8 Ocak 2005
<B>AVRUPA Birliği </B>ile başlayan müzakere süreci Türkiye’de yerleşik ve köklü <B>‘devlet üzerinden rant kazanmaya yönelik’ </B>birtakım ilişkileri yok edecek. Doğrudan rant kaybına yönelik gelişmeler Türkiye’nin bu ince ve uzun yolda başını çok ağrıtacak. İşte İlaç Sanayii!
1) ‘Türkiye, 1995 yılında AB ile Gümrük Birliği Antlaşması’nı imzaladı ve ardından ...4 Haziran 1997 tarihindeki Ortaklık Konseyi’nde alınan bir kararla, 1 Ocak 2001 tarihinden itibaren AB menşeli ilaçlara patent süresinin bitiminden itibaren 6 yıl süreyle veri (hakkı) imtiyazı uygulama taahhüdünün altına girdi.
Ancak, Türkiye, uygulamada bu taahhüdünü henüz yerine getirmiş değil. AB Komisyonu, 17 Aralık tarihli Brüksel zirvesinden tam üç gün sonra (20 Aralık) Türkiye’ye bir nota vererek, uygulamanın geriye dönük olarak başlatılmasını istedi. Ve kıyamet koptu.’ (Hürriyet: Sedat Ergin: 07.01.2005)
* * *
2) Jenerikçi İlaç Firmaları itiraz ediyor.
Ülkeyi AB üyesi yapmak için canla başla çalışan Bülent Ezcacıbaşı AB’nin bu kararına neden itiraz ettiklerini açıklamak için bir yemek veriyor ve yemekte kendilerine 1997’den beri ne yaptıkları sorulduğunda:
‘Bu işte bir ihmal mi vardı, bir yanlışlık mı? Yanıtı, ilaç sektörünün emektarlarından, İEİS Onur Başkanı Kaya Turgut verdi: ‘1950’lerde demokrasiye geçildikten sonra devletin, bürokrasinin güvenilirliği azaldı. İşler eskisi gibi yürümüyor.’
Sorun sanırım biraz da, ilaç sektörünün yıllarca işlerini kapalı kapılar ardında yürütüp, işlerin hep öyle devam edeceğine inanmalarında ve dünyadaki gelişmeleri yeterince takip etmeyip, önlem almamalarında olmuş.’ (Radikal: Murat Yetkin- 07.01.2005)
* * *
3) Şimdi 6 ay önceye dönelim:
‘İlaç firmaları ellerinde girdi faturaları ile Sağlık Bakanlığı’na başvururlar, bürokratlar ile yüz yüze pazarlık yaparak fiyat alırlardı. Şimdi ilaç firmaları, ellerindeki ilaçlar için AB üyesi beş ülkedeki (Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya, Fransa) benzer ilaçların fiyatlarına bakacaklar ve en ucuz fiyatı ilaçlarına uygulayacaklar. Sağlık Bakanlığı’nın bildirdiğine göre...böylelikle ülke yılda 500-600 milyon $ tasarruf edecekmiş. Meğerse, (kapalı kapılar ardında) pazarlık sistemi ile biz ilaca yılda bu kadar parayı fazladan ödüyormuşuz.’ (Hürriyet: Cüneyt Ülsever-27.06.2004)
O zaman da ilaç firmaları kıyamet koparmışlardı...
* * *
4) Bir de diğer rakamlara bakalım: Bendeki rakamlar diyor ki: Yıllık 4.033 milyar $’lık yerli ilaç üretimi içinde jenerik ilaçların payı 1.4 milyar $ (%36) ama veri hakkından etkilenen jenerik ilaçların payı sadece 115 milyon $ (Mc.Kinsey). Bu ufak rakam genel ilaç üretimi içinde %3.3, jenerik ilaçlar içinde ise %8 paya sahip. Yani, şimdi ‘Biz bir türlü hazırlanamadık’ diyen jenerikçi firmalar sadece %8 gelir kaybına uğrayacaklar ve 1997’den beri bir türlü hiç tedbir alamamışlar!
Nitekim kendi raporları da; eğer 2001 yılında veri hakkı tanınsa idi 2002 yılında jenerikçilerin kárdan 11 milyon $ zarar edeceklerini, araştırmacıların ise 17 milyon $ ilave kar edeceklerini (%1’den az) belirtiyor (Monitor Grup).
Esas mesele kapalı kapılar ardında ve ranta yönelik ‘pazarlık hakkının’ kalkmasıdır! İşte AB’ye hazır olmadığımız nokta budur!
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2005
AVRUPA Birliği ile başlayan müzakere süreci Türkiye’de yerleşik ve köklü ‘devlet üzerinden rant kazanmaya yönelik’ birtakım ilişkileri yok edecek.Doğrudan rant kaybına yönelik gelişmeler Türkiye’nin bu ince ve uzun yolda başını çok ağrıtacak. İşte İlaç Sanayii!1) ‘Türkiye, 1995 yılında AB ile Gümrük Birliği Antlaşması’nı imzaladı ve ardından ...4 Haziran 1997 tarihindeki Ortaklık Konseyi’nde alınan bir kararla, 1 Ocak 2001 tarihinden itibaren AB menşeli ilaçlara patent süresinin bitiminden itibaren 6 yıl süreyle veri (hakkı) imtiyazı uygulama taahhüdünün altına girdi.Ancak, Türkiye, uygulamada bu taahhüdünü henüz yerine getirmiş değil. AB Komisyonu, 17 Aralık tarihli Brüksel zirvesinden tam üç gün sonra (20 Aralık) Türkiye’ye bir nota vererek, uygulamanın geriye dönük olarak başlatılmasını istedi. Ve kıyamet koptu.’ (Hürriyet: Sedat Ergin: 07.01.2005)* * *2) Jenerikçi İlaç Firmaları itiraz ediyor. Ülkeyi AB üyesi yapmak için canla başla çalışan Bülent Ezcacıbaşı AB’nin bu kararına neden itiraz ettiklerini açıklamak için bir yemek veriyor ve yemekte kendilerine 1997’den beri ne yaptıkları sorulduğunda:‘Bu işte bir ihmal mi vardı, bir yanlışlık mı? Yanıtı, ilaç sektörünün emektarlarından, İEİS Onur Başkanı Kaya Turgut verdi: ‘1950’lerde demokrasiye geçildikten sonra devletin, bürokrasinin güvenilirliği azaldı. İşler eskisi gibi yürümüyor.’ Sorun sanırım biraz da, ilaç sektörünün yıllarca işlerini kapalı kapılar ardında yürütüp, işlerin hep öyle devam edeceğine inanmalarında ve dünyadaki gelişmeleri yeterince takip etmeyip, önlem almamalarında olmuş.’ (Radikal: Murat Yetkin- 07.01.2005) * * *3) Şimdi 6 ay önceye dönelim:‘İlaç firmaları ellerinde girdi faturaları ile Sağlık Bakanlığı’na başvururlar, bürokratlar ile yüz yüze pazarlık yaparak fiyat alırlardı. Şimdi ilaç firmaları, ellerindeki ilaçlar için AB üyesi beş ülkedeki (Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya, Fransa) benzer ilaçların fiyatlarına bakacaklar ve en ucuz fiyatı ilaçlarına uygulayacaklar. Sağlık Bakanlığı’nın bildirdiğine göre...böylelikle ülke yılda 500-600 milyon $ tasarruf edecekmiş. Meğerse, (kapalı kapılar ardında) pazarlık sistemi ile biz ilaca yılda bu kadar parayı fazladan ödüyormuşuz.’ (Hürriyet: Cüneyt Ülsever-27.06.2004)O zaman da ilaç firmaları kıyamet koparmışlardı... * * *4) Bir de diğer rakamlara bakalım: Bendeki rakamlar diyor ki: Yıllık 4.033 milyar $’lık yerli ilaç üretimi içinde jenerik ilaçların payı 1.4 milyar $ (%36) ama veri hakkından etkilenen jenerik ilaçların payı sadece 115 milyon $ (Mc.Kinsey). Bu ufak rakam genel ilaç üretimi içinde %3.3, jenerik ilaçlar içinde ise %8 paya sahip. Yani, şimdi ‘Biz bir türlü hazırlanamadık’ diyen jenerikçi firmalar sadece %8 gelir kaybına uğrayacaklar ve 1997’den beri bir türlü hiç tedbir alamamışlar! Nitekim kendi raporları da; eğer 2001 yılında veri hakkı tanınsa idi 2002 yılında jenerikçilerin kárdan 11 milyon $ zarar edeceklerini, araştırmacıların ise 17 milyon $ ilave kar edeceklerini (%1’den az) belirtiyor (Monitor Grup).Esas mesele kapalı kapılar ardında ve ranta yönelik ‘pazarlık hakkının’ kalkmasıdır! İşte AB’ye hazır olmadığımız nokta budur!
button
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2005
<B>SON </B>günlerde yaşanan bazı olaylar, bana AB’den müzakere tarihi aldıktan sadece 20 gün sonra <B>‘Türkiye AB ile dalga mı geçiyor?’</B> diye sordurtuyor. 1) Rahşan Ecevit ‘Din elden gidiyor’ diyerek dalgasını geçtikten sonra, ciddi ciddi ‘ülkeyi misyonerler bastı, her yer kilise doldu, Müslümanlar Hıristiyan oluyor’ diye yayın yapanlar ve bu yayınlara destek verenler, uymak için bunca çaba gösterdiğimiz Kopenhag Kriterleri’ne göre;
i) din-inanç değiştirmenin ve
ii) din-inanç propagandası yapmanın serbest olduğunu bilmezler mi?
1 Mart tezkeresi çevresinde, ‘Kuzey Irak’a ABD askeriyle birlikte girmek vatan hainliğidir’ diye bas bas bağıran Bülent Ecevit’in şimdi ‘Musul’a girelim’ diye fetva vermesini de ciddiye almak komik değil mi?
* * *
2) Araştırma yapmadan kopya çekerek ilaç üretimine (jenerik ilaç) engel olan ‘ilaçta veri korumanın’ ancak 01.01.2005 itibarıyla ve verilen sözlerin aksine geçmişi kapsamadan kabul edilmesini ‘Yerli sermaye elden gidiyor!’ diyerek neredeyse ihanet belgesi olarak ilan edenler;
Veri koruması hakkının; altında bizim de imzamız olan Dünya Ticaret Örgütü (WTO) TRIPS Anlaşması’nın 39/3 maddesi ve AB-Gümrük Birliği (2001/83 sayılı Avrupa Topluluğu Direktifi) gereği kabul ettiğimiz bir hak olduğunu bilmezler mi? WTO-TRIPS’e göre Ocak 2000’den, AB Gümrük Anlaşması’na göre de Ocak 2001’den itibaren biz de veri koruma hakkını tanımayacak mıydık? (19-21.07.2004 tarihli yazılarım.)
Deniyor ki; eğer Türkiye veri koruma hakkı sağlarsa ilaç fiyatları artacak ve ilaç harcamalarının yüzde 75.6’sını karşılayan kamuya ilave yük binecektir. 2001 yılı itibarıyla Türkiye’de ilaç sektörünün mali bütçesi 4088 milyar dolardır. Bu rakam içinde jenerik ilacın payı ise sadece 135 milyon dolar (yüzde 3.3!). Veri koruması ile beher yıl ilaca, ithalatla birlikte 5.4 milyar dolar harcayan kamunun ilave yükü sadece 20 milyon dolar olacaktır (yüzde 3.8!)
Araştırmacı şirketlerin ilave geliri de, Türkiye’de 2 milyar dolarlık piyasa payları ele alındığında, sadece yüzde 6 artacak.
Şu anda 115 milyon dolar açıktan toplayan jenerik ilaç üreten şirketler bu kárdan vazgeçmek istemiyorlar; ancak bu rakamın araştırmacı şirketlere katkısı ise çok düşük!
Üstelik, eğer süreli veri hakkı süresi sonunda fiyatlar tamamen piyasaya bırakılırsa, bugün araştırmacı şirketlerin biraz altında fiyat oluşturan (takriben yüzde 20 altında) jenerik ilaççılar serbest rekabet nedeniyle fiyatlarını çok daha fazla (takriben yüzde 70) düşürmek zorunda kalacaklar.
* * *
3) Ulusalcılar ‘din’ ve ‘ilaç’ çerçevesinde kıyamet koparırken, önceden uyardığım üzere (19.06.2004) yine 01.01.2005’te yürürlüğe giren Yeni Petrol Kanunu’na göre, dağıtım şirketlerinin sattıkları petrolün yüzde 60’ını TÜPRAŞ’tan alma mecburiyetleri ortadan kalktı. Açıkçası yılbaşından itibaren TÜPRAŞ’ın imtiyazlı tekeli yok oldu.
TÜPRAŞ’ta 5 bin kişi çalışıyor. Giydirilmiş maliyeti işçi başına yıllık 40 bin dolar. Türkiye’de yabancı sanayi şirketlerinin dahi ortalama giydirilmiş yıllık ücretleri 5 bin-6 bin dolar civarında.
1 Ocak 2005 tarihinden itibaren imtiyazı kalkan TÜPRAŞ’ın piyasa değeri çok ama çok düştü. TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesine engel olanlar, kendi cukkaları için cebinizden milyarlarca dolar kaldırdılar, farkında mısınız?
Yazının Devamını Oku 5 Ocak 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin önemli sorunlardan birisi <B>ciddiye </B>alınan<B> </B>bir muhalefetin olmamasıdır. Bu durumda, belki biz şimdilik pek umursamıyoruz ama <B>demokrasinin </B>temel işlevlerinden, olmazsa olmaz şartlarından birisi olan <B>‘denetleme ve dengeleme’ </B>görevi yerine getirilemiyor. Başarılı addedilen bir İktidar olduğu için demokrasinin temel işlevinin işlememesi bizi şimdilik rahatsız etmiyor olabilir ama tren kazası, zina meselesi gibi kriz yaratan dönemlerde inanılır bir muhalefetin yokluğu ülkenin kayıp hanesine yazılmıştır.
* * *
Her şeye rağmen, bugün için, iktidarın sorunlarını millete anlatabilen bir muhalefetin olmaması yine de gözardı dahi edilebilir ama çok önemli ve kaçınılmaz bir yazgı yakında ortaya çıkacaktır.
Eşyanın tabiatı gereği bu İktidar da yıpranacak, demokrasinin kendi doğal cilvesi çerçevesinde alternatifleri ister istemez aranacaktır.
* * *
Bu süreç en geç 3-4 yıl içinde kaçınılmaz hale gelecek.
Siyasetin doğası böyle emrediyor, iyi de yapıyor.
Biz Türk’üz, 3-4 yılda kim öle, kim kala ki, diye düşünebiliriz.
Ama, unutmayın ki Ecevit-Yılmaz-Çiller enkazının siyaset sahnesinden silinmesi yıllar almıştır.
AKP de ancak 3-5 yıllık bir süreçte olgunlaşmıştır!
Belki de ANAP hariç, siyasette derin değişim getiren tüm partiler yıllar içinde olgulanmışlardır.
Klasik siyaset anlayışına göre sağ iktidar AKP’nin alternatifi sol bir parti olmak durumundadır:
Bu öngörü de bizi Türkiye’nin en köklü ama en sorunlu partisi CHP’ye götürür.
* * *
CHP Türkiye’nin rüştünü ispat etmiş tek gerçek partisidir ama şu an itibarıyla siyaset tarihi açısından perfomansı en düşük muhalefet partisidir.
* * *
Şimdi CHP çalkalanıyor. Partide Deniz Baykal ile Mustafa Sarıgül arasında seviyesi her geçen gün daha da alçalan bir kayıkçı kavgası yaşanıyor.
Kendi seçtiği YDK’nın aylar önce rüşvet iddiaları ile çalkalandığı iddiasını ancak dün YDK Sarıgül’ü aklayınca açıklayan Deniz Baykal hayatının en büyük hatasını yapmıştır!
İddia, gerçek olsa veya sözler sonradan inkár edilse dahi bu zamanı yanlış iddia Baykal’ın kendi tarihine en önemli hatalarından birisi olarak geçecektir.
* * *
Ancak, benim başka bir meramım var. Mustafa Sarıgül’ün farkını şu ana dek katiyen anlamış değilim.
DP’nin, AP’nin, Ecevit’li CHP’sinin, ANAP’ın, nihayet AKP’nin neden iktidar olduğunu hepimiz fark kavramı etrafında izah edebiliyoruz.
Ancak, ben Sarıgül’lü CHP’nin farkının ne olacağını henüz fark etmiş değilim!
Mustafa Sarıgül’e soruyorum:
21. yüzyılda CHP’nin yeni işlevi ne olacak?
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2005
<B>GAZETELERE </B>bakın, herkes kendince bir <B>2004 yorumu </B>yapıyor. Eski köyde eski adettir; biten bir yılı yorumlamak, gelen yıl hakında tahminlerde bulunmak gazetecilerin, siyasilerin, bilim adamlarının, kısacası aklı önde addedilen herkesin kendinden menkul görevleridir. Yeni yılın ilk pazar gününde gazeteleri tarayarak kimlerin, nasıl eski yıl yorumu yaptıklarını okuyordum.
Birden şu yorum ile karşılaştım:
* * *
‘Din elden gidiyor!’
Bu kişi Müslüman bir ülke olan Türkiye’de Müslümanlığın giderek gerilediğini, kiliselerin arttığını savunarak, ‘AB’ye gireceğiz derken dinimiz elden gidiyor’ demiş.
Kişi, yorumu güme gitmesin diye yazılı bir açıklama yaparak, ‘Dinimiz elden gidiyor’ uyarısında bulunmuş. Müslüman bir insan olduğunu ve İslam’ı yaşamak istediğini ifade eden kişi, ‘Ülkemde Müslümanlığın gerilemesine razı olamam’ diye de ilave etmiş.
* * *
Kim bu kişi?
İnsanın aklına ilk önce Necmettin Hoca geliyor. Tedavülden kalkan Hoca tekrar gündeme oturmak, tekrar zihinleri bulandırmak, yüz kızartcı suçtan yediği cezayı hasıraltı etmek için böyle bir söz söylemiş olabilir, diye düşünebilirsiniz.
Ama o değil!
Cinci Hoca veya Aczmendi lideri olabilir, diye de düşünebilirsiniz.
Onlar da değil!
* * *
DSP eski Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit!
* * *
Gazete kupürünü okurken; önce herhalde haberler karışmış diye düşündüm.
Rahşan Ecevit’in 2004 yılını katiyen beğenmeyeceğini, daha doğrusu kendilerinin iktidarda olmadığı herhangi bir yılı beğenmeyeceğini tahmin etmek hiç zor değildir.
Hali ile neden beğenmediğini izah eden çeşitli kulplar da bulacaktır.
Örneğin, Halkçı Ecevit’in beyninin en az dörtte üçünü yöneten zevcesine; gelir dağılımındaki çarpıklıkların daha beter artması nedeni ile 2004’ü beğenmemek çok yakışırdı.
Kadınların karşılaştığı kötü muamele karşısında hükümetin 2004 yılında sürdürdüğü vurdumduymazlığa yapılan bir atıf da hanımefendiye uyardı.
Hatta, hatta...
Başbakan’ın futbola müdahale edip, tuttuğu takımı 2003-2004 döneminde şampiyon yaptığı, doyamayıp 2004-2005 döneminde de ilk yarıyı 1. bitirmesine katkıda bulunduğu iddiasında bulunabilirdi.
Bu iddia dahi Rahşan Hanım’a daha çok uyardı.
Ama o ne demiş:
‘Din elden gidiyor!’
Necmettin Hoca ‘Yahu muhteremler bu cümleyi ben neden daha önce akıl edemedim!’ diyerek dertlere düşmüştür!
* * *
Ben yılın kadını olarak Semra’nım seçilir diye bekliyordum, son anda Rahşan Hanım onu kelam farkı ile solladı!
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2005
<B>HÜZÜN hazana, huzur bahara yakışır! </B>Hazana uğramadan bahara ulaşılmaz. Hüzüne uğramadan da huzura varılmaz!
Kazara varılsa dahi huzur fark edilmez!
* * *
Huzur uzun ve ince bir yoldur. Zorlu bir yoldur.
İnsanın sadece kendini aradığı bir uzun ve ince yol!
Sonunda da ya Mevla, ya da bela ile yüzleşilen yol!
Kendini bulan huzuru kucaklar, bulamayan hüzne saplanır kalır.
Ancak, huzura giden uzun ve ince yol illa ki hüzünden geçer.
Zira, uzun ve ince yol, aranan bulunmadığı süre devam eder, zaten aranan bulunduğunda yol biter!
* * *
O halde!
İlla ki hüzün, huzurdan önce gelecektir. İlla ki hüzün doya doya yaşanacaktır.
Hatta giderek hüzün, huzura dönüşmeye başlayacaktır.
Üstad’ın yolunda ilerlerken devamlı ‘bir tatlı huzur’ aradığımı yazdım.
Okurlar ‘ayrıca ‘bir acı huzur’ da var mı ki?’ diye sordular.
Var!
Hüzün!
Eğer hayatı damıta damıta yaşamayı denersek, hüzünle dolu bir hayatın yavaş yavaş huzura dönüştüğünü görürüz. Acı giderek tatlanır!
Giderek hüzün, huzur olarak algılanmaya başlar.
* * *
Kişi kendinde değiştirebileceği her şeyi değiştirmeye kalktığında, zaten hüznü baş tacı etmeyi kabul etmiştir.
Değiştirmeyecekleriyle yüzleştiği gün de huzur başlar!
İnsan değiştiremeyeceklerinin neler olduğunu bulabilmek için de illa ki önce değiştirebilecekleriyle uğraşmak zorundadır.
İşte bu yüzden huzurun yolu hüzünden geçer!
* * *
Yetişmek için menzile, giderken gündüz gece; kim ki o’na O’nun nakşettiği zenginlikleri alın teri ile meczeder, işte o’dur ki huzura ulaşsın.
Kendini damıtsın ve artık değişemeyeceği noktaya varsın!
İşte huzur o noktadadır ve sadece bir ‘an’ yaşanır.
Gerisi hüzündür!
* * *
Sevgili okurlar; kendi kendimle yüzleşme çabamı bu yeni yıl haftasında sizlerle paylaşmaya çalıştım.
Bir ben-i adem olarak dünyanın en büyük itici gücü olan ‘başarı ihtiyacını’ tatmin etmek uğruna verdiğim uğraşta; parıltı desem tam değil, nur desem o da değil, ışık desem hiç değil, aydınlık değil, karanlık değil bir ‘şey’ gördüm uzaklarda.
Ne olduğunu çözemedim, sonra ‘belki işte huzur budur’ dedim.
Ama gördüm ki, tarifi mümkün değil. Sadece tahmin ediyorsunuz.
Ben de bu hafta huzur hakkındaki tahminlerimi yazdım.
Ancak, galiba zaman ve mekándan kurtulmadan ona ulaşılmıyor!
* * *
‘Bir tatlı huzur’ arayışında 2005’in hayırlı bir istasyon olmasını diliyorum!
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2004
<B>YENİ </B>yılın getirdiği <B>şevk </B>ile biraz kendimle yüzleşmek, biraz da aklıma takılanları sizlerle paylaşmak istiyorum. ‘Ben hayatta ne arıyorum?’ sorusuna ‘Başarı ihtiyacımı tatmin etmek’ cevabı ile yıllarca oyalandıktan sonra cevabımı değiştirip ‘Huzur arıyorum!’ diyerek hayatımda düzeltme yapmaya çalıştığımı ilan edince, okurlar büyük ilgi gösterdiler. Meğer, benim gibi ‘tuttuğu yolun yol olmadığını!’ anlayan çok sayıda insan varmış.
Meğer, onlar da benim gibi sahip olmadıkları ‘huzuru’ ararlarmış!
* * *
Ancak, dün huzurun tarifini vermeye çalışınca işler değişti. Ne sözlükler, ne de okurlardan gelen mektuplar huzurun tarifi üzerinde bir fikir birliği sağlayabildiler.
Sanki yüzlerce duygu/algılama bir araya gelecek ki, huzur bulabilelim!
Hepimiz onu istiyoruz, ama ne olduğunu bilmiyoruz ve dahi birbirimize anlatamıyoruz.
Ben bugün huzurdan ne anladığımı, daha doğrusu ne anlamaya çalıştığımı ifade etmeye çalışacağım.
Ancak, katiyen doğru veya tek cevabı bulduğum iddiasında değilim.
* * *
Bence huzur kendi kendini sevebilmektir!
‘Saçmalama, insan egoist bir yaratık, zaten kıyamet de herkesin kendini sevmesinden çıkıyor’ diye tepki vereceksiniz.
Haklısınız, o halde cümlemde düzeltme yapayım:
Bence huzur kendi kendini olduğu gibi sevebilmektir!
İlk tarifin içine ‘olduğu gibi’ kelimesi girince iş biraz değişiyor. Bu sefer de işe değişimciler karışacak!
‘Ne demek ‘olduğu gibi’! O zaman hayatta hiç değişim olmaz!’
Yeniden bir taviz vereceğim ve diyeceğim ki:
Bence huzur, son kerteye kadar değiştirmeye çalıştıktan sonra, kendini olduğu gibi sevebilmektir!
Bu tavizden sonra bazıları ‘Boş ver! bu ne dediğini bilmiyor’ diyecekler.
Ben de onlara ‘Zaten derdim ‘ne aradığını bilmemek’tir’ deyip yoluma devam edeceğim.
Genellikle tek ve mutlak gerçeği hatim ettikleri şablonlarda arayanları kayıp ettikten sonra benim gibi aklı karışık olanlar ile yola devam edeceğim.
* * *
Kendini olduğu gibi kabullenmek zaten kendini aramayı, kendi limitlerini zorlamayı içeriyor.
Kendini olduğu gibi kabullenmek için önce kendini tanımak gerekiyor.
İşte kıyamet de burada kopuyor:
Kendini tanımak!
‘Bilim bilim bilmektir, bilim kendin bilmektir!’
Dünyanın en dinamik ama en zor işi: Kendin bilmek!
Eğer adına hayat denen yolculukta insan bir gün kendi ile; tüm istasyonlara uğradıktan ve her istasyondan bir şeyler aldıktan sonra, son istasyonda yüzleşebilirse, işte o zaman ‘iç barış’ başlar!
Yol çok ama çok uzundur.
İç barışın da tek meyvesi, gitmesek de görmesek de, huzurdur!
Tabii ulaşabilenlere!
Yazının Devamını Oku 29 Aralık 2004
<B>BAYRAMLARDA </B>veya yeni yıl gibi kutlamalarında <B>siyasi yazılar </B>yazmayı sevmiyorum. Zaten, hafta sonu <B>Hürriyet-İnsan Kaynakları Gazetesi</B>’nde yazdığım <B>insana dair </B>yazıları daha fazla ilgiyle takip ettiğini beyan eden birçok okur var. Yeni yıl haftasında kafayı huzur kelimesine taktım. Uzun yıllar başarı ihtiyacımı tatmin etmek için uğraştıktan sonra, bir gün kendi kendime ‘Hayır aradığım bu değil!’ dediğimde içine düştüğüm boşluğu anlatmak istedim. Belki, benim çok geç kavradığım bir ‘gerçeği’ bazı okurlar daha erken kavrarlar.
Yeni dönemde aradığım huzur.
Neden? İnsan sahip olmadığını arar da ondan!
* * *
Huzura dair yazımı yazdıktan sonra bir sürü e.mektup aldım. Meğer, benim gibi huzura susamış birçok insan varmış. Hem de sayıları epey yüksek.
İnsanlar ‘nasıl huzura susadıklarını’ anlatırken sadece bir okur ‘Huzur nedir?’ diye sordu.
O böyle yazmasa da soru esasında, ‘İyi de aradığın nedir? Sen hele bir kastını somutlaştırsana!’ demeye geliyordu.
Mektubu yazan kişiye göre gerçek hayatta ‘huzur’ da yok ‘mutluluk’ da!
Bu kavramlar sadece aklımızda, zannımızda var!
Bu çok ilginç mektup beni zorladı. Sahiden ben neyi arıyorum? Huzur ne? Huzur dediğimizde hepimiz aynı duyguları mı kastediyoruz? Ben ‘olmayanı’ aradığım için mi bir boşlukta debelenip duruyorum?
* * *
‘Huzur’ kelimesi kullanıldığında hepimiz aynı şey(ler)i anlamış gibi yapıyoruz; ama bir sözlükte huzur kelimesi karşısında tam ‘20’ kelime var.
Ağız tadı, barış, baş dinçliği, dirlik-düzenlik, erinç, ferahlık, gönenç, iç rahatlığı, inşirah, refah, sağlık, tasasızlık gibi birbiriyle ilintili-ilintisiz, ancak ortak paydası ‘duygu/algılama’ olan bir sürü kavram, huzur kelimesini açıklamak için kullanılmış.
Kullanılan 20 kavram da bana hem aşina geliyor, hem de bende olumlu ‘duygular’ yaratıyor. Hepsini de istiyorum.
Bazılarına sahibim, bazılarına ise değilim!
Ama kesin huzursuzum!
Demek ki, sözlükte ifade edilen kelimeler (duygular) tek başlarına veya yalnız başlarına ‘huzur’ kelimesini karşılayamıyorlar.
Belki de huzur, tüm bu kelimelerin (duyguların) bileşkesi!
O zaman şu soru geçerli: Benim elimdeki sözlük, huzur kelimesinin toptan kapsadığı duyguların hepsini yazmış mı? Sözlüğün işaret ettiği ‘20 adet duygu/algılama’ ifade eden kelime tam liste mi?
Bence hayır! Örneğin, sükûnet, sessizlik, sakinlik gibi bence huzurun olmazsa olmaz cüzleri bu listede yok.
Tam sayısını katiyen bilmediğimiz bir sürü duygu bir araya gelecek ve biz bunların hepsine birden sahip olursak huzurlu olduğumuzu düşüneceğiz/zannedeceğiz!
* * *
Okur haklı mı? Huzur zaten yok mu? Zamandan kurtulmadan huzur yakalanamaz mı? Huzur ‘anların’ art arda sıralanması mı? İnsan, içinden zaman kavramını atamadığı sürece ‘an(lar)ı’ yaşayamaz mı?
Kafam büsbütün karıştı; ama ben yine de ‘bir tatlı huzur’ arıyorum!
Yazının Devamını Oku