27 Aralık 2004
<B>YENİ yıl </B>haftasında <B>siyasetten </B>uzak durmaya çalışıyorum. ‘İnsanlıktan bahsedeceğim, siyasetten uzak duracağım’ diye yazmak istiyorum, ama bu durumda ilk önce kendimi dışlamış olurum. Zira, yazdığım yazıların büyük çoğunluğu siyaset üzerine.
Ama ben yine de bu günlerde insanlığımı hatırlamak istiyorum.
Nasıl olsa, çok değil birkaç gün sonra yine siyasete bir hırs geri dönerim!
* * *
Her dönem; bir önceki dönemden ne kadar ileri gittiğini vurgular. Refah seviyesindeki fark, yeni teknolojilerin getirdiği nimetler vurgulanır.
Her dönemin insanı ilk önce hayatın sır kelimesinin ‘başarı’ olduğuna ikna edilir. Başarı, önce hedef olarak kabul ettirilir, daha sonra tarif edilir.
Sadece bu dönemde değil, tüm zamanlarda ‘başarı’, özel insanlar dışında, önce maddi imkan artışı, sonra da gücün yükselişini simgeleyen statü kelimeleri ile ifade edilmiştir.
Fark, zaman içinde başarı kavramına giderek tapılmaya başlanmasındadır. Yoksa, insan insan olalı beri başarı kavramını maddi olarak ölçülebilir kriterlerle değerlendirmiştir.
Başarı kavramı veya başarı ihtiyacı insanlığa her geçen gün yeni bir teknolojik, farmakolojik, hatta biyolojik nimet hediye ediyor.
Bu nimetleri görmezden gelmek, bunlardan faydalanmamak mümkün değil.
* * *
Ancak, giderek unuttuğumuz bir kavram da var hayatta: Huzur!
İnsan, hayat ile iyice haşır neşir olmaya başladıktan, başarının tarif gereği sonuçlarını üç aşağı beş yukarı tatmaya başladıktan sonra bir gün birdenbire ‘Bu mu?’, diye soruyor.
Maddi dünyada vardığın noktada bir gün ağzındaki pas tadının hálá orada durduğunu hissettiğinde ‘Aradığım bu mu?’ diye sormadan edemiyorsun.
Üç aşağı beş yukarı bir noktaya varıp da, bu noktanın içinizi katiyen yıkamadığını gördüğünüzde ne yapıyorsunuz?
Ya ‘Yeteri kadar başarılı olamadım, bu statü de, maddi imkanlar da bana yetmez!’ diye karar verip kendinizi beter kahrediyorsunuz, ya da ‘Acaba doğru yönde mi ilerliyorum?’ diye sorguluyorsunuz.
‘Ben hayatta ne isterim?’
Hayatımın ikinci döneminde benim bulduğum cevap: Huzur!
Belki bende hiç olmadığı için bu kavramı abartıyorum. Belki ona baştan beri sahip insanlar var ve onlar zaten huzurlu olmayı doğal buldukları için benim kelimeye yüklediğim sembolik anlamı onlar yüklemiyorlar.
* * *
Ancak, bana artık öyle geliyor ki, huzurlu olmaktan öte insanca bir kavram yok. İnsan bir hayat boyu onu arıyor ve sanki çoğunluk onu elleriyle tam tutamadan göçüp gidiyor.
Huzuru saçlarından kavrayamayanların çoğunluğu durumun farkında bile değiller. Ha bire koşuyorlar, nereye ve hatta neden koştuklarını çoktan unutmuşlar.
Bazıları -benim gibi- geç de olsa, durumu kavramışlar, ama onlar da huzuru nerede ve nasıl bulacaklarını bilmiyorlar.
Acaba dünyaya ‘bir tatlı huzur almak’ için gelmiş olabilir miyiz?
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2004
<B>BİRDEN </B>düşündüm.<br><br>En son bir dostumu arayıp ne zaman ‘nasılsın?’ diye sordum. Kendi soruma kendi verdiğim cevaptan kendim utandım.
Kendime ‘Sen insanlığını unutmuşsun!’ dedim.
Neden hayatı sanki içinde ‘soluk’ yokmuş gibi yaşıyorum?
Neden hayatı çok ciddi bir iş yapıyormuş edalarında koşuyorum?
Neden ‘ağır ol da molla desinler!’ sözünü bu kadar önemsemişim?
En son ne zaman kasıklarımı tuta tuta güldüm?
Ne zaman doya doya ağladım?
Ne zaman haykırarak bağırdım?
Çığlık attım, sesim kısıldı?
Bir arkadaşımı en son ne zaman sırf merak ettiğim için aradım?
* * *
Hayata soluk aldırmak!
Bana öyle geliyor ki, biz Türkler bu kavramı bilmiyoruz. Hayatı durdurup, onu sadece ‘hayat’ olduğu için yaşayamıyoruz.
Ne olur, sakın bana parasızlıktan, fukaralıktan bahsetmeyin!
Gelin kabul edin, ‘kaliteli yaşamı’ çoğumuz tanımıyoruz.
Sadece ve sadece elimiz yüreğimizde, sanki her an hayat kayıp gidecekmiş gibi yaşıyoruz.
Peki molla edasında yaşadığımız hayatı çok mu ciddiye alıyoruz, örneğin sadece üretime önem verip, keyif almayı unutuyor olabilir miyiz?
Katiyen hayır!
Hayatı kaliteli yaşayanlar, hayattan keyif alanlar aynı zamanda hayatı gerçekten ciddiye alan ve üreten insanlar!
Biz üretmeden ve dahi hayattan keyif almadan yaşıyoruz.
Toplumsal bilincimizin yüksek olduğu iddiası, paylaşmayı sevdiğimize dair menkıbeler galiba aziz Atatürk’ün ‘Türk milleti çalışkandır!’ sözü gibi olanı vurguladığımız değil gerçek olmasını arzuladığımız bir dilek.
* * *
Paylaşmayı katiyen umursamadan yaşamak, hep bir yere yetişecekmişiz gibi hissetmek, hep başkasının tavuğunu kışlamak, hep ‘anın’ dışında olmak, hep ‘ben-merkezli’ kalmak zor ama pekala becerdiğimiz bir hayat tarzı!
* * *
Ne olurdu, bazen hayatı durdurabilsek, nefeslenebilsek, etrafa bakabilsek, kendi dışımızdakilerin farkına varabilsek, birinin eksiğini ciğerimizde hissedebilsek, birini merak etsek, birini burnumuz sızlayarak özlesek!
Saatlerce bekleyip yarım saat görüşmenin, mektup beklemenin, hafta sonu buluşmasını hayal etmenin, ‘gelecek ay geleceğini’ bilmenin, aramasa da ‘sağlığı yerinde ya, mesele yok!’ diye avunmanın keyfine en son ne zaman vardınız?
En son ne zaman birini gerçekten merak ettiniz, ‘ya sağlığı bozulursa!’ diye kaygılandınız, ‘ya mutsuz olursa!’, diye dertlendiniz?
* * *
Gelin, kendinize bir iyilik yapın ve bir an olsun ‘anı’ yaşayın.
Bir an için kendiniz dışında da varlıklar olduğunu düşünün.
Birini merak edin!
Birini özleyin!
Nasılsınız?
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2004
<B>AB süreci </B>Türkiye’ye inanılmaz bir <B>dönüşüm </B>yaşatıyor. Samimi olarak inanıyorum ki, <B>Türkiye</B> <B>Cumhuriyeti</B>’nin kuruluş döneminden sonra en büyük <B>dönüşüm (transformasyon)</B> bu dönemde yaşanacak. Dönüşüm çoktan başladı bile. Çok değil; 3-4 yıl öncesine gidin, yolsuzlukların kol gezdiği, bankacılık sektörünün yerlerde sürüklendiği, sanayi sektörünün üretmeden sadece devlete para satarak kár ettiği bir dönem yaşıyorduk. Sanayi henüz Gümrük Birliği şokunu üzerinden atamamıştı.
* * *
Bugün çok daha düzgün bir bankacılık sektörümüz var, ekonomi dünyanın kabul ettiği normlarla ayağa kaldırılıyor, rekabeti hızla öğrenen sanayimiz Avrupa ülkelerine mal üretiyor.
Son dönemde TSK’nın kat ettiği mesafeyi görmemek için de ya kör, ya da iflah olmaz bir muhalif olmak gerekiyor.
Yüce Divan serüveni de siyasette artık yapanın yanına kalmayacağının ilk göstergelerinden. Ancak, siyasetin tepesinde hálá keskin uçlu bir sarkaç sallanıp duruyor: Dokunulmazlıklar illa ki kalkmak zorunda!
* * *
Türkiye’de yaşanan muazzam dönüşümden nasibini alması gereken bir sektör de medya!
Artık, medyanın da geçmişten ders alarak, kendini yeniden şekillendirmesinin vakti geldi. Bu dönemde medya kendi özeleştirisini yapmak, kendi normlarını pekiştirmek, yönünü yeniden tarif etmek durumunda.
Çok değil, 3-5 yıl içinde teknoloji dünyada yayınlanan tüm gazetelerin Türkçe nüshalarının her sabah her eve ulaşmasını sağlayacak, yabancı kanallar şimdiden ipuçlarını gördüğümüz gibi Türkçe yayın da yapmaya başlayacaklar.
Yeni dönemde Türk medyasının rakibi; tıpkı sanayi sektöründe, hizmet sektöründe son birkaç yıldır yaşandığı gibi, birbirleri olmaktan çıkacak.
Türk medyasının da rakibi dünya medyası olacak!
* * *
Böyle bir döneme hazırlanmak için medyamız önce mülkiyet ile ilgili sorunlarını çözmek zorunda.
Medya sahibi olmanın standartları çok daha açık tarif edilmek durumunda!
Ancak; medya içeriği (muhtevayı) de irdelemeye mecbur:
1) Haber ile yorum birbirinden kesin ayrılacak.
2) Okura bilgi vermenin en doğru yönü haber analiz (news analysis). Bu dönemde ‘uzman gazetecilik’, ‘düz gazeteciliğin’ önüne geçecek.
3) Dünyada bu kadar çok köşe yazarı ancak geri ülkelerde var. Köşe yazısına eskiden fikir yazısı denirdi. Fikir üretemeyen, görüşünü gerekçe ile destekleyemeyen, sadece söverek geçinen sözüm ona köşe yazarlarının meydanlardan çekilme vakti çoktan geldi.
* * *
Dönüşüm sırası medyada!
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2004
<B>TÜRKİYE </B>muazzam bir <B>dönüşüm</B> -gerçek kelime <B>transformasyon </B>ve maalesef Türkçe’de tam karşılığı yok- yaşıyor. Dönüşüm öyle garip bir olgu ki; hem gerçekleşmesi, hem de fark edilmesi çok zor. Türkiye, AB fırtınası altında, her gün yeniden dönüşüyor ve her gün daha önce rüyalarımıza girseler ‘Tövbe, tövbe!’ diyerek yataktan fırlayacağımız tabular birer birer yıkılıyor.
* * *
Son dönemde 17 Aralık sendromu nedeni ile yerle bir edilen iki tabu gereği kadar dikkatimizi çekmedi:
1) Daha önce gazete sayfalarında birer satırlık olsun yer alamayan Bediüzzaman Saidi Nursi diziler ile, makaleler ile gazeteleri süslemeye başladı.
2) Bazı komutanlar yolsuzluk iddiaları ile ya yargılanıyor ya da yargılanmaya hazırlanıyorlar.
* * *
1) Bir süre önce Saidi Nursi ve Fethullah Gülen hakkında bu iki mütefekkirin düşünce dünyasını irdeleyen iki yazı yazdıktan sonra, bir grup insanımız tarafından göklere çıkarıldım, bir kısım insanımız ise beni yerden yere vurdu.
Ancak çok açık belli idi ki; iki taraf da Hürriyet gibi bir gazetede bu nitelikte makaleler yayınlanmasını çok garipsemişlerdi.
Şimdi mutlulukla görüyorum ki, gazeteler 20. yüzyılda bu topraklarda yetişmiş en önemli düşünce adamlarından birisi olan Saidi Nursi hakkında diziler hazırlıyorlar, bu düşünürün Türk düşünce hayatı içindeki yerini irdeliyorlar.
Bu arada yine öğreniyoruz ki, dünya çapında bir başka düşün adamımız, dünyada yaşayan en büyük 3-5 sosyologdan birisi olarak kabul edilen Şerif Mardin, yanına destur almadan giremeyecek sözüm ona bilim adamları yüzünden ‘Saidi Nursi çalışmaları’ nedeni ile Türkiye Bilimler Akademisi’ne kabul edilmiyormuş.
Kimileri yüz akı bir bilim adamımız üzerinden Türkiye için bir yüz karası yaratıyorlarmış!
Yine bu arada öğreniyoruz ki, Fethullah Gülen gençlik yıllarında yazdığı bir yazıda intihal yapmış, kaynak göstermeden başkasının görüşlerini kendi görüşleri gibi yayınlamış. Keşke şimdi olgun yaşında özür dilese!
Tarih yeniden ve yeni bakış açısı ile yazılıyor, farkında mısınız?
* * *
2) Öte yanda; sıra ile eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral İlhami Erdil, MGK eski Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, Jandarma eski Genel Komutanı Orgeneral Şener Özuygur, eski MSB İnşaat Daire Başkanı Tuğgeneral Yaşar Öney ve Tümgeneral Kenzi Suner, hepsinin ortak paydası yolsuzluk iddiası olmak üzere ya yargılanmaya başladılar ya da müfettişlerce soruşturmaya uğruyorlar.
Adı, rüşvet veren uluslararası firma tarafından yedi düvele ilan edilen komutanı bile yargıla(ya)mamış bir gelenekten gelen TSK’nın ‘kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışını terk etmesi muhakkak ki önemli bir adım, büyük bir devrim!
* * *
Komutanların ancak diğer yurttaşlar kadar vatanı sevebileceklerinin, onların içinde de hata yapanların bulunabileceğinin bizzat komutanlarca kabulünün ülkemiz için ne kadar önemli ve hayırlı bir haber olduğunun farkında mısınız?
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2004
<B>KİM </B>ne derse desin; <B>17 Aralık </B>büyük bir başarının adıdır ve 41 yıllık hasrette, diğer katkıda bulunanların hakkı yenmeden, en büyük <B>takdiri </B>bizzat <B>Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti</B>’ne ayırma mecburiyeti vardır. Emeği geçen tüm siyasilerimiz ve bürokratlarımıza, tüm sessiz emekçilere candan teşekkür eder, kendilerini kalben kutlarım. Onların gayreti, aklı, müzakere yetenekleri ve alın terleri olmasa idi bu merhale aşılamazdı.
Vardığımız noktayı küçümsememek kadar, abartmamak da gerekir. Sadece nişan kıyılmıştır, karşılıklı hazırlık döneminin evlilik ile bitme mecburiyeti ise yoktur. Nişan akdinin altına yazılsa da yazılmasa da, nişan dönemlerinin illa ki evlilik ile biteceğine dair dünyanın hiçbir yerinde yaptırım yoktur.
Müzakere müzakerdir! O kadar!
* * *
Müzakere dönemi; Türkiye için 41 yıllık AB serüveninde en zor dönemeç olacaktır, zira bu dönemde Türkiye ‘kendi zihin haritasını’ ‘Batı’nın zihin haritasına’ dönüştürme gayretine girecektir.
Dönüşüm (transformasyon) bir toplum için en zor eylemdir!
* * *
‘Eski köye yeni adet, her ne kadar hayırlıysa da, bu alemin ondan nefreti eski adettir’ - Ahmet Cevdet Paşa.
Ancak, ben bugün başka bir göreve parmak basmak istiyorum.
Türkiye AB içinde ana görevini unutmamalı ve o gerçeğin gereğini yapmaya azami dikkat göstermelidir.
* * *
Türkiye AB’den müzakere tarihini bir Avrupa ülkesi olduğu için almadı. Tamam, son zamanlarda büyük gayret gösterdi ama Türkiye AB’ye örnek bir ‘hukuk devleti’ olduğu için de davet edilmedi.
Türkiye, 21. yüzyılın eşiğinde, yıkılan komünist alternatif yerine İslam’ın yeni ve çok güçlü alternatif olarak ortaya çıkması nedeni ile, ‘acaba Batı medeniyet çığrı ile İslam medeniyet çığrı arasında yumuşatıcı, mezc edici bir etken olabilir mi?’ sorusuna cevap oluşturması için davet aldı.
Tersten söyler isek; Batı 9/11 gölgesinde Türkiye’yi dışlamayı göze alamadığı için bize tarih vermiştir.
Türkiye bir Batı ülkesi değil, Doğu’nun en Batılı ülkesidir!
* * *
Buna göre, Türkiye yeni dönemde Avrupa normlarına alabildiğine hazırlanırken, aynı anda ve eşgüdümlü olarak Ortadoğu ile ilişkilerini her zamankinden çok daha güçlü kılmak zorundadır.
Bugün itibariyla Türkiye’nin İran, Irak, Suriye, S.Arabistan, Filistin, İsrail ve Mısır ‘masaları’ ve ‘araştırmaları’ çok daha önemli hale gelmiştir.
Bu dönemde Türkiye Rusya ve Türki Cumhuriyeti politikalarını yeniden oluşturmak zorundadır.
Bu dönemde Çin ve Hindistan’a ayrı ve yeni bir sayfa açmak zorundayız.
Aksi halde, hukuksal konularda ağzımızla kuş tutsak dahi, AB içinde bir işlerliğimiz olmayacağı gibi, işte o zaman tam anlamı ile AB’nin kucağına otururuz.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2004
(<B>ÖNEMLİ NOT:</B> Bu yazı Brüksel Zirvesi sona ermeden yazılmıştır.)<br><br>Önce bir <B>gerçeği</B> kavrayalım. <br><br><B>Brüksel</B>’den eli boş dönen <B>AKP hükümeti</B> önce Güney Kıbrıs’ı tanımayarak ‘gururumuzu’ kurtardığı için kutlanabilir. Hatta hükümet göklere dahi çıkarılabilir. Sonra...
Sonra statüko, hükümetin ‘memleketi satmayı göze aldığı halde Brüksel’den eli boş döndüğünü ilan eder’ ve çeşitli bahanelerle hükümeti yıpratma süreci başlar.
Baştan beri iddia ediyorum; AB’den kopacak hükümet partisi AKP en geç 2005 ilkbaharında bölünür ve ülkeyi yeni bir seçime götürecek teknokrat hükümet kurulur.
Haklı olarak sorulacaktır. Tersten sorarsak:
Güney Kıbrıs’ı tanıyan hükümet ayakta kalır mı?
Tabii ki, o durumda da hükümet ayakta kalamaz!
* * *
Öte yandan şu soruyu da sormak lazım: Peki AB, Türkiye’yi tamamen dışlayabilir mi? 11/9 sonrası yeniden şekillenen dünyada AB, Türkiye’yi dışarıda bırakabilir mi?
Bu sorunun da cevabı: Hayır!
AB; Hıristiyan dünya ile Müslüman dünyayı tamamen ayrıştıracak bir kararı alamaz.
* * *
Peki ne olacak?
Meseleyi kilit isim çözecek.
Şu anda dünyanın geleceğini bir kişi şekillendirebilir: Kofi Annan!
Pekálá, Kofi Annan ‘Kıbrıs meselesini’, Türkiye’ye Güney Kıbrıs’ı tanımak için verilen süre içinde, yani 3 Ekim 2005’e dek çözmeyi taahhüt edebilir.
Bu süre içinde Kofi Annan zaten mükellef olduğu üzere Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) ‘referandum sonrası raporu’nu verir ve KKTC’nin lehine kararlar çıkarıp, doğrudan tanınmasa dahi, diğer ülkeler açısından KKTC ile ticareti ve turizmi artıracak, yatırımları teşvik edecek yolları açar.
Eğer Türkiye, ‘yeni BMGK kararına’ bağlılık şartı ile Güney Kıbrıs’ı 3 Ekim 2005 itibarıyla tanımayı bugün taahhüt eden bir söz verirse, o tarihten sonraki dönemde KKTC’nin Güney Kıbrıs ile birlikte Kıbrıs Cumhuriyeti’ni oluşturacağı yeni Annan Planı tekrar gündeme gelir.
* * *
Öte yandan; serbest dolaşıma kalıcı sınırlama, bir kural ve dayatma haline gelemez.
AB ruhu emeğin, sermayenin, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı üzerine kuruludur. Zaten hedef budur.
Öte yandan, AB üyeliği sürecinde Türkiye’ye akacak yatırımlar emeğin büyük çapta ülkede istihdamını sağlayacaktır. Portekiz, İspanya ve Polonya bu süreci aynen böyle yaşadı, yaşıyor.
Ancak, AB’nin elini kolunu bağlayan daha önemli bir kısıt var.
AB nüfus yapısı hızla yaşlanıyor. Yaşlı nüfusun maliyetini finanse etmek ve öte yandan üretimi devam ettirmek için AB genç emek gücüne muhtaç.
Nüfusunun yüzde 65’i 35 yaşın altında olan Türkiye’nin önüne, emeğin serbest dolaşımı açısından kalıcı sınırlama koymak, AB’nin kendi ipini kendisinin kesmesi anlamına gelir.
Türkiye’nin Brüksel’den anlaşmayı onaylamadan dönmemesi gerekir!
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2004
<B>BİR gün daha geçti, büyük güne 24 saat veya 1 gün kaldı!</B> Vücutlarımızdan fışkıran <B>adrenalini </B>denetlemek iyice imkansızlaştı. Her an ‘Acaba ne olacak?’ sorusu ile yaşıyoruz. Her geçen dakika Batı’dan gelen yeni bir haber ya moralimizi yerle bir ediyor, ya da bizi gökyüzüne fırlatıyor.
Bu köşeyi takip edenler farkındadırlar, 1 Aralık’ta ‘pazarlık döneminin’ başladığını tespit edince bu durumu ilan ettim ve o günden beri ilgilileri ‘eleştiren’ bir yazı yazmıyorum.
Biliyorum ki, gün gerçekten birlik günüdür!
Yine biliyorum ki; gerek hükümet üyeleri, gerek ilgili bürokratlarımız bizlerden daha donanımlı oldukları için en iyi pazarlığı yapıyorlar, sinir sistemlerini de her gün yeniden akord ediyorlar!
Böyle bir dönemde pusuya yatmış, açık arayan ‘müzmin ancak Allah’a şükür içleri boş muhaliflerin’ de akılla baş edemeyecekleri bir durum karşısında çamur atmak üzere fırsat beklediklerini biliyorum ve şimdiden insafsızca kör ateşine başladıklarını görüyorum.
Ben netice ne çıkarsa çıksın, pazarlıklar sırasında tansiyonları her an fırlamaya hazır bekleyen hükümet üyelerine ve kıymetli bürokratlarımıza şimdiden binlerce teşekkür ediyorum.
* * *
17’sinde içinde ‘ama’sı bol bir ‘evet’ cevabı ile karşılaşacağımızı biliyorum. AB’yi büyük çoğunluk gibi ne kadar içten istediğimi de bilen biliyor.
Ancak, bugün başka bir perspektifi masaya yatıracağım!
Biz AB serüveni çerçevesinde demokratikleşme-özgürleşme-refahı artırma alanlarında gerçek ve samimi mücadele verelim, kanunlarımızdan öte insan sermayemizi hem donanım hem zihniyet açısından Atatürk’ün emrettiği ‘muasır medeniyete’ ulaştıralım, işte o zaman bize ‘Tamam sizi AB’ye alıyoruz!’ dediklerinde AB üyeliğini yeniden düşünmek durumunda olabiliriz.
AB-ABD-Rusya-Çin-Hindistan-Ortadoğu sarmalında, eğer güçlü insan sermayemizi, hukukun üstünlüğüne dayanan devletimizi çağdaş seviyede geliştirebilirsek; jeopolitik konumumuzu, akılcı politikaları, müdebbir bürokrasiyi ön plana alırsak, belki ‘gün geldiğinde’, AB’ye ‘Teşekkür ederiz ama biz üyelikte yokuz!’ demek daha doğru bir karar olacak.
Belki, rakamsal ölçüler yanında kaliteye yönelik ölçümler ile de ‘büyük Türkiye’ oluştuğunda; AB-ABD-Rusya-Çin-Hindistan-Ortadoğu sarmalında kendi menfaatimizin bu merkezler arasında arabuluculuk yapmak olduğunu göreceğiz.
İşte o zaman nazlanan taraf biz olacağız!
Ben bütün samimiyetimle 21. yüzyılın Türkiye’ye çok ama çok büyük sorumluluklar ve yetkiler yüklediğine inanıyorum.
Bu durumu ilk tespit edenler arasında eski ABD Başkanı William Jefferson Clinton da var. Eski Başkan daha 1999’da ve ABD’de, Türklerin bulunmadığı bir toplantıda, Avrupalı dostlarını uyarıyor:
‘....İnanıyorum ki, gelecek yüzyıl da Türkiye’nin kendisini ve geleceği tarifi ile gerçekleşecektir... Şayet Türkiye insan haklarına saygısını artırırsa ve Avrupalı dostlarımız gerçekçi bir vizyonla Avrupa ve Müslüman ülkelerin barış ve uyum içinde bir araya gelmelerinin tek yolunun Türkiye olduğunu kavrarlarsa dünyanın bu bölümündeki rüyalarımızın yeni binyılda gerçekleşmesi mümkün olabilir...’ (Beyaz Saray-Basın Sekreterliği: ‘Başkan’ın Quandt Konferansından Notlar’. Georgetown Üniversitesi-8 Kasım 1999)
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2004
<B>17 Aralık 2004 Cuma </B>gününe takriben <B>48 saat </B>kaldı. İki gün sonra dananın kuyruğu kopacak. <B>1 Aralık</B>’tan beri ‘AB meselesi’ yepyeni bir döneme girdi: ‘Ne koparırsak kárdır!’
Artık önümüzde bir tek mania var:
Sinir sistemimiz!
AB ülkeleri artık biliyorlar ki, müzakereleri başlatmak üzere bize tarih vermekten öte bir şansları yok.
Dünya tarihinin girmekte olduğu yeni dönem, bu ön kabulü hepsine dayatıyor.
O halde, onlar açısından şimdi yapılacak tek bir iş var:
Sıkı pazarlık yapmak!
Bizimle var güçleriyle pazarlık yapıyorlar; ama evvel emirde bizim üzerimizden:
a) kendi iç politikalarına dönük,
b) üye ülkeler kendi aralarında ve
c) emperyal dev ABD ile pazarlık yapıyorlar.
Hem de kaş göz yarmacasına!
* * *
Uzun uğraşlardan sonra, herkes tarafından kabul edilmek zorunda kalındı ki:
1) 11/9 sonrası dünyada yeni başlayan dönemde Batı’nın yeni hasmı İslamcı terördür ve 21. yüzyılı şekillendiren bilişimci paradigmanın ışığında terör ile baş etmek dünyanın en gelişmiş ülkelerinin dahi tek başlarına harçları değildir. En son Barcelona’da yaşananlar, dünya terör haritasının pekálá Avrupa’yı da kapsadığını, ‘meselenin’ sadece ABD’nin ‘meselesi’ olmadığını yedi düvele göstermiştir.
İslami dünyanın en çağdaş -Doğu’nun en Batılısı- ülkesi Türkiye’yi böyle bir dönemde yeni çağın yeniden şekillenme projesinden dışlamak, Batı’da kimsenin göze alabileceği bir vebal değildir.
Türkiye’yi dahi hazmedemeyen Avrupa, İslam’ı topyekûn karşısına almaktan kurtulamaz!
2) Özü itibarıyla AB’nin ruhunu oluşturan; ama uygulamada AB’nin şekil şartı haline dönüşen Kopenhag Kriterleri’ne uyum yasaları kimsenin inkár edemeyeceği bir şekilde Türkiye tarafından çok büyük çapta çıkarılmış, şartlar yerine getirilmiştir.
* * *
Şu anda Avrupa; tarihin yeni bir döneme gireceği köşe başında duruyor.
Avrupa’nın tarihi, Türkiye ile aynı potada erimeyi büyük çapta reddediyor.
Ancak, aynı tarihin yeni yüzü aynı potada erimeyi emrediyor!
* * *
İşte bu ikilem Avrupa’yı kasıp kavuruyor.
Avrupa şimdi dünyaya şaşı adamın gözleri ile bakıyor. Bir gözü ‘kalk gidelim!’ diyor, diğer gözü ‘halt etme, otur oturduğun yerde!’ diyerek direniyor.
* * *
Bu ikilemin ortasında AB ülkeleri her gün yeni bir taleple çıkıyor ortaya.
Politikası en belirgin olan ülke ise Türkiye!
Türkiye söyleyeceğini söyledi; şimdi Avrupalının çok iyi bildiği bir silah olan ‘pazarlık yapma maharetinin’ hedefi olan ‘karşı tarafın sinirlerini bozma’ taktiğine mağlup olmadan önümüzdeki 48 saati atlatmak zorunda.
Yazının Devamını Oku