004 tarihinde Sabah Gazetesi'nde yazdığı ‘Tersten Tarih’ başlıklı yazısı ile Umur Talu verdi.
Talu belgeliyor ki:
‘Kafa karıştırıcı, tarihi, kronolojiyi altüst edici beyanlara karşın, ‘olay sıralaması’ şudur. (İstanbul DGM Başsavcılığı, 30 Ocak 1997, Fezleke):
‘Abdullah Çatlı; 27.1.1977 tarihinde polise ateş açmaktan arandığı;
11.7.1978’de Ankara’da Doçent Bedrettin Cömert’in öldürülmesi olayının faili olarak hakkında gıyabi tutuklama kararı verildiği;
9.10.1978 tarihinde Ankara Bahçelievler’de 7 TİP üyesinin öldürülmesiyle ilgili olarak gıyabi tevkif müzekkeresi ile arandığı'...’
12 Eylül sonrası devlet ‘çocukları’ kullanmaya karar verdiğinde, örneğin Abdullah Çatlı, devletin aradığı bir zanlı imiş.
Devlet bir yandan arıyor, bir yandan kullanıyormuş!
* * *
Radikal Gazatesi'nde 26.08.2004 tarihinde yazdığı özlü yazıda Avni Özgürel MHP'nin 12 Eylül sonrası nasıl partililerin elinden alınıp devlet tarafından kullanıldığını yazdı.
Ben de 30.08.2004 tarihinde yazdığım yazıda Kenan Evren'in 1982 yılında Abdullah Çatlı ile görüşüp görüşmediğini sormuştum.
Kenan Evren soruyu kendisine yönlendiren gazeteciye:
‘Ben görüşmedim. MİT'te çalışan kızım görüşmüş olabilir ama benim haberim yok’ mealli bir cevap vermişti.
* * *
Bu cevabı ile Evren kendisini aklıyordu ama aynı zamanda:
MİT'in aranan bir zanlı ile devletin yetkili organlarının haberi ve izni olmadan, kendi kendine karar vererek, hatta belki de Adalet Bakanlığı zanlıyı hálá arıyor iken görüştüğünü ima ediyordu.
- O dönemde Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren aynı zamanda MGK'nın başkanıdır!
Sanırım; şapkalar adım adım düştükçe bir dönemin ‘kel’ini açık seçik görmeye başlayacağız.
Gözüken her kel Türkiye'nin şeffaflığa ne kadar yaklaştığının resmidir.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2004
<B>AB sürecinde</B>, bu kulübe üye olabilmek için,<B> </B>‘asıl eksiğimiz zihniyet farkıdır’ diye haykırıp duruyorum. Aramızdaki fark da ifadesi basit ama arada bir uçurum barındıracak kadar geniş: <br><br><B>Tek doğrululuk/çoklu doğrululuk!</B> Daha önce de yazdım:
‘Farklılıkların bir arada yaşama projesine kendi doğrusunu hálá ‘tek’ ilan ederek duhul olmaya çalışan cahil zihniyet; ister Kuran’a, ister Atatürk’e sığınsın; farkılılıkları hazmedecek bir analiz sistematiği yaratamaz, sadece doğru kabul ettiği şablonunu hatim eder, durur.’
İslamcı aydın geçinen bazı insanların tavırlarına dair de geçmiş yazılarda örnekler verdim. Ancak, kendi şablonunun dışına çıkma çabalarının da var olduğunu teslim etmek noktasından hareketle, İstanbul’da dün başlayan bir sempozyuma dikkati çekerek, ‘Türkiye’nin Görevi: Said Nursi’yi Anlamak/Anlatmak’ başlıklı bir yazı yayınladım. Yazının özü tek-adamcı İsmet İnönü aklı ile dışlanan bir İslami mütefekkirin daha 20. yüzyıl başında İslam’ı moderniteye taşıma gayretlerinin ‘İslam Batı’ya nasıl yaklaşır?’ sorusu için tutacağı ışığa dikkati çekmekti. Vay sen misin bu yazıyı yazan!
Bu sefer tek-doğrucu Kemalist bağnazlar çıktılar ortaya!
* * *
Bana e-posta gönderen sözüm ona Kemalistler tek bir ortak sesi dillendirdiler.
‘Ama Atatürk daha üstün bir insan, demek ki sen Atatürk’e hakaret ettin!’
İşte benim ısrarla vurguladığım alaturka tek-doğrulu düşünce sistematiği!
Misal olarak, ben diyorum ki:
- Süreyya Ayhan çok iyi bir atlet!
Cevap geliyor:
- Ama Hakan Şükür daha iyi bir futbolcu!
Benim yazıyı yazarken aklımda dahi olmayan bir mukayese ön plana çıkıyor.
Tıpkı, liberal demokrasinin Batı medeniyet çığrındaki önemini yazdığım yazıma ‘ama İslam medeniyeti de çok üstün’, diye cevap veren sığ İslamcı gibi, sözüm ona Kemalist mantıkta aklın kullandığı en kolay metot olan ‘biz ve onlar’ sığlığında mukayase ile cevap yetiştiriyor. Birisine ‘meseleleri sadece ilahiyat geleneği ile kavrıyor’ diye yazınca o hemen ‘ilahiyata hakaret ediyorsun!’ diye bir tabunun ardına sığınıyor, ‘Türkiye Said Nursi’yi anlamalı’ diye yazınca diğeri başka bir tabunun ardına kaçıyor:
-Vay sen Atatürk’e hakaret ettin!
* * *
İslam’ın demokrasiye en yakın duran versiyonunu dahi şablonuna uymadığı için dışlayan zihniyet ile AB’ye giden yolda liberaller AKP’den ellerini çeksinler diye düşünen zihniyet arasında ne fark var ki?
Hiç yok!
İkisi de tek-doğrucu, doğru zannettiği ise beynine sığdırılmış basit bir şablon olan; hayatı sadece kendi şablonu zanneden, karşı tarafı rakip değil hasım olarak gören, bir arada yaşamaya katiyen razı olmayan, sıkıştığı anda da kendini müdafaa etmek yerine ona ezberletilen kültün ardına sığınan normal yurdum insanı!
‘Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz yine de AB’ye giden yolda diğerinin çanına ot tıkayacağız!’
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2004
<B>BU </B>köşede ısrarla Türk insanının <B>zihniyet haritasının</B> AB’ye hazır olmadığını yazıyorum. Türkiye’de gerek İslamcı, gerek Kemalist geleneğin tek-doğru formasyonundan kopmadan çoklu-doğru formasyonuna geçemeyeceğini iddia ediyorum.
Farklılıkların bir arada yaşama projesine kendi doğrusunu hálá ‘tek’ ilan ederek duhul olmaya çalışan cahil zihniyet; ister Kuran’a, ister Atatürk’e sığınsın; farkılılıkları hazmedecek bir analiz sistematiği yaratamaz, sadece doğru kabul ettiği şablonunu hatmeder durur.
* * *
1999’da yazdığım ‘21. Yüzyılda Küreselleşme ve Türkiye Perspektifi’- Siyaset üzerine bir tez (Timaş Yayınları) isimli kitapta 21. yüzyılda Türkiye’nin İslam ve Batı medeniyet çığırları arasında yapıştırıcı olacağını ve bu yönü ile 21. yüzyılı belirleyeceğini yazarken her iki kesimden de benimle bol bol alay eden insan çıkmıştı.
ABD’deki bir konferansta ‘peki İslam’la uzlaşma, bir arada yaşama yolunu nerede arayalım?’ sorusuna da şu cevabı vermiştim.
-Said Nursi ve Nur Hareketi!
* * *
Said Nursi, muhakkak ki tüm faniler gibi hata ve eksiklerle doludur. Onun ilahiyatçı yönü ile ilgili kelam etmem benim ihtisas alanımı aşar. Ancak, siyaset bilimi, eğitim ve ekonomi açısından bakıldığında, açıkça iddia ediyorum ki; Said Nursi bu topraklarada yetişmiş en önemli mütefekkirlerden birisidir.
‘Benim doğrum senin doğrunu döver’ mealli kavgalarla ‘yok saymaya’ çalışılan ama uluslararası fikir dünyasında devamlı irdelenen bu düşünür hakkında sadece yurtdışında 1000’e yakın makale yazılmıştır.
Neden?
Zira, diğer çalışmaları yanında, bana göre Nursi dünyaya ve Müslümanlığa siyaset/eğiitim/ekonomi alanında 3 önemli katkıda bulunmuştur:
1) İslam’ın fizik, kimya, biyoloji gibi müspet bilimlerle bezenmeden 1. lige çıkamayacağını açıkça yazmıştır.
2) Muhteşem bir Weberian yaklaşımla, tıpkı Protestanlığın kapitalizme uyum göstermesi çabaları gibi, o da para kazanmanın, istihdam yaratmanın, iş kurmanın, verimli çalışmanın ibadet kadar önemli olduğunu daha 1900’lerin başında Müslüman bir ülkede ifade etmiştir.
3) Düşmanın katiyen başka dinler olmadığını söylemiş, tersine semavi dinlerin ortak düşmana karşı işbirliğini önermiştir.
Nursi, 20. yüzyılın başında yeni bir düşman konsepti geliştirmiş ‘bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır’ demiştir. ‘Bu düşmanlara karşı marifet, sanat ve ittifak silahlarıyla cihad edeceğiz’ diye ilan etmiştir.
* * *
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından 3-5 Ekim 2004 tarihlerinde İstanbul’da (Lütfi Kırdar ve Kaya Ramada Plaza-Beylikdüzü) gerçekleştirilecek olan, tüm dünyadan 80’e yakın bilim ve fikir adamının katılacağı ve Nursi’nin fikirlerinin etrafında tartışılacak‘Çok Kültürlü Bir Dünyada İmanlı, Anlamlı ve Barış İçinde Yaşama Pratiği’ konulu sempozyumun ön yargıdan uzak ve başlıkta önerilen görev tarifi içinde takip edilmesini herkese tavsiye eder, medyayı bu sempozyuma duyarlılık göstermeye davet ederim.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2004
<B>BİRKAÇ </B>gündür bu köşede; Türkiye’nin hukuki yapısını tamamen <B>Kopenhag Kriterleri</B>’ne uydursa dahi, <B>zihin haritasını </B>değiştirmedikçe,<B> kulübün </B>eninde<B> </B>sonunda<B> </B>üyesi bile olsa, <B>parçası</B> olamayacağını yazıyorum. Kopenhag Kriterleri şablona/ezbere değil akıl kullanma önkabulüne dayandığı halde zihin haritası ‘tek doğru’ iddiası ile ya İslamcılık ya da Jakobenlik’le şekillendirilmiş insanlarımızın; üyesi olmaya heveslendikleri veya üyesi olmamak için direndikleri ‘şey’i zerre kadar anlamadıklarını her geçen gün bir kez daha görüyorum.
* * *
Bugün muhafazakár demokrat kavramının AKP’de nasıl bir ikilem yarattığını vurgulamaya çalışacağım.
Bana göre ‘Müslüman demokrat’ deyiminden ürktükleri için AKP’lilerin siyasi jargona hediye ettikleri ‘muhafazakár demokrat’ terimi, partinin yer yer öykündüğü (AB) ile zihin haritasını şekillendiren ideoloji (İslamcı dünya algılaması) arasındaki yamuk ilişkinin en güzel örneklerinden birisi.
* * *
Bu çelişkinin ilk bariz örneği TCK’ya ‘zina suçtur’ maddesini kakalama sürecinde ortaya çıktı.
Liberal demokrat süreçte tarif edilen suç (laik hukuk) ile dini kavrayış ile şekillenen günah (ilahi hukuk) arasındaki farkı bazı AKP’liler göremediler.
* * *
AKP’de bir kanadın dünyaya hálá bir gözü ‘kalk gidelim’, diğer gözü ‘halt etme, otur oturduğun yerde’ diyen şaşının gözüyle baktığı şu haberde gizli:
‘Milli Görüş kökenli bazı AKP milletvekilleri, Kızılcahamam kampında Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Aydın’a, ‘Türkiye AB’ye girince Müslümanlığımızdan vaz mı geçeceğiz?’ sorusunu yönelttiler...’ (Hürriyet-29.09.2004.)
* * *
Hayata; aldığı ilahiyatçı terbiye dışında bakamayan Ahmet Taşgetiren (Yeni Şafak-28.09.2004.) de bahsettiğim ikilemin tam ortasına düşüyor:
‘...Liberaller, kendi çizgilerini AK Parti’ye giydirmeyi düşünmek yerine, halktan oy alarak etkinlik kazanmaya yönelen ayrı bir siyasi yapılanmayı tercih etseler, belki de Türk siyasi hayatı açısından daha sağlıklı bir siyasal oluşum gerçekleşmiş olacak...’
‘...Liberal demokrat çizgi, Cem Boyner (...) ile binde 48 oy almıştı... LDP olarak (...) da binde 28... İster siyasi felsefe deyin, ister kadro, seçimlerin bir anlamı varsa, liberal çizginin Türkiye’de karşılığı buydu.’
Bir insan bir meseleyi anlamadığını bu kadar net, bu kadar duru ancak böyle anlatabilir.
Muhafazakárlığın bir yaşam biçimi, liberal demokrasinin ise bir siyasi-ekonomik rejim biçimi olduğunu, eksiği gediği ile Özal’ın da bir liberal olduğunu, Erbakan’ın da iktidardaki ilk genel kurulunda Adil Düzen safsatasından liberal demokrat ‘serbest piyasa ekonomisi’ne geçtiğini, AKP’nin oylarını liberal demokrat söylemle artırdığını, programını -söylemini değil- tamamen liberal demokrat ilkelere dayandırdığını, liberal demokrasinin Marksizm’le birlikte 200 yıllık Batı medeniyet çığrının belkemiği olduğunu, hiç ama hiç anlamamış.
Taşgetiren ağabeylerinin peşinden giden AKP’lilere soruyorum:
Sizi var eden/değiştiren felsefenin ne olduğunu henüz hazmedemediniz mi?
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2004
<B>ZİNA tartışmaları </B>arasında; Türkiye’nin bugüne dek hukuki alanda yaşadığı en <B>radikal</B> <B>değişim</B> hak ettiği ilgiyi toparlayamadı. Yeni TCK’nın bir sürü eksiğini bulabilirsiniz, tamamlayıcı diğer hukuki düzenlemelerden de bahsedebilirsiniz.
Ancak içinde öyle bir öz var ki, bu özü kimse inkár edemez.
Bu öz; Türk insanının vatandaş olarak kendini tanımladığı, ancak sadece vatandaş olarak değil, aynı zamanda insan olarak hayatının neredeyse tümünü yönlendiren zihin haritasını ters yüz ediyor.
Ne var Türklerin zihin haritasında?
Türk insanına, doğumdan ölene dek; beşikte, evde, okulda, kışlada, işte, sokakta ve evvel emirde hukuk anlayışında tek çizgili bir ideoloji nakşedilir.
(İdeoloji: Akıl yolu ile dünyayı algılama ve anlamlandırma.)
* * *
Nakşedilen ideoloji; vatandaşın devlete karşı yanlış yapabileceği, o halde vatandaşın yanlış yapmaması için nasıl şekillenmesi gerektiği arayışına dayanır.
Yeni TCK’daki yeni öz nedir?
Devlet aşırı güçlendirilmiş bir aygıttır. Denetlenmezse vatandaşın özgürlük alanını kısıtlar. Kamusal alanı özel alan aleyhine genişletir!
O halde TCK, herhangi bir ceza yasası gibi, vatandaşlara bir arada yaşamak için doğruları vaaz etse dahi; asıl olan özgürlüğünün devlet tarafından iğfal edilmesinin önüne geçilmesidir.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına bugüne dek hatim ettirilen ideoloji vatandaşı kısıtlamaya yönelikti, şimdi devletin kısıtlanması hedefleniyor.
* * *
Bu girişim gerçekten çok radikal bir girişimdir. Katkıda bulunan herkes ülkeye büyük hizmet vermiştir.
Ancak...
Yasaların insanlar gibi ruhu (öz) var, bu ruhu uzmanlar ve yasa yapıcılar yaratıyorlar, değiştiriyorlar. Ancak, yasaları hayata geçirecek olanlar ise insanlar!
Onların da birer zihin haritası var ve onlar bu zihin haritasını şekillendiren ideolojiler vasıtası ile yasaları hayata geçiriyorlar.
* * *
Yasaların ruhu ile zihin haritasını şekillendiren ideoloji uyum içinde değilse, uygulamada egemen olan zihin haritasıdır.
İşte ben bu alanda henüz hiçbir şey yapmadığımız fikrindeyim. Bu görüşüm de sadece hükümeti kastetmiyor, topyekûn zihni hazırlık yapmıyoruz, diye düşünüyorum.
Kanunlarımızı AB normlarına uydurabiliriz, bu çabamızla AB üyesi de olabilriz!
Ancak, eğer zihin haritamızı çağdaşlaştırmaz isek, AB’de sadece baş ağrısı oluruz.
Yeni TCK’yı hazırlayan herkesten Allah razı olsun!
Ancak, zihin haritasında yapılacak devrim topyekûn gayret gerektirir!
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2004
<B>ALLAH zinayı suç </B>olarak TCK’ya kakalamaya kalkanlardan bin kere razı olsun! Bize çok şey hatırlattılar:
1) Topyekûn biz Avrupalı değilmişiz!
2) AKP bir parti değil, bir koalisyonmuş.
3) AB’nin iradesi AKP’nin iradesinden üstünmüş.
4) AKP’nin gerek statüko, gerekse AB ile sürtüştüğü noktalarda direnci mezara kadar değil pazara kadarmış. (Siz ‘perşembe’ de diyebilirsiniz.)
Ancak, AKP zayıf noktalarını bir türlü öğrenmek istemiyor. YÖK, imam hatipler, TCDD Genel Müdürü’nün istifası vb. hep önce bir baş kaldırma, sonra boyun eğme ile sonuçlandı.
* * *
Şu ön kabulü de hazmetmemiz lazım:
Biz, diğer konularda tamamen hazır olsak dahi, zihnen AB’ye hazır değiliz!
Zina tartışması bu gerçeği yedi düvele ilan etti.
Artık, AB açısından AKP’ye bakış açısının geri planında bu şüphe hep yerleşik kalacak.
‘Ya son anda bir pürüz çıkarırlarsa!’
Bütün bunlara rağmen yine de yolumuza devam edeceğiz.
AB bize İslamcı dirence karşı panzehir oluşturmak için siyaseten muhtaç, biz de AB’ye 21. yüzyılda kendimize bir yer bulabilmek için muhtacız.
Bundan dolayı zihnen, ruhen, hatta bedenen hazır olmasak dahi, şekil şartı açısından hazır olduğumuz sürece AB’de siyaseten bizi isteyenler ağır basacaklar.
* * *
Veri şartlar altında AKP ne yapmalı?
1) İvedilikle, Bakanlar Kurulu’nda revizyon yapılmalı. Bakanlar Kurulu’nda yaşanacak sürece ayak uyduramayacakları şimdiden belli bakanlar var.
2) Mutlaka bir AB Bakanlığı ihdas edilmeli. Benim gönlümde yatan aday Mehmet Aydın.
3) AB ile müzakerleri götürecek geniş yetkili bir Müzakere Heyeti oluşturulmalı. Bu heyet mutlaka iktidar ve muhalefet milletvekillerinin ortak heyeti olmalıdır.
4) Müzakere Heyeti çeşitli konularda danışma komisyonları oluşturmalıdır. Komisyonlar geniş katılımlı ve sivil toplum örgütleri ağırlıklı olmalıdır.
5) Yıllarca sürecek müzakereler için toplumun tüm katmanlarını içleyecek bir modeli hükümet geliştirmek zorundadır.
6) Tanımadığım için haklarını yediklerimden özür dilerim. Tanıdığım AKP milletvekilleri arasında Turhan Çömez, Reha Denemeç, Nimet Çubukçu, Şaban Dişli, Egemen Bağış vb. mutlaka ya Bakanlar Kurulu’nda, ya da Müzakere Heyeti’nde aktif görev almalıdırlar.
* * *
Ülke hepimizin. AB’ye ya hep birlikte gireceğiz, ya hep birlikte dışarıda kalacağız.
Üstelik, vatandaşların en fazla fikir birliğine sahip olduğu konu: AB üyeliğine olumlu bakış.
Hükümet, kendisinin tek başına yönettiği değil, tüm katmanları aktif göreve çağıran bir eylemin genel koordinatörü olacağı bir model geliştirmelidir.
Ben sayın AKP milletvekillerinden Kızılcahamam’da en fazla bu konuya akıl yormalarını rica ediyorum.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2004
<B>BAŞBAKAN’</B>ın burnunun dibinden ayrılmayan <B>‘adı bende gizli AKP milletvekili’,</B> <B>Erdoğan </B>ile <B>Verheugen </B>arasında geçen konuşmanın <B>gerçek metnini </B>sadece bana verdi, ben de sadece size aktarıyorum. Aman, aramızda kalsın! * * *
Verheugen: Kardeşim şu zina işi nereden çıktı?
Başbakan: Ben demedim, kedi dedi, şimdi demiyor!
Verheugen: Siz Deniz’e ‘kedi’ mi diyorsunuz?
Başbakan: Hayır! Deniz kediye demiş, kedi de efkar-ı umumiyeye dedi.
Verheugen: Kedi kimin öyleyse?
Başbakan: Candan Erçetin’in evden kaçan sevgilisinin kedisi...
Verheugen: Neden kaçmış? Erçetin zina mı yapmış?
Başbakan: Yok yahu ne alakası var, kavga mı etmişler ne... Üstelik, siz neden bu kadar çok zinaya taktınız? Ben demedim ki...
Verheugen: Altüst ettiniz Avrupa’yı... ‘Zina suç olsun’ deyince karılarımız tutturdular, ‘Türkiye bize değil, biz Türkiye’ye girelim’ diye...
Başbakan: Hooop! Ayıp olmuyor mu?
Verheugen: Peki de, bu kedinin neden bir dediği bir dediğini tutmuyor?
Başbakan: Candan’ın sevgilisinin kedisi, Rauf Denktaş’ın kedisi ile sık sık çöplükte buluşurlar. Bu kedi, öbür kediden öğrenmiş...
Verheugen: Ne demiş Rauf’un kedisi?
Başbakan: ‘Kıbrıs pasaportu denen pasaportun aslında Rum pasaportu olduğunu ve halkımızı içten vurmak için bir silah olarak kullanıldığını’ söylemişmiş.
Verheugen: Ne var bunda, Rauf hep öyle der, kedi de ondan öğrenmiş olmalı.
Başbakan: Torun Denktaş; AB’de beleş okula gitmek için Kıbrıs pasaportuna başvurunca, kedi önce dediğini, aslında demediğini demiş...
Verheugen: Şimdi tam anlamıyla kafam karıştı, bir kedi ‘önce dediğini sonradan dememeyi’ öbür kediden öğrenmiş; böyle mi diyorsun?
Başbakan: Ben bir şey demedim. Ne desem başıma kakılıyor, en iyisi kediye sor.
* * *
Başbakan: Şimdi ben ‘zina suçtur’ demedim ya, sen de... şey deme...
Verheugen: Ne demeyeyim?
Başbakan: ‘Ermenistan’ı sevin’ deme!
Verheugen: Zaten öyle bir şey demedim ki...
Başbakan: ‘Türkçe’yi tedavülden kaldırın, Zazaca’ya ezber çekin’ de deme.
Verheugen: Yahu, ben bunu da demedim.
Başbakan: Bak Verheugen gel anlaşalım, ben şimdi dışarıda ‘Zinayı serbest bıraktık; ama ilave şart da dedirtmedik’ diyeceğim. Sen ‘Zaten ben hiç demedim ki’ deme.
Verheugen: !!!
Başbakan: Ben demezsem, sen de demezsin; değil mi?
Verheugen: Biz şimdi bir saattir hiçbir şey demeden mi konuştuk?
Başbakan: Aynen! Kimse bir şey demediğine göre, şimdi siz bizi AB’ye almış gibi yapacaksınız, biz de AB’ye girmiş kadar olacağız!
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2004
<B>ZİNA saplantısı </B>etrafında yapılan tartışmalar bana; kanunlarımızı ne kadar uydursak da, AB'den <B>zihnen </B>ne kadar uzak olduğumuzu bir kez daha gösterdi. Sadece, 21. yüzyılda suç ile günahı hálá birbirine karıştıran AKP iktidarını kastetmiyorum; zinayı suç saymaya kalkan zihniyet karşısında ‘bu kafa ile bizi katiyen AB'ye almazlar’ diye feryat eden zihniyet de AB ruhundan aynı şekilde uzak.
Zira, o zihniyet de doğru ve yanlışın ‘zihinsel analiz’ ile bulunacağını varsaymıyor, doğru ve yanlışın başkaları tarafından hazırlanmış kurallar manzumesinde (Örn. Kopenhag Kriterleri) olduğunu zannediyor.
* * *
Kendi kendisine ‘doğru-yanlış’ hesabı yapamayan akıl, ‘bana Verheugen söylemedi ki!’, ‘Allah'ın kelamının önüne mi geçelim’ veya ‘zina Kopenhag Kriterleri'nde yok’ sözlerinin ifade ettiği üzere ancak referans ile ‘doğru-yanlış’ arayışına girişiyorsa, ‘çağdaş medeniyet’e ne kadar uzak olduğunu bizzat kendi ağzıyla ilan ediyor demektir.
Ancak, karşıt görüş de zinanın AB ülkelerinde suç olmadığını ilan ederek görüş oluştururken, o da ilkokulda edindiği referans sistematiğini, akıl üretmeye tercih ediyor.
‘Cici çocuk Ahmet hiç üstünü kirletmez, sen de cici çocuk ol, üstünü kirletme!’ mealli referans şablonu akla ‘pisliğin zararlarını’ yerleştirmek yerine doğruyu işaret eden bir ezber yerleştirir.
Bu ezber de ancak ‘Avrupalı şöyle yapıyor, sen de öyle yap!’ şablonunu üretebilir.
* * *
Bir başka tartışmaya girelim:
AB ülkelerinin yazılı olmayan diskuruna göre ‘komşu ülkelerle iyi geçinmek esastır’.
Ermenistan ile iyi komşuluk ilişkileri kurmamızı teklif eden AB yetkilisi karşısında ‘prensip doğru ama şu şu konularda aramızda hálá anlaşmazlıklar var’ diyerek tepki vermek yerine; referans şablonu ile hareket eden zihniyet, ağız birliğiyle ‘Ama Ermenistan şartı Kopenhag Kriterleri'nde yok’ diye cevap yetiştiriyorsa, 21. yüzyılda AB'nin temsil ettiği çağdaş medeniyete ait olmadığımızı bir kez daha yedi düvele ilan ediyoruz.
* * *
Bireysel özgürlükleri sadece işine geldiği kadarıyla ezber etmiş, AB projesinin ortak akıl üretmek olduğunu kavrayamamış, dolayısıyla üyelerin ortak iradeyi kendi iradeleri üzerine çıkarmış ülkeler olduğunu anlayamamış, ahlak anlayışının sübjektif olduğunu ve müeyyidesinin sadece ilahi (günah) olduğunu hazmedememiş, başkalarının farklı ahlak anlayışları olabileceğini zerre kadar benimsememiş, ‘doğrunun Kuran'da mı, yoksa Batı'da mı olduğu itişmeleri’ içinde doğrunun Kuran'ı da, Batı'yı da özümseyecek ortak akılda olduğunu hálá akıl edememiş, beynini ezberden başka hiçbir eylemde kullanmayan toplum AB üyesi olsa ne yazar, olmasa ne yazar.
* * *
Avrupalı olmadığımızı dünyaya her fırsatta kendimiz ilan ediyoruz.
AB bizi arasına alırsa siyasi hesabı gereği alacak, almazsa yine siyasi hesabı gereği almayacak.
Ancak biz her iki halde de Avrupalı olamayacağız!
Yazının Devamını Oku