Cüneyt Ülsever

Bayram ve yalnızlık

20 Ocak 2005
<B>ARTIK </B>bayramlarda, özel günlerde <B>siyaset </B>yazmıyorum. Zira, giderek siyasetten kopuyorum. Bana Ankara’daki <B>siyasilerin</B> eylemleri değil, <B>medyada</B> siyaseti takip eden ve eleştirenlerin<B> sığlığı </B>son zamanlarda daha fazla batıyor. Ben aklımdaki gündemi takip ederek siyaset yazmayı seviyorum. Ama son zamanlarda güncel olan üzerine yapılan tartışmalar, bazı köşe yazarlarının kayıkçı kavgası yaparak görev ifa ettikleri duygusu veriyor.

Münakaşalar çok düşük bir seviyede yapılınca o konularda yazmayı hiç istemiyorum.

* * *

Bana göre, son zamanlarda yorumlanmaya en fazla ihtiyaç duyulması gereken iç gelişme ‘Fethullah Gülen röportajlarıdır’.

Milliyet’
te yayımlanan ve son dönemin en büyük gazetecilik başarısı olduğunu düşündüğüm Mehmet Gündem’in yaptığı röportajın yayını sona erince bu konuda birkaç yazı yazacağım.

Ama, şimdilik sadece ve sadece bayram var! Evvel emirde kutlu olsun!

* * *

Bayramlar
bana iki duygu veriyor:

1) Çocukluğumu gözüm yaşaracak kadar çok özlüyorum.

2) Yalnızlığımın farkına beter varıyorum.

* * *

Birinci konuda Hürriyet-İK Gazetesi’nde ısrarla yazdığım için bu bayram yalnızlığı irdelemek istiyorum.

Bayramlar yalnızlığımın beter farkına varmama vesile oluyor!

Bu sözü hemen açmam lazım. Bir nebze olsun bir araya gelebildiğimiz için bayramlar diğer zamanlarda ne kadar yalnız olduğumu yüzüme vuruyor.

Geçen bayram yazdım, ‘bip bip tebriklerine’ hiç ama hiç ısınamadım, kimseye cevap vermiyorum.

Ama, benim çevremde nadir yapılan ev ziyaretleri ve en önemlisi oturduğum mahallede çocukların hálá ‘el öpmeye’ gelmeleri beni sevindiriyor, bir o kadar da yalnızlığı yüzüme vuruyor.

Ben ev ziyaretlerinin, sadece bayramlarda değil her zaman yapıldığı, sokakların çocuklarla kaynadığı dönemde büyüdüm.

Şimdi görüşmediğim arkadaşlar ve aralarında benimkinin de bulunduğu arabalara terk edilmiş sokaklarla birlikte yaşıyorum.

Bir arkadaşımı özlemeyi, ona bir hediye almayı, sadece yanında yürüyebilmek için bir kızı düşünmeyi ne zaman terk ettim, hatırlamıyorum bile.

Çiçek Pasajı’nda, cebimizdeki yol parasını da ‘yolluk biraya’ yatırdıktan sonra üç arkadaş Taksim ile okulun bulunduğu Bebek arasındaki yolu güle oynaya yürürken aldığım keyfi neden artık lüks lokantalarda pahalı içkiler içerken alamadığımı sorgulamayı da ne zaman bıraktım, onu da hatırlamıyorum.

Şairin hasta yatağında ‘İsterse su olmasın, yeter ki birisi su yok desin’ mealli sözleri neden yazdığı da artık sanki umurumda değil.

Sevgilime bir şiir okurken değil de, kimsenin birbiriyle konuşmadığı bir odada bir ‘kurgu şov’a veya 227. bölümü yayınlanan dizide olanlara sözüm ona diğerlerine hissettirmeden ağlamayı da kendime yakıştırır oldum.

Yazın bir arkadaşımın ölüm haberi geldiğinde aklıma gelen ve cevabını katiyen hatırlayamadığım ilk sorunun ‘acaba en son ne zaman görüşmüştük?’ olmasından da galiba utanmadım.
Yazının Devamını Oku

Bayram ve yalnızlık

20 Ocak 2005
ARTIK bayramlarda, özel günlerde siyaset yazmıyorum. Zira, giderek siyasetten kopuyorum. Bana Ankara’daki siyasilerin eylemleri değil, medyada siyaseti takip eden ve eleştirenlerin sığlığı son zamanlarda daha fazla batıyor.Ben aklımdaki gündemi takip ederek siyaset yazmayı seviyorum. Ama son zamanlarda güncel olan üzerine yapılan tartışmalar, bazı köşe yazarlarının kayıkçı kavgası yaparak görev ifa ettikleri duygusu veriyor.Münakaşalar çok düşük bir seviyede yapılınca o konularda yazmayı hiç istemiyorum. * * *Bana göre, son zamanlarda yorumlanmaya en fazla ihtiyaç duyulması gereken iç gelişme ‘Fethullah Gülen röportajlarıdır’.Milliyet’te yayımlanan ve son dönemin en büyük gazetecilik başarısı olduğunu düşündüğüm Mehmet Gündem’in yaptığı röportajın yayını sona erince bu konuda birkaç yazı yazacağım.Ama, şimdilik sadece ve sadece bayram var! Evvel emirde kutlu olsun! * * *Bayramlar bana iki duygu veriyor:1) Çocukluğumu gözüm yaşaracak kadar çok özlüyorum.2) Yalnızlığımın farkına beter varıyorum.* * *Birinci konuda Hürriyet-İK Gazetesi’nde ısrarla yazdığım için bu bayram yalnızlığı irdelemek istiyorum. Bayramlar yalnızlığımın beter farkına varmama vesile oluyor!Bu sözü hemen açmam lazım. Bir nebze olsun bir araya gelebildiğimiz için bayramlar diğer zamanlarda ne kadar yalnız olduğumu yüzüme vuruyor.Geçen bayram yazdım, ‘bip bip tebriklerine’ hiç ama hiç ısınamadım, kimseye cevap vermiyorum. Ama, benim çevremde nadir yapılan ev ziyaretleri ve en önemlisi oturduğum mahallede çocukların hálá ‘el öpmeye’ gelmeleri beni sevindiriyor, bir o kadar da yalnızlığı yüzüme vuruyor.Ben ev ziyaretlerinin, sadece bayramlarda değil her zaman yapıldığı, sokakların çocuklarla kaynadığı dönemde büyüdüm.Şimdi görüşmediğim arkadaşlar ve aralarında benimkinin de bulunduğu arabalara terk edilmiş sokaklarla birlikte yaşıyorum.Bir arkadaşımı özlemeyi, ona bir hediye almayı, sadece yanında yürüyebilmek için bir kızı düşünmeyi ne zaman terk ettim, hatırlamıyorum bile. Çiçek Pasajı’nda, cebimizdeki yol parasını da ‘yolluk biraya’ yatırdıktan sonra üç arkadaş Taksim ile okulun bulunduğu Bebek arasındaki yolu güle oynaya yürürken aldığım keyfi neden artık lüks lokantalarda pahalı içkiler içerken alamadığımı sorgulamayı da ne zaman bıraktım, onu da hatırlamıyorum. Şairin hasta yatağında ‘İsterse su olmasın, yeter ki birisi su yok desin’ mealli sözleri neden yazdığı da artık sanki umurumda değil. Sevgilime bir şiir okurken değil de, kimsenin birbiriyle konuşmadığı bir odada bir ‘kurgu şov’a veya 227. bölümü yayınlanan dizide olanlara sözüm ona diğerlerine hissettirmeden ağlamayı da kendime yakıştırır oldum.Yazın bir arkadaşımın ölüm haberi geldiğinde aklıma gelen ve cevabını katiyen hatırlayamadığım ilk sorunun ‘acaba en son ne zaman görüşmüştük?’ olmasından da galiba utanmadım.
Yazının Devamını Oku

Bush ve İran

19 Ocak 2005
<B>3 Kasım 2004</B>’te ABD’de yapılan seçimleri yeniden <B>George W. Bush </B>kazanınca <B>4-6 </B>ve <B>8 Kasım 2004 </B>tarihlerinde Bush’un yeni dönemde dünyayı nasıl yönetmeye yelteneceğini irdeleyen 3 yazı yazdım. Bu yazılar ikinci dönemde daha saldırgan bir ABD yönetimi öngörüyordu.

Bush
’un Ortadoğu politikaları ile ilgili tahminlerim şöyle idi:

‘Ortadoğu’da yine de en güvenilir müttefik Türkiye olduğu için ABD bu dönemde Türkiye’nin gönlünü, hem ona AB yolunda destek vererek, hem de BOP’ta önemli bir rol biçerek almaya çalışacak.

Bu dönemde, eli maşalı ABD, aynı zamanda Ortadoğu’da demokrasi görünümlü oyunlar oynayacak. Suudi Arabistan’da göstermelik seçimler zorlanacak, Türkiye Suriye’ye daha da fazla yanaşması için teşvik edilecek.

Sanırım, ABD, Ortadoğu halkının gönlünü almak için Arafat sonrası dönemde Filistin barışına da oynayacak.

Bu dönemde Ortadoğu’da yeni kıyamet İran’da kopacak. Bush’un ‘İran’ı denetim altına aldığına’ inanmadan Beyaz Saray’ı terk edeceğini hiç sanmıyorum. İran’ı nükleer silahlar konusunda ya ikna edecek, ya ikna edecek!’

* * *

Bu hafta içinde The New Yorker’da yayınlanan makalesinde ise ABD’nin etkin gazetecilerinden Seymour M.Hersh yazıyor ki:

...Irak’taki güvenlik durumunun gittikçe kötüleşmesine rağmen Bush yönetimi Ortadoğu’daki uzun vadeli temel hedefinde, yani bölge çapında demokrasinin tesisi siyasetinde ısrarlı. Bush’un yeniden seçilmesi, yönetimde Irak savaşı kararına verilen desteğin kanıtı olarak görülüyor. Seçim başarısı Pentagon’un işgali savunan yeni muhafazakár sivil liderliğinin de konumunu güçlendirdi. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in de dahil olduğu bu ekip, seçim sonrası genelkurmaya ABD’nin Irak’ta kalmaya kararlı olduğunu ve başka bir seçeneğin düşünülmediğini bildirdi.

Görüştüğüm eski bir üst düzey istihbarat yetkilisi şunları söylüyor: ‘Bu terörizme karşı verilen bir savaş ve Irak sadece bir parça. Bush yönetimi bu meseleye, devasa bir savaş olarak bakıyor. Bir sonraki adımımız İran harekátı olacak. Savaş ilan ettik ve kötü adamlar, nerede olursa olsun, düşmanımız. Dört yılımız daha var ve bu dönemin sonunda terörizmle savaşı kazandığımızı ilan etmek istiyoruz.’’ (Radikal 17.01.2005)

* * *

Seymour M. Hersh de İsrail Gazze’den çekildikten ve Irak’ta 30 Ocak seçimleri ardından ‘düzen’ sağlandıktan sonra hedefin İran olduğunu ve hazırlıkların çoktan başladığını yazıyor.

* * *

Öte yanda ‘...Bush, NBC televizyonuna verdiği röportajda, İran’ın, nükleer silah programının varlığıyla ilgili olarak uluslararası toplumu yanıtsız bırakmayı sürdürmesi durumunda ABD’nin nasıl tepki vereceği sorusuna karşılık, ‘Umarım bu meseleyi diplomatik olarak çözebiliriz. Ancak asla hiçbir seçeneği göz ardı etmeyeceğim’ dedi.

Hersh’ün bu haberinden sonra Pentagon sözcüsü Lawrence DiRita, haberde pek çok temel hata bulunduğunu ve bu hataların da yazının tümünün güvenilirliğini bozduğunu belirten bir açıklama yaptı. Ancak haberi yalanlamadı...’ (Hürriyetim-İnternetim:17.01.2005)

2005 yılında Türkiye’nin başı ‘ABD-İran’ gerginliği nedeni ile çok ağrıyacak.
Yazının Devamını Oku

Küreselleşen dünyada sosyal demokrasi

17 Ocak 2005
<B>15.</B>01.2005 Cumartesi günü yazdığım yazıda <B>sosyal demokrasinin (CHP) </B>21. yüzyılda işlevini sorguladım. Özetle dedim ki:

‘Gelir dağılımında haksızlığa uğrayan kesim artık 20. yüzyılın ezilen kol emeği değildir.

Türk solu; 21. yüzyılda üretimde temel faktörün beyin emeği (teknoloji) haline geldiğini, esasen ‘beyin emeğinin’ gelirden henüz hak ettiği payı alamadığını kavramak zorundadır.

Beyin emeği kavramı da bizi ister istemez eğitimli ve 35 yaş altı profesyonel sınıfa götürür. Bu yaş grubu da ülke nüfusunun %65’idir!’

Ana tezim de solun 1980’lerden itibaren ve Turgut Özal ile başlayarak bu kesimi sağa kaptırdığıdır!

* * *

Bu önerime çeşitli tepkiler geldi ancak görüşler çelişse de ortak payda söylemek istediğimin tam olarak anlaşılmaması idi.

Ne demek istiyorum?

Ben diyorum ki, dünyanın küreselleşmesi teknolojideki muazzam gelişmenin sonucudur.

Dünyayı küçük bir köy haline getiren gelişme bizzat beyin emeğinin yarattığı akıl almaz devinimdir.

Sanayi devrimi
‘üretimin kitle halinde organizasyonu’ sayesinde kol emeğinin katma değer yaratmasına dayanıyordu ama artık kol emeğinin motor güç olma vasfı bitmiştir.

İki nedenle bitti:

1) Bizzat üretimin kendisi; kol gücünün organize edilmesi (emek yoğun) şeklinden, teknolojinin organize edilmesi (sermaye yoğun) şekle dönüştü.

Artık fabrikalar bir merkezde toplanmış vaziyette bile değiller. Ulusötesi işletmeler dünyanın çeşitli bölgelerine parça parça dağılıyorlar. Pazarlama, planlama, design, üretim artık bir merkezden yapılmıyor.

Dünyanın en büyük ayakkabı isimlerinden Nike ayakkabı üretmiyor bile, sadece spor ayakkabılarını design ediyor ve pazarlıyor.

* * *

2) Sanayi üretimi içine giren hemen her şey teknolojik vasıfları ile tarif ediliyor. Artık bir arabanın, buzdolabının, çamaşır makinesinin, telefonun, televizyonun, DVD’nin, fotoğraf makinesinin vb. evvel emirde teknolojik özellikleri öne çıkıyor.

Hatta hemen her alet 3 ayda, bilemedin 1 senede ‘geri’ ve ‘eski’ kalıyor!

Özetle; kol emeğinin katma değeri geriliyor, nitelikli beyin emeğinin (yaratıcı emeğin) katma değer payı artıyor.

* * *

Bu bağlamda devlet aygıtı da ona yüklenen tüm kutsal değerlerden soyunuyor ve basit bir işlevsel aygıt haline geliyor.

Irak’ın işgaline Washinton DC’de değil, Teksas’ta karar veriliyor. Başbakan Rusya’ya 50 politikacı-bürokrat götürüyor ama yanındaki işadamı sayısı 500-600!

Türkiye’de sosyal demokrasi kol emeğinin katma değeri düştükçe, hali ile ekonomik (gelir dağılımı, istihdam, işsizlik) söylemlerinden koptu ve rasyonalist saiklerle devletin namusunu kurtarmanın derdine kapıldı.

CHP 21. yüzyılda nitelikli emeğin (beyin gücü) haklarının peşine düşmelidir!
Yazının Devamını Oku

21. yüzyılda sosyal demokrasinin yeri

15 Ocak 2005
<B>‘SANA </B>ne, sen <B>liberal-demokratsın,</B> bir sağcı sola akıl mı verecek!’ diye tepki verebilirsiniz. Bazı sağcıların ‘Marksizm çöktü!’ diye sevinç çığlıkları attığı dönemde de klasik bir tavır almış ve ‘Liberalizm, Marksizm var oldukça ayakta kalabilir’ diye tepki vermiştim.

Zira, demokrasilerin ayakta durabilmesi için iktidarın muhalefet tarafından denetlenmesi ve dengelenmesi şartı vardır. Demokrasilerde, sadece siyaset pratiğinde değil, felsefi açıdan da biri diğerini var eder.

* * *

Sadece Türkiye’de değil, dünyada da sol felsefenin bir kriz döneminden geçtiği malum.

Ancak Türkiye’de öne çıkan bir husus, solun, ‘yeni bir düzen kurma’ hayalleri geriledikçe sadece tepkisel seviyede hayata geçirilen anti-emperyalist ve rasyonalist umdelerinin öne çıkması ve bu refleksle ruhuna tamamen aykırı bir laikperest milliyetçilik ve devletçilik söylemine sarılmasıdır.

Özünde egemen sınıfın egemenlik aygıtı olarak kabul ettiği devlete bizzat sahip çıkan bir sol partinin, varlık nedenini kendi eliyle yok etmesi ise sadece eşyanın tabiatıdır.

CHP’
nin sorunu da genel başkanının kim olacağı değil, çeşitli dinozorları ile ifade bulan devleti koruma refleksidir.

Türkiye gibi gelir dağılımında gelirin bizzat devlet tarafından zengin lehine kullanılmasına önayak olunan ülkelerde yaşanan ‘devlet-millet ikileminde’ devletin yanında yer bulan bir partinin, seçimlerde sadece zengin mahallelerinde öne çıkması, zaten onun sol bir parti olmadığının doğrudan göstergesidir.

* * *

Peki 21. yüzyılda sol ne yapmalı?

Kapitalizmin küreselleşme sürecinde emeğe daha da yoğun sahip çıkmalı.

Ancak, hangi emeğin?

Sol değer yaratan en temel, hatta tek faktörün emek olduğu iddiasından katiyen vazgeçmemeli.

Ancak, emeğin tarifini yeni yüzyıla uydurabilmeli.

Sol artık beyaz eşya üreticilerinin reklam stratejilerinde neden gecekonduları ana hedef seçtiklerini sorgulamak zorunda.

Sol, reklam pastasını paylaşmak saikiyle program stratejisi geliştiren televizyonların neden ‘eğitimsiz gecekonducuların’ tercih ve beğenilerini ön plana aldıklarını da sormak zorunda.

* * *

Bu iki sorgulama, işçi sınıfı olarak nitelenen kol emeğinin gelirden artık marjinal katkısını geri aldığını gösterecektir.

Gelir dağılımında haksızlığa uğrayan kesim, artık 20. yüzyılın ezilen kol emeği değildir.

Türk solu; 21. yüzyılda üretimde temel faktörün beyin emeği (teknoloji) haline geldiğini, esasen ‘beyin emeğinin’ gelirden henüz hak ettiği payı alamadığını kavramak zorundadır.

Beyin emeği kavramı da bizi ister istemez eğitimli ve 35 yaş altı profesyonel sınıfa götürür. Bu yaş grubu da ülke nüfusunun yüzde 65’idir.

CHP, ülkenin omurgasını, 1980’den beri (Turgut Özal) neden eğitimli ve genç orta sınıfı sağa kaptırdığını çözemediği sürece iktidarı hayal dahi edemez.
Yazının Devamını Oku

Türk-ABD ilişkileri

13 Ocak 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin dış politikasının çok aktif olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Sadece <B>AB</B>’den alınan müzakere tarihi değil, eşzamanlı olarak <B>Suriye</B>,<B> İsrail </B>ve <B>Rusya </B>ile yeniden inşa edilen akıllı ilişkiler aynı zamanda <B>Türkiye</B>’yi de yeniden inşa ediyor. Dilerim, kısa sürede 21. yüzyılın başat devletlerinden olacağına inandığımÇin ve Hindistan ile de yakın ilişkiler inşa ederiz.

* * *

Ancak, bu arada aksayan bir ilişki de var: ABD ilişkileri!

En eski ve köklü müttefik ile ilişkiler en soğuk dönemini yaşıyor!

1 Mart Tezkeresi ile ABD, kendi açısından son döneminin en büyük projesinde yarı yolda bırakıldığına inandı, Türkiye ise ABD’nin ‘Irak’ın işgalinde’ hem haksız hem de başarısız olduğunu düşünüyor.

Bu dönemde ABD’nin Kuzey Irak’taki Kürt güçlerini kendine daha yakın hissetmesi, Kuzey Irak’ta kırmızı çizgilerimize hiç aldırmaması Türkiye Cumhuriyeti’ni üzmenin ötesinde prestij kaybına da uğrattı.

* * *

Türkiye görmek ve kabul etmek durumunda ki:

1) Ağırlığı zaman zaman ters tepse de Türkiye AB içinde gerekliliğini ispat etmek için ABD’ye büyük ihtiyaç duyuyor.

2) Yine AB önünde mukayeseli avantajını koruyabilmek için Türkiye Ortadoğu’da aktif politika uygulamak zorunda ve bu aktif politika ABD’ye rağmen değil, ancak ABD ile birlikte uygulanabilir.

3) ABD Irak’ta kendi çıkarları için var ama artık orada başarısız olması en fazla zararı Türkiye’ye verir.

4) ABD Irak’ta büyük hatalar yapıyor ancak savaştığı güç, duygusal açıdan bakılmadığı anda çok net görülüyor ki, Türkiye için de hasım! ABD’ye karşı direnen güçler Şii ve Sunni teröristler ve Baasçı savaşçılardan oluşuyor. Üçünün nadir ortak noktalarından birisi Türkiye’yi düşman olarak görmeleri.

5) 21. yüzyılın da motor gücü enerji savaşları olacak. Türkiye, kendi çıkarları açısından, enerji savaşlarının dışında kalamaz ve bu mücadelede de en büyük müttefiki yine ABD’dir!

6) Son zamanda ortadan büyük çapta kalkmıştır ama PKK’yı bertaraf etmek için Türkiye yine de ABD’nin desteğini almak zorundadır.

* * *

ABD açısından ise:

1) Irak’ta kurabileceği herhangi bir dengede denklemin içine Türkiye’nin çıkarlarını koymadan başarılı olması mümkün değildir.

2) Ortadoğu’da toplumsal meşruiyetini bir nebze koruyabilmek ve uzun vadeli yerleşebilmek için Filistin meselesini çözmek zorundadır. Böyle bir çabada Türkiye’ye büyük ihitiyaç duymaktadır zira bölgede Filistin, İsrail ve ABD’ye eşzamanlı olarak en yakın ülke Türkiye’dir.

3) Nüfus yoğunluğu ele alındığında AB içinde etkin müttefik yine Türkiye olacaktır.

4) Dünyanın en can alıcı bölgelerinden Ortadoğu’da en güvenilir ülke Türkiye’dir.

* * *

Son günlerde tekrar ısınmaya başlayan Türkiye-ABD ilişkilerine bu saiklerle bakıyorum.

Dilerim, eski günlere dönmek mümkün olur!
Yazının Devamını Oku

AB’ye ne kadar hazırız: Hayvancılık

12 Ocak 2005
<B>SON </B>günlerde, <B>müzakere döneminde </B>AB ile karşılaştığımız/karşılaşabileceğimiz sorunlara parmak basmaya çalışıyorum. Zira, temel inancım odur ki, Türkiye’de kapalı toplumda korunma avantajını kullanan kesimler, açık toplumun getireceği ve hukuka dayanan rekabet ortamına kolay kolay alışamayacaklar. Açık toplum kazanacak; ama zaman alacak!

* * *

Radikal Gazetesi
yayınladığı bazı haberlerle topluma önderlik eder, daha önce dikkati çekmeyen konulara dikkat çeker.

AB sürecinde ‘ilaç sanayii’inde yaşanan sıkıntılar gazeteleri ve köşe yazılarını çeşitli yönleriyle süslerken, 11.01.2005 tarihinde Radikal’de yayınlanan ‘AB ile yeni sorun: Et’ başlıklı haber AB önünde yine ve yeni bir sıkıntıya parmak basıyor.

* * *

Habere göre:

‘AB Tarım Protokolü uyarınca 1/98 sayılı Ortaklık Konseyi kararına (1997) imza atan Türkiye, AB’den her yıl 19 bin ton kırmızı et, 3 bin 500 ton besilik büyükbaş hayvan ithal edeceğini taahhüt etmişti. Buna karşılık AB’ye ihraç edilecek diğer tarım ürünleriyle ilgili olarak da gümrük vergisi indirimleri almıştı. Söz konusu etin 5 bin tonluk miktarı için yüzde 30, 14 bin tonu için ise yüzde 43 gümrük vergili tarife kontenjanı tanınmıştı...’

Ama bu konuda da sözler tutulmamış.

‘Tarım Bakanlığı ile AB arasında yedi yıldan beri tartışılan konudan Dış Ticaret Müsteşarlığı (DTM) ve Dışişleri Bakanlığı’nın da rahatsız olduğu öğrenildi.

Tarım ürünleri ticaretinde karşılıklı tanınan tavizler bulunduğunu hatırlatan DTM, Tarım Bakanlığı’na ilettiği görüşte AB’nin, et taahhüdünün yerine getirilmemesi nedeniyle daha önce 14 bin ton karpuz ve 30 bin ton domates salçası için sıfır gümrükle Türkiye lehine açılan tarife kontenjanlarını askıya aldığını anımsatarak, taahhütlerin yerine getirilmemesi nedeniyle ticari kayıpların oluştuğu öne sürüldü...’

Tarım Bakanlığı itiraz ediyor:

‘...Tarım Bakanlığı yetkilileri, et ithalatı ile ilgili sorular üzerine Türkiye’nin AB ülkelerinde görülen çeşitli hastalıklar nedeniyle ithalatı yasakladığını hatırlatarak, ‘AB ülkelerinden hayvan hastalıkları konusunda devlet garantisi vermeleri durumunda ancak ithalat yapabiliriz. Bu ülkeler de bize bu garantiyi veremiyor’ diyor’.

İlaçta olduğu gibi yine AB bastırıyor:

‘...Avrupa Birliği’nin Türk tarım ürünlerine yönelik tavizlerin tamamını askıya alması halinde, topluluğa yönelik yıllık ortalama 2 milyar dolarlık ihracatın riske girebileceği ve şimdiye kadar gümrüksüz olarak giren Türk tarım ürünlerine, ortalama yüzde 15-20 vergi uygulamasının gündeme gelebileceği vurgulandı.’

* * *

‘AB hayvancılığımızı da öldürüyor!’
başlıklı ve ‘vatan elden gidiyor’ mealli yazıları şimdiden tahmin ediyorum. Hatta, denecektir ki, AB ile ABD tarım konusunda ayrıcalıkların kaldırılması konusunda anlaşamıyorlar ki, biz nasıl anlaşalım?

Ben de diyorum ki, onlar aralarında atmadıkları imzalar konusunda çatışıyorlar, biz ise attığımız imzalara bile sahip çıkamıyoruz.

İşte AB ile Türkiye arasında bir fark daha:

Devlette devamlılık esastır ve saygınlığın temeli sözüne/imzana sadık kalabilmektir!
Yazının Devamını Oku

Kapalı toplum ve AB!

10 Ocak 2005
<B>TÜRKİYE,</B> 17 Aralık’ta AB’den müzakere tarihi aldıktan sonra ama tesadüfü ama doğrudan bağlantılı bazı <B>çalkantılar </B>yaşıyor. Ben bu çalkantılardan memnunum: 1) Kapalı dönemde atandıkları görevler gölgesinde her yerde ‘vatan haini’ arayanların, kendileri için nasıl çalıştıklarını okuyunca, neler hissediyorsunuz?

850 milyar TL keşif bedelli bir ihalede, 150 bin dolar ‘borç aldığı’ firma için, yüzde 280 oranında ‘sıradışı bir keşif artışı’ alan İlhan Kılınç Paşa’yı şimdi eleştiren bazıları zamanında paşadan nasıl sitayişle bahsederlerdi, bir zahmet bunu da hatırlayınız.

Şimdilerde rast geldiklerinden göz göze gelmekten dahi çekinenlerin, zamanında bazılarına nasıl yağ çektiklerini de anımsayın!

* * *

2) 28 Şubat döneminde arz-ı endam eden ‘vatan kurtaran paşalar’ arasında batan bankalarda yönetim kurulu üyesi olanların kimler olduklarını hatırlayınız. Bunlar hakkında mahkemeler ne karar veriyorlar, takip ediniz.

3) Türkiye’nin 4 Haziran 1997 tarihindeki Ortaklık Konseyi’nde alınan bir kararla, 1 Ocak 2001 tarihinden itibaren AB menşeli ilaçlara patent süresinin bitiminden itibaren 6 yıl süreyle veri (hakkı) imtiyazı uygulama taahhüdünün altına girdiğini adeta yeni duyduğunu söyleyen Jenerikçi İlaç Firmaları sadece komik duruma düşmediler mi? Web sayfalarında çarşaf çarşaf yayınlanan antlaşmaları ‘kapalı kapılar ardında yapılan antlaşmalar olarak’ nitelemek ne kadar ikna edici?

Esasen kendileri kapalı kapılar ardında fiyat (rant) pazarlığı yapanlar şimdi bu imtiyazı kaybetmekten rahatsızlar!

* * *

4) Bazı gazetecilerin ve dahi savcıların adeta birinden öbürüne bulaşan bir şekilde medya önünde ağlama krizlerine tutulmalarının ortak noktasının eski duruşlarından bir pundunu bulup vazgeçme gayreti olduğunun farkında mısınız?

5) ‘Vatan elden gidiyor’ diyerek ‘arazi satın alan yabancılardan’ şikayet edenlerin topu topu Çukurova’da orta boy bir çiftlik alanı olan 2.000 dönümden bahsettiklerini de biliniz.

* * *

5) Misyoner faaliyetlerinden rahatsız olduklarını beyan edenlerin; bırakın yakın zamana dek bizzat ülkemizde ‘din-inanç özgürlüğü’nün eksikliğinden yakınanlar olmasını, veya Merve’yi türbanı nedeni ile Meclis’ten kovanlardan oluşmasını; ellerinde iddiaları ile ilgili hiçbir rasyonel araştırma, ölçüm, hatta gözlem olmadan sadece sokakta rastladıkları misyoner sayısının artmasından şikayetçi olduklarını da biliniz.

Bunlar açık toplumda görüşlerini rakam ve analiz ile gerekçelendirmek zorunda olduklarını öğrenecekler mi?

Atandıkları görevlerdeki imtiyazları kendilerine yakın duranlara bahşeden ama bu arada ‘bal tutan parmak yalar’ diyerek hesap tutanlar ile Ankara’dan maddi imtiyaz elde etme peşinde koşan bazı işadamlarının kurduğu ittifak son 3-4 yıldır sarsılıyor. Sığındıkları kapalı toplum parçalanıyor.

17 Aralık bu ittifaka açık toplumu empoze ederek son darbeyi vuruyor!
Yazının Devamını Oku