Cüneyt Ülsever

Güle güle Mümine Teyze

29 Kasım 2004
<B>28 Temmuz 2001</B>’de yazdığım <B>‘Affet Beni Mümine Teyze’ </B>başlıklı yazıda <B>Mümine Teyze</B>’ye aynen şöyle sesleniyordum: ‘Telefonda oğlun, ‘Ölümümden sonra beni yazsın!’ diye tembihte bulunduğunu söyleyince çok kötü oldum Mümine Teyze! Bu vasiyet bir neslin unutulmuşluğunun acısını haykırıyordu. Çok üzüldüm, çok utandım! Kendimi bir nankörün yakalandığı suçluluk girdabında buldum...

...Sen, babam, ve gayrısı atayurda hasret doğdunuz, anayurda hasret ölüyorsunuz!...

...Mümine Teyze; sana şükran duygularımı içeren bu mektubu sağlığında yazıyorum. Öbür dünyaya gittiğinde yazsam, ola ki eline geçmez de; bizde bir nebze olsun vefa duygusu olduğunu bilemeden, oralarda hakkımızda hüküm tutarsın!

Oralara şahsen gitmeden; şanımız önden yanlış duyulmasın diye; bu mektubu erken yazıyorum!...’

* * *

İyi ki bu mektubu zamanında yazmışım. Yukarıda alıntı yaptığım yazı yazıldığında Mümine Teyze, bir rivayete göre 86, diğerine göre 91 yaşında idi.

Demek ki, Mümine Teyze geçen hafta öldüğünde 90 ile 95 arası bir yaştadır. Ortalamanın çok ama çok üstünde bir yaşta öldü Mümine Teyze!

Her ölüm acıdır, yürek yakar. O da diğerleri gibi, kendi gömülürken geride kalanları acılara gömdü.

Allah gani gani rahmet eylesin!

* * *

Ancak, bu ölüm beni ölümün soğuk tokadı dışında da etkiledi.

Mümine Teyze ile bir dönem kapandı!

Urumeli
topraklarında doğmuş ailemdeki son insan da onun ölümü ile bu dünyayı terk etti.

Sorulduğunda ‘Rumeliliyiz’ diyen ailemde artık oralarda doğmuş kimse kalmadı.

Mümine Teyze’nin ölümünden sonra şimdi biz hiçbir bağımız kalmayan bir yere mensubuz. Görmediğimiz, gitmediğimiz, belki de hiç gitmeyeceğimiz ve görmeyeceğimiz, gören ve bilenin de kalmadığı bir ‘yerin’ insanlarıyız.

Bundan böyle zihnimize hep birlikte yerleştirdiğiniz bir hayalle yaşayacağız:

Mümine Teyze:

Kavala
İli’nin Drama İlçesi’nin Sarı Şaban Nahiyesi’nin Kuru Dere Köyü o kadar mı güzeldi? Bu köy halen var mı?

* * *

Azınlık olmanın acımtırak tadını ancak kendini azınlık görenler bilir. Başkalarına don biçmeye meraklı densiz zevatın azınlık kavramını azınlık olduğunu hissedenlerden daha iyi bildikleri iddiası ile ortaya çıktıkları bir dönemde Mümine Teyze’nin ölümü daha da anlamlıdır.

Onlar muhacir olmadıklarını, mübadil olduklarını bir ömür boyu anlatmaya çalışarak bir ömrü tükettiler.

Onlar, Rumeli’den Anadolu’ya çulsuz (muhacir) gelmediklerini, Rumeli’de bıraktıkları malları karşılığı geldikleri Samsun’da mal aldıkları (mübadil) iddiasını önlerine gelen herkese anlatarak yaşadılar.

Bizler, onların evlatları ve torunları olarak, neden bu konuda bu kadar hassas olduklarını anlamadan onların heyecanları ile gırgır geçtik.

Atayurda ait olamadan anayurdu terk etmenin ne olduğunu bilemedik!

Şimdi gariptir, 53 yaşında hiç görmediğim anayurdumu özlüyorum!
Yazının Devamını Oku

ABD’nin Türkiye politikaları

27 Kasım 2004
<B>TÜRKİYE’</B>nin 21. yüzyılda dünyada alacağı rolü ve koyacağı ağırlığı çok büyük çapta belirleyecek iki gelişme kapımızın dibinde: AB üyeliği ve ABD’nin Ortadoğu politikaları.

AB üyeliğimizin kaderi 17 Aralık’ta belli olacak.

ABD’nin Ortadoğu politikaları da hayır ve şerri ile 2005’te yeniden şekillenecek.

Beni müzakereler ile belirlenecek AB üyeliği, herkes gibi, derin bir meraka sevk ediyor.

Ancak, Ortadoğu’daki gelişmeler şiddet ve kana dayandığı için korkutuyor.

Oradaki yangının bize sıçramasından çok korkuyorum.

* * *

Dünya Ortadoğu’da oynanan paylaşım savaşı ve Euro-dolar arasında cereyan eden ekonomi savaşı ile yeniden şekilleniyor.

Yeni dünyada Rusya, Çin ve Hindistan, diğerleri yanında yeni başoğlanlar olacak.

ABD de emperyal egemenliğini yitirmemek için can pahasına mücadele etmeye devam edecek.

* * *

‘İlla ki Ortadoğu!’ ABD’nin dış politikasının kilit cümlesi bu.

Irak’ı, Filistin’i -dolayısı ile İsrail’i-, Suriye’yi ABD’nin şu veya bu şekilde yeniden şekillendireceği artık herkes için malumun ilamı.

Peki Türkiye’ye ne olacak?

ABD’nin Türkiye ile ilgili emelleri ne?

Baştan belirteyim, bana göre ABD’nin Türkiye’ye saldırmak veya onu bölmek gibi herhangi bir politikası katiyen yok.

Her şeyden önce, hamt olsun, Türkiye’de dünyanın paylaşmak için savaşacağı herhangi bir hammadde veya neden yok.

Türkiye ABD için, stratejik alanda bazı çelişkiler yaşansa da, bölgede güvenirlilik açısından İsrail’den sonra ikinci önemli müttefik!

İttifak kavramına güç açısından bakarsak, Türkiye ABD’nin Ortadoğu’da en önemli müttefiki.

ABD, kendi menfaatleri açısından Türkiye’nin AB üyeliğini de samimi olarak destekliyor.

Ancak, ben yine de korkuyorum, çok korkuyorum!

* * *

Korkumun temeli ABD’nin bölgeye dirlik ve düzenlik getirme konusundaki zaaflarına, düzen sağlamada ABD askerinin çapsızlığına dayanıyor.

Benim kötü senaryom şu üç varsayıma dayanıyor:

1) Irak’ta seçimleri İran yanlısı Şiiler kazanıyor.

2) İran’ın Kuzey Irak’ta kendi menfaatleri açısından halen sürdürmekte olduğu yeraltı faaliyetlerine İsrail açık tepki veriyor. Kuzey Irak bölünüyor.

3) Filistin’de başkanlık seçimlerini kazanan barış yanlısı Mahmut Abbas, Arafat döneminde büyük çapta geçerli olan Hamas ve İslami Cihat türü terör örgütleri üzerindeki denetimi yitiriyor. Filistin direnişi de bölünüyor.

Bu üç varsayım bir arada veya ikili olarak geçerli olduğunda Ortadoğu’da yangın büyüyecek, ABD (İsrail) ile İran sıcak bir ortama itilecekler.

İşte bu ortamda Türkiye, ABD ile İran arasında açık ve seçik bir tercih yapmak zorunda kalabilir!

* * *

İşte bu güçlü olasılık beni çok korkutuyor!
Yazının Devamını Oku

Ortadoğu’nun hiç mi kabahati yok?

25 Kasım 2004
<B>SEÇİM </B>sonrası <B>ABD</B>’nin <B>Ortadoğu </B>ağırlıklı politikalarını irdelemeye devam ediyorum. ABD, 21. yüzyılda da ‘en büyük’ kalabilmek için bazı artılara ve eksilere sahip. Önceki yazılarımda bunları, aklımın erdiği kadarıyla sıraladım.

Bugün ise ‘mazlumun hiç mi suçu yok?’ sorusuna cevap arayacağım.

* * *

Dünyada bilinen petrol rezervlerinin yüzde 64’ünü barındıran Ortadoğu hem çok şanlı, hem de çok şanssız bir bölge.

Petrol bölge için gelir demek. Ortadoğu, toprağın altındaki rantı tüketerek varlığını idame ettirme şansına sahip nadir bölgelerden birisi.

Ancak, dünyanın gözü de bu bölgede. Petrol, uğruna dünya savaşları çıkan bir meta. Kapitalizmin/modernitenin itici motoru enerjinin ana kaynağı petrol. Bunun için de dünya devleri, öldüm Allah, Ortadoğu’yu kendi haline bırakmıyorlar.

* * *

Ortadoğu’yu özetleyen en doğru iki rakam, bölgedeki petrol rezervi miktarı ve bu rezervin ne kadarının bölgede tüketildiğinin tespitine yarayan oran.

Ortadoğu, dünya petrol rezervinin yüzde 64’üne sahip; ama koca bölge dünyada yıllık petrol tüketimi içinde sadece ve sadece yüzde 2 paya sahip!

* * *

Bu iki rakam, Ortadoğu’nun dünyanın rantiye bölgelerinden birisi olduğunu gözler önüne koyuyor.

Ortadoğu üretmiyor, hazır yiyor.

Ortadoğu, aristokrat bozuntuları gibi, evdeki altınlardan bozdura bozdura; ama hiç çalışmadan, hiç alın teri dökmeden yaşamaya çalışıyor.

Modernitenin nimetlerini üretmeden, sadece ithal ederek hayatını şekillendiren Ortadoğu, haliyle modernitenin sonucu ulus-devlet olgusu üzerine değil, geriliğin simgesi aşiretler olgusu üzerine kurulu.

Aşiretler de sadece ve sadece, başta petrol olmak üzere, üzerine kuruldukları rantı korumak derdindeler.

Ortadoğu’yu yöneten sözüm ona devletlerin, aşiretlerin, terör örgütlerinin en önemli hedefleri, kendi meşruiyetlerini halka kabul ettirmektir.

Bölgeyi yöneten insanların, rahmetli Yaser Arafat başta olmak üzere, hemen hiçbirisinin derdi, halkın refahını artırmak değildir.

* * *

Bu gözle bakıldığında:

1) Çeşitli gelir gruplarına sahip devlet/devletçiklerden oluşmasına rağmen hepsinde gelir dağılımı çok ama çok kötü.

2) Hepsinde ortalama eğitim seviyesi de rezalet çizgisinde. Yönetenler, halkı eğitimsiz bırakmak için adeta özel gayret sarf ediyorlar.

3) Dirlik ve düzenliğin korunması için bildikleri tek yöntem zor.

4) Mücadele kavramı çerçevesinde, sivil-asker ayırt etmeden, sadece teröre dayanıyorlar.

5) Gözlerinde insanın katma değeri sıfır. Çok rahat çocukları, kadınları savaş alanına sürebiliyorlar, Türk şoförlerine yaptıkları gibi, tek dertleri para kazanmak olan silahsız ve çaresiz insanlara kolayca işkence yapabiliyorlar.

6) Sözüm ona, bağımsızlık peşinde koşan yöneticilerin hemen hepsi bir Batı ülkesinin işbirlikçisi!

7) Kendi aralarında işbirliği yapmaları mümkün olmuyor.
Yazının Devamını Oku

Dolar, Euro karşında eriyor!

24 Kasım 2004
<B>PAZARTESİ </B>günkü<B> </B>yazımda 1. dönemini aratacağına inandığım 2. dönemine giren <B>Bush </B>yönetiminin <B>iki zaafından </B>bahsetmeye başladım. Özetle dedim ki:

‘...AB ülkelerinin savunma bütçelerinin toplamından yüksek bir savunma bütçesi ile savaşa girişen, bu savaş uğruna AB ülkelerinin toplam milli gelirlerinin 5-6 katı bir bütçe açığına göğüs geren, dünyanın en yüksek savaş teknolojisine sahip ABD’nin, önünde baş edemediği iki ana sorunu var:

1) ABD askerinin yüz yüze çatışmalarda çapsızlığı ve

2) Doların Euro karşısında önlenemez değer kaybı...’

* * *

Pazartesi günü ABD ordusunun en büyük zaafının ‘insan sermayesi’ olduğunu yazdım, paralı askerin psikolojik ve eğitim eksikliğine dayanançapsızlığını vurguladım.

Bugün ikinci soruna eğileceğim:

Clinton, yönetimi 2000 yılında Bush’a devrederken ABD bütçesinin 10 yıl, hatta 20 yıl fazla verebileceği öngörülüyordu.

Demokratlar fazlayı eğitim ve sağlık gibi insana yönelik yatırımlarda kullanmayı önerirken, Cumhuriyetçiler ‘vergi iadesi’nden bahis açıyorlardı.

Vergi iadeleri, yeni yatırım ve ilave istihdam olarak ekonomiye geri dönecekti.

Dönem, aynı zamanda Euro’nun tutup tutmayacağının tartışıldığı, AB’nin Euro’yu dolar karşısında ayakta tutmak için özel çaba harcadığı dönemdi.

Cumhuriyetçilerin ekonomi anlayışına önderlik eden isimlerden biri olan Milton Friedman, o tarihlerde Euro’nun AB ekonomilerini mahvedeceğini, er geç Euro’nun çökeceğini öngörüyordu!

* * *

Seçimi Cumhuriyetçiler kazandı. Önemle zenginlerden alınan vergiler iade edildi. Ama, ABD büyük depresyondan (1929) beri işsizliğin sürekli arttığı en uzun döneme girdi.

Seçimlere girildiğinde, ABD ekonomik açıdan en zor dönemlerinden birisinin içinde idi.

Öte yanda, Bush döneminde Washington gelirlerini azalttığı gibi Irak Savaşı ile birlikte harcamalarını kat be kat artırdı. Bütçesi şu anda 657 milyar dolar açık veriyor. Söyledim, bu rakam AB ülkelerinin toplam gelirinden 5-6 misli fazla.

* * *

Doların dünyaya tek başına egemen olduğu dönemde, dolar basma hakkını/senyorajını elinde tutan ABD, dünyadan kapasitesinin üzerinde mal ve hizmet çekebiliyordu. Açık adeta sadece muhasebe kayıtları için önemli idi.

Ancak, son üç yılda dolar, Euro karşısında eridi, yarı yarıya değer kaybetti.

Erime daha da devam edecek.

Zaten, Irak Savaşı’nın nedenlerinden birisi de petrol üreten bazı ülkelerin Euro karşılığı petrol satmaya niyetlenmeleridir.

Artık, ABD dünyadan serbest piyasa koşulları içinde istediği gibi mal çekemeyecek. Euro’nun değeri yükseldikçe, Euro ile ticaret daha da artacak. ABD, ekonomisini ayağa kaldırmadan Euro ile baş edemeyecek.

Örneğin, artık Türkiye’nin dış ticaret açığı ile ABD’nin dış ticaret açığı nitelik açıdan benzeşmeye başladı. ABD’nin ekonomik hegemonyası büyük darbe yiyor.

Saldırganlığının artmasının bir nedeni de bu yeni çaresizliği!
Yazının Devamını Oku

ABD’nin önündeki engeller

22 Kasım 2004
<B>2 Kasım </B>seçimlerinden beri ABD’nin <B>yeni dönem politikaları</B> üzerine kafa yoruyorum. Zira, yeni dönem ABD politikalarının dünyanın, hele hele Türkiye’nin geleceğini çok ama çok derinden etkileyeceğini düşünüyorum.

Ana tezim:

ABD seçmeninin muhafazakár-emperyal oylarını alan Bush; ikinci döneminde birinci dönemini aratacak!

* * *

Bu dönem Ortadoğu haritasının yeniden çizileceği ve kilit ülkenin İran olacağı bir dönem.

Bu minvalde yaptığım analiz ve tahminler çerçevesinde ABD’nin Türkiye ile ilgili tasavvurlarının ne olduğu ise okurların haklı olarak en fazla merak ettiği konu.

Bu konuda tahmin ve beklentilerimi hafta içinde yazacağım.

Ancak, öncelikle beter saldırgan döneme giren ABD’nin zaaflarını da vurgulamam gerekiyor ki, ‘meseleye’ bütünsel bakabilelim.

* * *

AB ülkelerinin savunma bütçelerinin toplamından yüksek bir savunma bütçesi ile savaşa girişen, bu savaş uğruna AB ülkelerinin toplam milli gelirlerinin 5-6 katı bir bütçe açığına göğüs geren, dünyanın en yüksek savaş teknolojisine sahip ABD’nin önünde baş edemediği iki ana sorunu var:

1) ABD askerinin yüz yüze çatışmalarda çapsızlığı ve

2) Doların Euro karşısında önlenemez değer kaybı.

* * *

Bugün ilk konuyu (tekrar) ele alacağım:

Takriben 7 ay önce de yazmıştım. 15.04.2004 tarihli yazımda belirttiğim gibi, ABD Savunma Bilgileri Merkezi uzman danışmanı Lawrance J. Korb’un görüşleri ezcümle şöyle:

Vietnam Savaşı’nda, elitin askerlikten kaçması nedeniyle, yedek (gönüllü-maaşlı) askerlik dönemine girildi. Ancak, maaşlı askerlerin aldığı yüksek ücretler, muvazzaf askerlerin sayısının azaltılma mecburiyetini de doğurdu.

Öte yanda, gönüllü askerlerin yurtdışı görevlerde 6 aydan fazla kalmaması gerekiyormuş. Ancak bu ‘6 ay kısıtlaması’, yeteri kadar gönüllü bulunamadığı için 11 Eylül sonrası bozulmuş.

Kısacası, ABD’de hem muvazzaf sayısı azalıyor, hem kalitesi yeterli seviyede gönüllü asker bulunamıyor. Şu anda yedek-maaşlı askerler, çarpışan askerlerin % 50’sini, daha teknik alanların ise daha fazla oranını teşkil ediyormuş. Öte yanda ABD ordusunda muvazzaf askerlerin oranı Vietnam öncesi 2.7 milyon iken, önce 2.2 milyona, şimdi de 480 bine düşürülmüş. Bu rakam ABD’nin toplam askerinin % 34’ü imiş. Halen 370 bin ABD askeri yurtdışında 120 ülkede görev yapıyormuş. Savaşçı birliklerin % 73’ü de yurtdışında görevli imişler.

* * *

ABD, şimdi yeni yedek-maaşlı asker bulamıyor. Muvazzaf asker sayısını da artıramıyor. ABD askeri, 120 ülkeye ulaşmak zorunda olduğu için doğru dürüst eğitim almadan, askerin psikolojik durumu gözetilmeden savaş alanlarına sürülüyor.

Açıkçası, ABD askeri, İngilizlerin muvazzaf askerinin tersine, yüz-yüze savaşmayı hem bilmiyor, hem de yüz-yüze mücadeleden korkuyor.

İşte Ebu Garip Hapishanesi’nde yaşanan ‘manyaklıklar’, işte Felluce’de camide yaşanan ‘vahşet’!
Yazının Devamını Oku

ABD, dünyanın gözüne batırıyor

20 Kasım 2004
<B>ABD seçimlerinin </B>hemen ardından yazdığım bir dizi yazıda, tüm dünyanın<B> hiddetini </B>üzerine çekmesine rağmen, ABD’ye hákim olan <B>muhafazakár </B>havanın seçimlere getirdiği rüzgár ile <B>Bush’</B>un ikinci dönemde daha da <B>sert politikalar </B>izleyeceğini iddia ettim. ABD’nin bu dönemde Irak’ta hem Sünni (El Kaide dahil), hem de Şii terör unsurlarına karşı çok sert yaptırımlar uygulayacağını, Irak’ta seçimleri kendi adamlarının kazanması için elinden gelen her şeyi yapacağını yazdım.

Bush’un ikinci dönemine İran’ın damga vuracağını öngördüm.

* * *

Ben bunları yazarken Cengiz Çandar, bu öngörülere sert bir edayla karşı çıktı.

‘Felluce Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Türk basınında elle tutulur, aklı başında tek bir yoruma rastlayamadığımı itiraf etmeliyim. Bir bölüm, bunu bilinen ve anlaşılır gerekçelerle ‘Haçlı Seferi’ diye ilan ederken, ‘bir diğeri’, Irak’taki gelişmeyi George W.Bush’un yeniden seçilmesine bağlıyor ve önümüzdeki dört yıl içinde Amerikan politikasının ne derece ‘saldırgan’ olacağına dair kendilerini doğruladığını zannettiği hükümler çıkarıyor. (D.B.Tercüman, 11.11.2004).

* * *

Cengiz Çandar bu yazısında çok kızgındı. Felluce yerle bir edilirken ısrarla ve nedense yeni bir açılım olmadığını anlatmaya çalışıyordu.

Ancak, aradan geçen birkaç gün, onun duygusal yaklaşımına açık ve seçik bir sürü reddiye sununca o da duruşunu değiştirmek zorunda kaldı.

‘...Bush yönetiminin -tabii görece olarak- en ‘güvercin’ unsuru olarak dikkati çeken ve ‘neo-con’lar’ ile dış politikanın hemen her dönemecinde ters düşmüş olan Colin Powell’ın istifası, geniş bir çevrede, Bush’un ikinci dönemindeki Amerikan dış politikasının ‘daha da saldırgan’ olacağına ilişkin yorumlara yol açtı.

Bunun böyle olup olmayacağına, Powell’ın gidip Rice’ın gelmesine bakarak hüküm vermek için henüz erken. Ancak, birinci Bush dönemini karakterize eden ‘Washington iç savaşı’nda Powell’ın temsil ettiği çizginin kaybettiği ise kesin.’ (D.B.Tercüman, 18.11.2004).

* * *

Bu yazıda Çandar; göreve gelen yeni isimlerin illa ki yeni-muhafazakár olmadığını (Örn. yeni Dışişleri Bakanı C.Rice), bunun için de sertleşme konusunda acele karar verilmemesi gerektiğini vurguluyor.

Yeni-muhafazakárların içinde ise Yahudi unsurların (hatta Likud’un önemini vurguluyor) ağır bastığını söylüyor. Ancak, bu yaklaşımı da ampirik gözlem ile desteklenmiyor.

Eğer, yeni-muhafazakárlık sandığı gibi Yahudilerin ağır bastığı bir siyasi hareket olsa idi, İsrail’e tüm varlığıyla destek veren Yahudilerden seçimlerde büyük destek görmeleri gerekirdi.

Halbuki, Edison-Mitosky adlı araştırma şirketinin verilerine göre; Bush’un yeni-muhafazakár politikaları 2 Kasım seçimlerinde Protestanlardan yüzde 59, Katoliklerden yüzde 52 oy alırken, seçmen kitlesinin yüzde 3’ünü oluşturan Yahudilerden ancak yüzde 25 oy almış. Yahudiler yüzde 74 oranında Kerry’ye oy vermişler.

* * *

Arada geçen sürede gözlemlerle doğrulanan benim öngörüm değişmiyor.

Bu dönemde ABD daha da saldırgan olacak. Topun ağzında ise İran var!
Yazının Devamını Oku

Bu bir uyarı yazısıdır! 17 Aralık’ta nasıl bir kaza olur?

18 Kasım 2004
<B>TÜRKİYE </B>AB üyeliği için elinden geleni yapıyor, bunu inkar etmek için ya <B>kör</B>, ya dünyaya sadece ideolojik <B>at gözlüğü</B> ile bakıyor, ya da <B>art niyetli</B> olmak lazım. Ardına milletin büyük çoğunluğunu alan ve Türkiye’nin hükümeti, Meclis’i, iktidar ve muhalefeti ile ortak götürdüğü bu gayrete AB ülkelerinin bigane kalacağını düşünmek dahi istemiyoruz.

AB ülkelerinin kendi menfaatleri açısından da Türkiye’ye ‘Hayır!’ demesi beklenmiyor.

Ben de, 17 Aralık’ta Türkiye’ye müzakere tarihi verileceğini düşünüyorum.

Ancak, beni bir kelime korkutuyor: ‘Ama!...’

Beklentim odur ki; Türkiye’ye müzakere tarihi verilecek ancak ardına bir sürü ‘şart’ eklenecek.

Korkum odur ki, işte bu ‘ama’lar ülkede kıyametin kopmasına neden olacak!

* * *

‘Ama’lar ülkeyi tekrar bir kaosa sürükleyebilir.

Türkiye’nin AB üyeliğine soğuk bakan, olası bir üyeliğin sahip oldukları ayrılacıkları ellerinden alacağını, açık toplumda sadece küfür, hamaset ve sığ akla dayanan entelliklerine halel geleceğini bilen; cümle yazar, emekli asker ve emekli bürokrat, hatta hali hazırda görevde bazı askeri ve sivil memur, zamanında yediği darbe alışkanlık yapan profesör ve niceleri sotaya yatmış; tedavülden kalmış nice siyasetçi, savcı, anayasacı varsa hepsi ele ele orta yerlere son takat dökülmüş, bu üyeliğe engel olmaya çalışıyorlar.

Son gayretleri ‘zina’ yolu ile üyeliği iğfal etmek idi. Allah var, hükümetin zaafı bu kumpasa balıklama atlamasına da neden oldu. Neyse, son anda birileri ülkenin pusulasını yeniden düzeltti de doğru yolu tekrar bulduk.

Ben ‘ama’ların bu ekip tarafından psikolojik harp aleti olarak kullanılacağını, sıra ile kabaca:

1) AB esasında müzakere tarihi vermedi, bizi oyalıyor.

2) Hükümet ülkeyi sattı ama hiçbir şey elde edemedik.

3) Demek ki, doğrusu ‘Türke Türkten başka dost yoktur’ prensibi ile kendi içimize kapanmaktır.

4) O halde, AKP’nin bölünmesi ve iktidarı kaybetmesi lazımdır.

5) Bir ‘ara dönemi hükümeti’ ülkeyi tekrar ‘titretip kendine döndürmelidir’, mealli bir planı hayat geçirmeye çalışacaklarıdır.

* * *

Ne yalan söyleyeyim. Olağanüstü durumlarda hükümetin nasıl duracağını kestiremiyorum.

Hazır buldukları şablonları (Kopenhag Kriterleri, IMF reçeteleri vb.) uygulamada oldukça başarılılar.

Ancak, önlerine olağanüstü durumlar çıktığında bocalıyorlar.

Hızlandırılmış tren kazasındaki beyhude inatları, zina konusunda anında zokayı yutmaları bana bir hükümetin esas sınavı olan kriz yönetimi konusunda öncelikle Süleyman Demirel, sonra da diğer eski tüfeklerden öğrenecekleri çok şeyler olduğunu gösteriyor.

* * *

Hükümetin ‘B Planı’ olduğunu zannetmiyorum. Doğrusu da belki bu. Böyle bir mücadelede gemileri yakmak lazım.

Ama, ‘ama’lar da var!
Yazının Devamını Oku

Türkiyelilik ve Türklük üzerine

17 Kasım 2004
<B>AZINLIK Raporu </B>ülkenin bam teline bastı. Bastı ve basmakla çok da iyi yaptı. Yıllardır ezber çektiğimiz ‘şablonları’ nihayet tartışabilmek, ‘tabuları’ sorgulayabilmek bu ülke için çok önemli ileri bir adımdır. Raporu hazırlayanlar, en azından ülkenin önünü açtıkları için ülkeye büyük adım attırmışlardır.

Getirdikleri öneriler, büyük çapta, çağdaş dünyanın ulaştığı seviyeleri kapsamaktadır. Hele hele, azınlık kavramı çerçevesinde ortaya attıkları kavramlar Kopenhag Kriterleri ile büyük oranda uyum içindedir.

* * *

Daha önce yazdım. Raporun azınlık tarifine tamamen katılıyorum.

Prof. Dr. Baskın Oran’ın şu ifadesi ile raporun özü oluşuyor.

‘Azınlık, çoğunluktan kendini farklı hisseden ve bunu kimliğinin vazgeçilmez unsuru sayan kişidir. Varsa vardır, yoksa yoktur. Devlet, sadece, hak verecek mi vermeyecek mi ona karar verir.’ (21.10.2004)

* * *

Raporun, kendi ruhunu oturttuğu gövdede yer alan alt kimlik-üst kimlik ayrımına da aynen katıldığımı belirtmiştim.

Ancak, millet kavramı üzerinden yürütülen üst-kimlik tartışmasında Türklük kavramı yerine Türkiyelilik kavramının önerilmesine ise karşı çıkmıştım.

Nitekim, bir diğer yazımda:

‘Zira kelimenin içinde her kelimeye kültür tarihinin yüklediği ve ortak kabul edilen sembolik anlam yok. Türkiyelilik yıllardır teklif edilmesine rağmen ortak sembolik anlam kazanamadığı için bir türlü tutmuyor.

Uyduruk kalıyor! Zira öyle!’, demiştim. (25.10.2004)

Ben ruhunu ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ sözleri ile bulan Türklük kavramının, bu kavram zaman zaman Kürtlere karşı bir dayatma öğesi olarak kullanılsa da, tek millet ülküsüne tarihimizin yüklediği sembolik anlamı kucaklayan tek kelime olduğunu düşünüyorum.

* * *

Ancak, bu sefer de ortaya bir ikilem çıkıyor. Dünyada üst kimlik kavramına çok büyük esneklikle yaklaşan ABD’de bile resmi söylemde -örneğin yemin ederke- ‘tek bir millet olarak’ (as one nation) tabiri kullanılıyor. Ama Türkiye’de kimileri ‘tek millet’ söylemini karşılayan Türk kelimesine dayatıcı-ırkçı bir anlam yüklüyorlar.

Öte yanda onların önerileri olan Türkiyelilik kelimesi de palyatif/uyduruk, bunun için tutmuyor.

Peki öyleyse ne yapmalı?

* * *

Bir okurumdan gelen bir öneri bana karmaşık soruna basit bir çözüm getiriyormuş gibi geldi. Türkiye’de çeşitli kuruluşlarda Genel Müdür ve Genel Koordinatör olarak görevler yaptıktan sonra Fransa’ya yerleşmiş ve halen TÜTÜSAK (rkiye ccar ve SAnayicileri Kulübü)’ın kurucusu ve başkanı olan Dr. Kemal Taylan Yücer’in önerisi şöyle:

‘...O halde çözüm Türkiyeli gibi yeni bir kavram yaratmak yerine ‘Türk kelimesinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı manasına geldiği’nin yasayla açık olarak belirtilmesindedir. Yani Türk denildiğinde sadece Türk soyundan gelenler anlaşılmamalı fakat Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı anlaşılmalıdır.’

Bence tartışılmaya değer, yalın ama çözüm getiren bir öneri!
Yazının Devamını Oku