13 Aralık 2004
<B>PKK </B>lideri <B>Apo</B>,<B> </B>ABD ile yapılan işbirliği sonucu yakalanıp Türkiye’ye getirilirken, uçaktan TV ekranlarına yansıyan sözleri ile hepimizi çok şaşırtmıştı. Apo, 30 bin fidanın heba olduğu, bir o kadarının sakat kaldığı bir davada can düşmanı ilan ettiği ‘devlet’e bu kez bağlılığını o kadar abartarak ifade ediyordu ki, şahsen ‘Ben devlete bu kadar bağlı değilim!’ diyerek tepki vermiştim.
Aynı Apo şimdilerde de mahpus yattığı asker denetemindeki adadan o kadar güçlü Kemalist demeçler veriyor ki, yine ben:
- Hadi bu topraklar Nobel ödülü alacak bilim adamları yetiştiremiyor, ama doğru dürüst terörist de mi yetiştiremiyor? diye sormadan edemiyorum.
* * *
Şimdi de ortaya bir gazete ilanı çıktı. Bir kısım Kürt aydını Kürtlerin ne istediğini dile getiriyorlar.
Ben bu yazımda bu aydınların Kürtlerden nasıl bir yetki alarak böyle bir bildiri yayınlama hakkını kendilerinde bulduklarını sorgulamayacağım.
Hatta bildirinin içeriğini dahi sorgulamayacağım!
Ben bildirinin ardından anında paramparça olan bir avuç insanın nasıl olup da bir meseleyi bir arada güdebildikleri iddiasında olduklarını sorgulayacağım!
Bu insanlar bir kitle adına talepte bulunmayı kendilerinde hak buluyorlar. Bildiri üzerine 2 ay çalışıyorlar ve akılları sıra 17 Aralık’tan birkaç gün önce yayınlayarak hinlik yapıyorlar.
Ancak, bildiri yayınlandığı gün ilk tepkiler gelir gelmez anında kendi aralarında bölünüp, paramparça oldular!
* * *
İmza sahipleri veya adı geçenlerin açıklamalarından anladığım kadarı ile, ya:
1) İlk tepkileri görür görmez ‘mezara kadar değil, pazara kadar!’, diyerek bazıları korkuyorlar ve daha ilk günden imzalarını inkar ederek yan çiziyorlar, ya:
2) Aralarında bazıları diğerlerini aldatarak kullanıyorlar ve tüm dünyaya ilan edilen bir bildiride diğerlerinin imzalarını çalıyorlar, ya da:
3) Bazıları okumadan bir bildiriye imza atacak kadar zır cahiller.
* * *
Bir dördüncü ihtimal yok. Bildiri yayınlandıktan sonra adı geçenlerin tepkilerini bir arada değerlendirdiğinizde; yukarıdaki üç ihtimalden biri veya birkaçı doğru olmak zorunda.
Her durumda da ortaya bir tek sonuç çıkıyor:
Rezalet!
Attıkları imzanın ardında duran arkadaşları tenzih eder ve onlardan özür dilerim ama:
Kürt meselesi ne kadar çapsız insanların eline düşmüş!
Bu insanlar mı Kürtler adına hareket ediyorlar? Kürtler bu insanları mı ciddiye almak zorunda? Bunlara mı güvenecekler? Bunlar insanı yarı yolda bırakmaz mı? Aydın bu mu? Kürt aydını bu mu?
Çok samimi söylüyorum; yaşanan kargaşadan Kürt dostlarım adına sadece utandım!
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2004
<B>HEMEN </B>herkesin haklı olarak AB konusuna akıl yorduğu bir ortamda ben 09.12.2004 tarihli yazımda <B>uluslararası ilişkilerin çok boyutlu yapısına</B> dikkat çekmeye çalıştım ve Çin, Hindistan ve Rusya olgusuna ve son zamanlarda zayıflayan ABD ilişkilerine vurgu yaptım. Yazımda:
‘...Türkiye sanki her geçen gün...en eski ve kim ne derse desin, tarihsel açıdan en vefalı müttefiki ABD’den anlaşılmaz nedenlerle uzaklaşmaktadır.
Sanki çok boyutlu analiz sistematiği bazı AKP’lilerin zihinsel boyutunu aşmakta, son zamanlarda ABD ile ilgili sadece duygusal tepki verilmektedir.
Onlar konjonktür olan ile yapısal olanı birbirine karıştırıyorlar!’ diyerek hüküm yürüttüm.
* * *
Ancak, yaşadığım bir tecrübe tek boyutlu analiz zaafının sadece bize ait olmadığını, ABD’nin ‘etkili ve yetkili’ bazı şahıslarının da aynı dertten müstarip olduğunu gösterdi.
Geçen akşam ABD Konsolosluğu’nun daveti üzerine bir avuç insanla birlikte ABD’nin Dış İlişkiler Konseyi Milli Güvenlik Çalışmaları Üyesi Max Boot’un konuşmasını dinledim.
Hakkında verilen bilgiye göre; görüşleri bizzat Başkan Bush tarafından takip edilirmiş. Beyaz Saray’da çok etkili imiş, Ortadoğu üzerine çalışıyor ve büyük övgüler alan kitaplar yazıyormuş.
Çok genç yaşta bir insanın böyle bir teveccühe layık görülmesi, dinleyicilerin doğal olarak büyük ilgisini çekti.
Bay Boot’un kısa konuşmasını dinledik ve kendisine çeşitli sorular sorduk.
Nazik ev sahiplerinden özür dilerim ama; bir konuda bu kadar sığ bilgilere sahip bir insanın bu kadar iddialı olması durumuna fazla şahit olmadım.
Ezber çektiği sözüm ona Marksist metni ne kadar hızlı okursa o kadar etkili olacağını sanan, soru sorulursa ezberi bozulduğu için kızan, tek ve sorgulanamaz gerçeği yakaladığını zanneden gençlik arkadaşlarımı hatırlatan Bay Boot, ancak bazılarını aşağıya aldığım şu görüşlere iman etmemizi ısrarla talep etti:
1) ABD, reel politika ihtiyaçları yanında dünyaya demokrasi ve özgürlük getirmek istiyormuş. Bu arzusuna en iyi gösterge son zamanlarda Afganistan’a yaptıkları katkılarmış. Ancak, Ortadoğu’da durumun oldukça ‘karışık’ olduğunu kabul ediyor.
2) Afganlar ve Iraklılar da, zamanında Almanlar ve Japonlar’ın yaptığı gibi işgalden mutlu olmalı imişler.
3) İsrail-Filistin meselesi Ortadoğu’nun en önemli meseleleri arasında değilmiş.
4) Zamanında 1 Mart tezkeresi reddedilmese imiş, o zaman PKK’nın üzerine hep birlikte gidilebilecekmiş. Ama şimdi eldeki güçleri PKK’nın üzerine gitmeye yeterli değilmiş.
5) S. Arabistan terörü besliyormuş ama şimdi Irak meselesi varken, Arabistan ile uğraşamıyorlarmış!
6) Dünya (Türkiye dahil) demokrasi ve özgürlük mücadelesinde ABD’yi yalnız bırakmış. Onlar BOP üzerinde (herhalde gizli) hálá çalışıyorlarmış.
7) Barzani ve Talabani veri koşullar altında Türkiye’ye çok yakın imişler.
* * *
Bay Max Boot; ısrarla terennüm etmeye çalıştığı şablonunu mu bize dikte etti, yoksa bizimle kafa mı buldu, tam anlayamadım!
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2004
<B>TÜRKİYE, </B>Sırat Köprüsü’nden geçiyor. Elimiz yüreğimizde <B>17 Aralık </B>tarihini bekliyoruz. Her gün gelen yeni bir haber yüreğimizi hoplatıyor. Bazen anında moralimiz bozuluyor, bazen ufacık bir ipucuna seviniyoruz. Artık tarih alacağımızı üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Ancak bizi ‘ama’lar ürkütüyor.
Şu anda kapalı perdeler ardında kıyasıya bir pazarlık sürüyor. Artık ortada prensip falan yok, herkes ‘ne kopartırsak kárdır’ mantığı ile bize abanıyor. Allah, Türkiye adına pazarlık yürüten siyasetçi ve diplomatlarımıza sabır versin. İşleri çok zor. Sonrası ise onlar için daha da zor. Biliyorum, onlar ne yaparsa yapsınlar, sonunda kimseye yaranamayacaklar. 17 Aralık’ta çıkacak ‘ama’ları herkes bir ucundan tutacak ve lime lime edecek.
* * *
Bugünkü yazımda ise esasen ‘diğer ülkeler’ ile ilişkileri de ayakta tutma ihtiyacına vurgu yapmak istiyorum.
AB yolunda doğru adımlarla ilerleyen Türkiye, 17 Aralık’ta ne sonuç çıkarsa çıksın; ABD, Rusya, Çin ve Hindistan’ı katiyen göz ardı etmemelidir!
Bu uyarımı bazılarının yaptığı gibi ‘AB olmazsa onlar var’ sığlığında yapmıyorum. 17 Aralık’ta çıkacak en hayırlı netice dahi dünyanın bir satranç tahtası olduğunu ve dünyada varlığımızı ancak usta bir satranç oyuncusu olarak sürdürebileceğimizi bize unutturmamalı.
Son yıllarda dünyada enerji-petrol arzını en hızlı artıran Rusya, yine dünyadaki enerji-petrol talebi en hızlı artan Çin ve dünyanın yeni teknolojik parkı Hindistan’ın 21. yüzyılın, ABD ve AB ile birlikte, odak ülkelerinden olacağını hesap etmeyen ülkeler 21. yüzyılı katiyen okuyamayacaklar.
Enerji savaşlarının; bitmeyen dünya savaşlarını 21. yüzyıla taşıdığını, dolar karşında nihayet başka bir para biriminin, Euro’nun kıyamet koparacağını göremeyenler, 21. yüzyılda muhakkak kaybeden ülkeler arasına gireceklerdir.
* * *
Bu açıdan bakıldığında hemen 17 Aralık öncesi Putin’in Türkiye ziyareti çok önemli ve hayırlıdır. Türkiye’nin çöken Sovyetler’in ardından yüzüne gözüne bulaştırdığı ve Rusya’yı adeta yok sayan ‘kuzey politikası’ inşallah ve nihayet, yeni ve daha akılcı bir boyuta taşınacaktır.
Öte yanda, bizim dışımızda dünyadaki hemen tüm ülkelerin farkında olduğu Çin ve Hindistan’a hálá uzak duruşumuz, çok büyük açığımızdır.
* * *
Ancak, son zamanlarda beni çok rahatsız eden iki uçlu bir olumsuz gelişme var. Türkiye sanki her geçen gün hem Ortadoğu’da etkinlik kaybetmekte, İsrail-Filistin ikileminde beter bocalamakta, hem de en eski ve kim ne derse desin, tarihsel açıdan en vefalı müttefiki ABD’den anlaşılmaz nedenlerle uzaklaşmaktadır.
Sanki çokboyutlu analiz sistematiği bazı AKP’lilerin zihinsel boyutunu aşmakta, son zamanlarda ABD ile ilgili sadece duygusal tepki verilmektedir.
Onlar konjonktür olan ile yapısal olanı birbirine karıştırıyorlar!
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım!
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2004
<B>TÜRKİYE </B>bir yandan <B>17 Aralık</B>’ı bekler, bir yandan <B>Putin</B>’i ağırlarken; bir yandan da kendi <B>yönetim sistemini</B> yeniden sorguluyor. Rahmetli Turgut Özal cumhurbaşkanı olunca, sahip olduğu yetkileri beğenmemiş ve ortaya başkanlık sistemini atmıştı. Bazıları da yarı başkanlık sisteminden bahsetmeye başlamışlardı.
Süleyman Demirel de Özal’ın sağlığında, başkanlık sistemini diktatörlük özlemi olarak nitelendirmiş, tek kalınca da fikir değiştirerek ‘çok münasip gördüğünü’ beyan etmişti.
Şimdi ‘Başkanlık sistemi’ tartışmaları tekrar orta yere sürülüyor.
Ben, Özal’dan başlayarak ‘yönetim sistemi’nin sistematik olarak değil, kişisel açıdan tartışıldığını düşünüyorum.
* * *
Benim tavrım baştan beri açık: Parlamenter sistemi kesintisiz ve uzun süre yaşayıp, eksiğini gediğini yeterli seviyede irdelemedik ki, yeni bir sistem arayalım!
* * *
Şimdi Başkanlık Sitemi’ni AKP de irdeliyor. Muhalifler de diyorlar ki, Recep Tayyip Erdoğan Sezer’den sonra cumhurbaşkanı olmak istiyor ama bügünkü sistem içinde %35 oya sahip AKP oyları ile seçilmesi, yeterli millet desteği olmadığı, hatta %65’in kendisine kesin karşı olduğu gerekçeleri ile büyük sıkıntı yaratacak. Zira, %65 Erdoğan’ın hanımefendisinin türban ile Köşk’e çıkmasını hazmedemeyecek.
Buna mukabil, AKP’liler de, her seferdeki gibi, başkanlık sisteminin ülkeyi yönetim açısından oldukça hafifleteceğini iddia ediyorlar.
* * *
Benim bu yazı ile AKP’lilere ufak bir uyarım var. Uyarım da sadece pagmatik açıdan!
İster başkanlık sistemi olsun, ister yarı başkanlık sistemi; seçim:
1) Ya tek aşamalı olacak ve en fazla oyu alan aday seçilecek,
2) Ya da ilk turda en fazla oy alan ikinci tura kalacak ve ikinci turda en fazla oy alan seçilecek.
* * *
Sakın, AKP’liler ‘tek turlu’ bir seçim tarzını toplumdaki çeşitli katmanlara kabul ettirebileceklerini zannetmesinler!
Erdoğan’ın veri parlamenter sistem içinde cumhurbaşkanı seçilmesine karşı çıkanların argümanı tek turlu seçimi kökten reddediyor.
Onlar, Erdoğan’ın partisine oy vermeyen %65’in, türbanın Köşk’e çıkmasına kökten karşı olduğunu vurguluyorlar.
Milletin %35’inin Erdoğan’a doğrudan oy vermesi bir şeyi değiştirmez!
Bundan dolayı da başkanlık veya yarı başkanlık sistemine geçilirse, ‘iki turlu’ seçimi öne sürüyorlar ve Erdoğan ‘milletten %50’yi alırsa itiraz etmeyiz/edemeyiz’, diyerek resmen ‘gel gel!’ yapıyorlar.
Zira, düşünüyorlar ki, ikinci turda Erdoğan değil, onun karşısında kim kalırsa kalsın milletten %50 oy alma ihtimali Erdoğan’dan yüksek olacak!
Onlara göre; ‘türban fobisi’ olarak ifade edilebilecek bir tepki ile %65 ‘ikinci tercih’ olarak ‘ikinci turda’ Erdoğan’ın karşına çıkacak herhangi bir laikci adaya oy verecek!
* * *
Ben başkanlık/yarı başkanlık sistemine ancak ve ancak iki turlu seçimle geçilebileceğini düşünüyorum. AKP kendi kazdığı kuyuya düşebilir.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2004
<B> BRÜKSEL<br><br>FETHULLAH Gülen; belki Türkiye’ye giremiyor ama Avrupa Birliği’nin Parlamentosu’na giriyor! Gönderdiği ve genellikle TSK’nın siyasete karıştığı gerekçesi ile eleştirildiği salonda okunan mesajında da; TSK’nın Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olmadığını söyledi, tersine yüce Atatürk’ün gösterdiği yolda ‘muasırlaşma’ uğruna gösterdiği gayretleri övdü!
Yumurtaya can veren Allah’ım!
* * *
Hafta sonu; Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, Bahçeşehir Üniversitesi, Leuven Katolik Üniversitesi ve Avrupa Parlamentosu’nun ortaklaşa tertip ettikleri ve ‘Türkiye’nin AB Üyeliği Sürecinde: Kültür, Kimlik ve Din’ konulu konferansı iki gün sabah 09.00’dan akşam 19.00’a dek nefessiz ve salonu akşam saatlerinde dahi tıka basa dolu tutan yüzlerce insanla birlikte takip ederken, bana hakim olan düşünce, yukarıda ifade ettiğim gözlemler çerçevesinde aynen şöyle idi:
Türkiye baş döndürücü bir hızla değişiyor. İçinde bulunduğumuz geminin aklımızdan çok daha hızlı hareket etmesi hepimizi altüst ediyor!
Bu baş döndürücü değişimi beğenip beğenmemekte serbestsiniz, ama değişimin hızını kavramakta aciz kaldığınızı kabul etmek zorundasınız.
* * *
Anormal bir hızda gelişen değişim çerçevesinde konferansta ifade edilen görüşleri hazmetmeye çalışırken mideme ağrılar girmeye başladı.
Türkiye 17 Aralık’ta müzakere tarihi alacak ama daha önce de vurguladığım gibi bu ‘evet’te ‘ama’lar o kadar fazla olacak ki, Türkiye birbirine girecek!
Uzun ve dikenli yolculuk esasen 17 Aralık’tan sonra başlayacak!
Neden?
Bu kadar hızlı değişen dünya konjonktürü karşısında Avrupalılar da; aydını, akademisyeni, gazeteci ve siyasetçisi ile en az bizim kadar şaşkınlar!
17 Aralık’ta gerçekleşecek nişan töreni katiyen bir aşk birleşmesi değildir. Tarihin dünyaya yüklediği bir dayatmadır!
Verilecek karar ‘olumsuzluğun olumlulaştırılmasıdır’!
* * *
AB; Türkiye gibi nüfusu, dini, coğrafyası, örf ve adetleri, kişi başına milli geliri, üretimdeki zaafları, ekonomisindeki kırılgan yapısı, köylülüğünün yarattığı akıl almaz zihni (psişik) ve faaliyet (kinetik) yavaşlığı ve içindeki örnekleri (Türk işçiler) ile daha evvel hiç kendinden saymadığı, hep uzaktan baktığı, hep şüphe ile karşıladığı, hep ‘öteki’ addettiği bir ülkeyi sadece ve sadece ‘dışlamanın’ maliyetinin ‘içlemekten’ çok daha fazla olduğunun farkında olduğu için kabullenecek!
* * *
Konuşmacılar ve tartışmacılar AB ile Türkiye’nin kültürel alanda, kimlik meselesinde, tarihi gelişimde, dinsel yaklaşımda biribirlerine ne kadar benzediklerini anlatmakta o kadar zorlandılar ki, ne kadar farklı olduğumuz ortaya çıktı.
Ortalama eğitimi 3.5 yıl olan bir ülkenin ortalama eğitimi 8-10 yıl olan bir kulübe üyeliğinin millet indinde zorluğunu bir kenara bırakın, aramızdaki en ‘entellerin’ en ufak eleştiriler karşısında gösterdikleri ‘duygusal’ tepki bana ‘Bırakın üyeliği, müzakereleri nasıl götüreceğimize’ dair sorular sordurdu.
Türkiye eninde sonunda AB üyesi olacak, bunu çok ama çok istiyorum.
Türkiye Avrupalı olacak mı, işte bu sorunun cevabını bilmiyorum!
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2004
<B>BUGÜNLERDE Kıbrıs </B>ister istemez gündeme geliyor, canımızı sıkıyor. Öte yanda <B>statükocular</B>, sanki Kıbrıs’ın bu duruma gelmesinin <B>başaktörleri </B>değillermiş gibi, ‘Kıbrıs’ı verdiniz de elinize ne geçti!’ korosunu işletiyorlar. İnsan aklı unutmaya mahkûmdur. Gelin bugün kısa Kıbrıs tarihinde Denktaş ve yoldaşları ‘Kıbrıs’ta barış’ için neler yapmışlar, ona bakalım.
* * *
1) Önce statükocuların hep atıfta bulundukları ‘1960 Güvenlik ve İttifak Antlaşması’nın ilgili maddesine bakalım. Madde 2:
i) Yunanistan, İngiltere ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1’inci maddede belirtilen taahhütlerini kaydederek, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, ülke bütünlüğünü, güvenliğini ve anayasanın temel maddeleri ile oluşan durumu tanırlar ve garanti ederler.
ii) ...Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin diğer herhangi bir devlet ile gerek birleşmesini (AB üyeliği) gerekse Ada’nın taksimini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak gerçekleştirmeye yardım ve teşvik edici bir amacı olan tüm hareketleri kendi yetki ve ilgileri oranında önlemeyi üstlenirler.
* * *
2) Ancak; i) 1964 yılında BM, Kıbrıs kararları çerçevesinde Rum yönetimini Ada’nın tek meşru hükümeti ilan ederken,
ii) Kıbrıs Rum tarafı 4 Temmuz 1990’da AB başvurusu yaparken tamamen sessiz kalan/araziye uyan Türkiye, bu haklarını katiyen kullanmamıştır. Neden?
3) 1974 Barış Harekátı’ndan sonra 30 Temmuz 1974 tarihli Cenevre Konferansı’nda karara bağlanan ve altında Denktaş, Klerides ve 3 garantör ülkenin Dışişleri Bakanı’nın imzası bulunan Cenevre Deklarasyonu’nun 5. maddesine göre, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti içinde iki eşit otonom yönetim olduğu’ kabul edildi ve dolayısıyla Rumların tek başlarına Kıbrıs hükümeti olmadığı tescillendi. Ancak, tek başına kendi hükümranlığını kurmak isteyen Rauf Denktaş sonradan ve aniden 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) adı altında bir devlet kurdu. Kıbrıs Rum Kesimi de bunun üzerine BM’nin 1964 tarihli kararına geri döndü (Bkz. 2 ii)
* * *
4) 1975’te kurulan Federe Devlet Anayasası’na göre bir kişi ancak iki kez cumhurbaşkanı (8 yıl) olabiliyordu. 1983’te Denktaş 8 yılını doldurdu. Denktaş, 1983 Kasım’ında KTFD yerine KKTC’yi kuruverdi, cumhurbaşkanlığı sürecini sıfırladı.
5) Rauf Denktaş ısrarla Annan Planı’nı tartışmak için yeterli zaman olmadığını söylemiştir. Annan Planı’nı yaratan müzakereler tam 40 ay sürmüştür! Sadece, Mümtaz Soysal’ın Türk tarafına başkanlık ettiği iki tarafın kanunlarını uyumlu hale getirecek komiteye Türk tarafı üyelerin atanması 3 ay vakit almıştır!
6) Rauf Denktaş 2002 sonunda Helsinki’ye gitmeye dahi tenezzül etmeyerek, zamanın Rum Kesimi Lideri Klerides’e ‘Rauf bana hayatımın hediyesini verdi’ dedirtmiştir. Gitse idi, KKTC’nin tanınması ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyesi olarak kabul edilmesinin’ ayrılmaz parçası olacaktı.
* * *
Kıbrıs’ta çözümsüzlük, statükocular için hep çözüm olmuştur.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2004
<B>AB Taslak Raporu</B>’nda yer alan Güney Kıbrıs’ı tanıma şartı ve serbest dolaşıma ‘kalıcı önlem’ getirilmesi, haklı olarak hepimizi rahatsız etti. Ben de dünkü yazımda ‘Güney Kıbrıs’ın tanınması şartını’, Türkiye’nin; ‘BM’nin KKTC lehine bir raporu Güvenlik Konseyi’nde eş zamanlı oylaması’ şartı ile birleştirerek pazarlık yapmasını önerdim.
Bu konuda dün özetle dedim ki:
‘...Buna göre, Genel Sekreter Kofi Annan’ın BMGK’ya bir rapor vermesi gerekiyor.
Tüm akli ve vicdani veriler bu raporun içeriğinin KKTC’nin lehine olacağını söylüyor. Bu rapor ile KKTC üzerindeki (tanınmasını yasaklayan, ambargo uygulanmasını zorunlu hale getiren) 541 ve 550 sayılı kararları tamamen ortadan kaldırmasa bile, AB ve ABD’nin KKTC’ye karşı tavrını rahatlatacak kararlar alınabilir...’
* * *
Bugün ise serbest dolaşım üzerinde durmak isitiyorum. Gazetelere göre, raporda:
‘....serbest dolaşıma ise ‘kalıcı önlem’ getirilebileceği belirtiliyor...’
* * *
Bir tarihte Alman Tarım Bakanı bizzat bana:
‘Türkiye, tarım sektöründe AB’nin ortalama verimliliğini ve ücret seviyesini yakalayamadığı sürece, öldüm Allah AB’ye giremezsiniz’ demişti.
Nitekim, bu tarihten sonra AB’de serbest dolaşım konusunda bazı ülkeler için geçici önlem hayata geçirildi.
Çeşitli ortamlarda devamlı dile getiriyorum:
Türk insanının zihin haritasına ‘verimli üretim’ ve ‘etkin üretim’ kavramlarını yerleştirilmediği sürece Türkiye Cumhuriyeti, kazara AB üyesi olsa dahi Türk insanı Avrupalı olamaz!
Tarım sektöründe nüfusunun %35-40’ını barındırdığı halde nüfusunun sadece %3.5-4’ü ile, bizden daha fazla tarımsal üretim yapan AB’nin parçası olmak mümkün değildir.
Toprağı Konya’dan küçük olan Hollanda’nın tarımsal ihracatı Türkiye’nin toplam ihracatından fazla!
* * *
Ancak, serbest dolaşım AB’nin ruhunun özüdür ve serbest dolaşıma kalıcı önlem getirme gayreti süt kullanmadan sütlaç yapma gayreti kadar beyhude bir gayrettir.
İlginçtir, serbest dolaşım tartışması da bizi Kıbrıs’a götürüyor!
Annan Planı’nın oylanması öncesi, plan üzerinde pazarlıklar sürerken, KKTC Güney’den Kuzey’e yerleşecek Rumlar için kalıcı kota-önlem getirmek istemişti.
Bugün Türkiye için kalıcı-önlemden bahseden AB yetkilileri o tarihlerde:
‘Katiyen olmaz, Kıbrıs topyekûn AB üyesi olacak, serbest dolaşıma kalıcı önlem anlamına gelen kalıcı-kota AB’nin ruhuna aykırıdır’ diyerek karşı çıkmışlardı.
Nitekim, hayata geçemeyen Annan Planı’nda Güney’den Kuzey’e yerleşme gayretlerine yönelik serbest dolaşım için ancak kısıtlı-kota kabul edilmişti.
* * *
24 Nisan’da referanduma ‘evet’ diyen KKTC halkı şimdi TC’nin eline, onun için hayati olan konularda çok önemli pazarlık kozları hediye etmiştir.
AB ile kavga değil pazarlık edeceğimizi unutmayalım!
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2004
<B>GAZETELER,</B> yayınlanan <B>AB taslağında</B> Kıbrıs ile ilgili şu noktaya dikkati çektiler: ‘AB’nin Türkiye’ye ilişkin 17 Aralık kararı taslağında Ankara’nın, <B>Güney Kıbrıs</B>’ı dolaylı tanıma şartı da var... Taslaktaki bu ifadeler, 6 Ekim’de yayınlanan komisyon raporunun görüşleriyle örtüşüyor. Taslakta ayrıca, Türkiye’nin 25 üye ülkeyle müzakere edeceği gerçeğine de vurgulama yapılıyor ve dolaylı olarak Türkiye’nin Kıbrıs Rum Kesimi’ni ‘fiilen tanıyacağı’ belirtiliyor.’
Ayrıca gazetelere göre:
‘....serbest dolaşıma ise ‘kalıcı önlem’ getirilebileceği belirtiliyor...’
* * *
Beklendiği gibi, adı geçen taslak ile pazarlık döneminin tam göbeğine düştük. Bugünden 17 Aralık’a kadar geçecek süre, prensiplerin büyük çapta kenara itileceği, kıran kırana pazarlıklarınyapılacağı bir dönem.
Bu dönemde alınmadan, küsmeden ama menfaatlerini optimium seviyede korumaya çalışan tam bir müdebbir devlet gibi davranmalıyız.
* * *
Güney Kıbrıs’ın tanınmasını ele alalım.
Tamam, Güney Kıbrıs Kopenhag Kriterleri içinde yok. Bize dayatılamaz. Ama, varlık nedeni sınırların kaldırılmasına dayanan bir birlik içinde yer alan iki ortak devletin birbirini tanımaması da hayal edilemez.
* * *
‘Tanıma’ konusunda bizim de elimizde iki önemli pazarlık unsuru var:
1) Taslağa göre üyeliğimiz 2014’te söz konusu olduğuna göre, Güney Kıbrıs’ı tanımamız için daha vakit var. Biz de 17 Aralık öncesi, tam üyelik zamanı gelince Güney Kıbrıs’ı tanıyacağımızı ilan edebilir ve bununla yetinilmesini teklif edebiliriz.
2) Ancak, elimizde çok daha önemli bir koz var.
KKTC’nin başka ülkeler tarafından tanınamayacağı, ambargoya tabi olacağı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) 541 ve 550 sayılı kararları ile tüm ülkelerin elini kolunu bağlamıştır.
Ancak 24 Nisan referandumunda KKTC BM Planı’na (Annan Planı) destek vermiş, Rum Kesimi ise planı reddetmiştir.
Buna göre, Genel Sekreter Kofi Annan’ın BMGK’ya bir rapor vermesi gerekiyor.
Tüm akli ve vicdani veriler bu raporun içeriğinin KKTC’nin lehine olacağını söylüyor. Bu rapor ile KKTC üzerindeki 541 ve 550 sayılı kararları tamamen ortadan kaldırmasa bile, AB ve ABD’nin KKTC’ye karşı tavrını rahatlatacak kararlar alınabilir.
KKTC’nin tanınması için tıkanıklıklar aşılabilir, Annan Planı -belki de Güney’de yeniden oylanacak yeni hali ile- tekrar gündeme gelebilir.
Ancak, BM Genel Sekreteri, hazır olan ‘Referandum Sonrası Kıbrıs Raporu’nun BMGK’de oylanmasını siyaseten 17 Aralık sonrasına bırakabilir.
* * *
İşte biz bu ortamda Güney Kıbrıs’ın tanınması karşılığı, KKTC üzerinde önce ambargoyu hafifletecek, sonra Kıbrıs Cumhuriyeti içinde (Annan Planı ruhu çerçevesinde) eritilerek tanınmasını sağlayacak kararın BMGK’den eş zamanlı çıkması için pazarlık yapabiliriz.
Türkiye sıkı pazarlıklar yapmak durumunda!
Bu dönemde moral bozmak yerine Dışişleri’ne azami destek verelim!
* * *
Serbest dolaşım meselesini ise yarın ele alacağım.
Yazının Devamını Oku