3 Şubat 2005
<B>ÇOK </B>değil;<B> 1999 </B>yılında Hürriyet’te <B>Fethullah Gülen </B>hakkında bir yazı yazdığımda kınanmıştım. O zamanlar Fethullah Gülen hakkında <B>olumlu sözler</B> söylemek, bırakın güzel sözleri, hakkında bir değerlendirme yapmak <B>tabu </B>idi. Yine bu köşede 02.10.2004, 06.10.2004 ve 06.12.2004 tarihlerinde Bediüzzaman Said Nursi ve Fethullah Gülen hakkında üç yazı yazdım. Önce, okurlardan ağır eleştiriler ve abartılmış tebrikler aldım. Ardından, iki büyük gazetede bir inceleme ve Fethullah Gülen’le bir röportaj yayınlandı. İkisi de günlerce sürdü.
Bazıları, hiç haberim olmayan bu gelişmelere önayak olduğumu düşündüler.
* * *
Şimdi ne oldu, ne değişti?
Çok önemli ve değerli bir gelişme oldu!
Daha önce dine ait her şeyi yadırgayan bazı gazeteler, millete karşı hatalarını gördüler, özür diliyorlar. Milletin büyük bir kısmının indinde saygı ve sevgi toplayan bir insanı artık gündeme almak, kutlanması gereken büyük bir adımdır.
Bu gelişme, Türkiye’nin sadece hayrınadır!
Üstelik, gelişme karşılıklıdır ve değeri böylelikle kat be kat artmıştır.
Uzun röportaj sırasında Fethullah Gülen çok önemli bir söz söylüyor:
Eski dönemini kastederek mealen;
‘Bir zamanlar her şeye din gözlüğüyle baktık!’ diyor.
Bu basit cümlenin ne kadar derinlere giden bir özeleştiri olduğunu görmemek için bilmem nasıl bir akıl taşıyor olmak lazım!
* * *
- Dine ait her şeye uzak durmak!
- Her şeyi din sanmak!
İki büyük gazetemizde yayınlanan Fethullah Gülen kaynaklı yazılar, Türkiye’nin başının belası olan bu iki sapmaya aynı anda son verdiler.
İki bela birden çökmeden katiyen birisi tek başına çökemezdi. Önemle Mehmet Gündem röportajı, iki olumsuzu bir arada çözerek büyük bir olumlu yaratmış ve Türkiye’yi bir konuda çok rahatlatmıştır.
Olsun varsın, hálá ülkede hiçbir gerekçeye dayanmadan önyargıyı bilimsel düşünce zanneden ve Fethullah Gülen için yargısız infaza soyunan savcılar;
‘Demokratik yollardan, devlet kademelerinde kadrolaşarak, uzun vadede devletin anayasal düzenini değiştirerek şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurmayı hedeflediği belirtilmiştir’ diyebilsinler.
Onlar artık káhir azınlıklar!
* * *
Şimdi yeni bir ödev var!
1) Başını örtmek kadın için İslami emir!
2) Ancak, türban belirli bir kitle tarafından siyasi simge/dini dayatma olarak görülüyor ve giderek bu bakış açısı dünyada genel kabul görüyor.
O halde; yeni ödev inananların başlarını, diğerlerinin korkularını gözeterek başka türlü örtmelerine önayak olmaktır.
Diğerlerinin ödevi de bu çabaya saygı göstermektir.
Bence bu konuda Emine Erdoğan Hanımefendi’ye büyük görev düşüyor.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2005
<B>ÖNCE </B>şu <B>üç gerçeği</B> tespit ve teslim etmek lazım: 1) Seçimlere katılım, oran henüz tam tespit edilemese de, Türkiye’nin tahmininin üzerinde olmuştur. Hatta, Sunnilerin katılımı da beklenenin üzerindedir.
2) Seçimlere yüksek oranda katılım Irak halkının El Kaide irtibatlı Zarkavi liderliğindeki İslamcı teröre teslim olmadığının göstergesidir. Bu durum sadece Batı’da değil, İran, Suriye ve Mısır gibi komşu ülkelerde de sevinçle karşılanmıştır.
3) Bugün Kerkük meselesinde şiddetli tepki veren AKP Hükümeti ve TSK 1 Mart 2003 tarihli tezkereyi, şimdi unutturmaya çalışsa da, aksine söz verdiği halde reddettiğinde kendi eli ile:
i) ortak anlaşmaya rağmen, Irak Savaşı’nda aktif rol almayı kabul etmemiş,
ii) ABD’yi Kürtlerle ittifaka itmiştir.
Şimdi koparılan gürültü bu gerçekleri ortadan kaldırmaz!
* * *
Ben son zamanlarda Türkiye’nin kendi kendisini tek boyutlu ve sonuç alınamayacak bir Irak politikasına doğru hızla ittiğini görüyorum.
Tek boyutlu olmanın ötesinde menfaatlerin ortak dengesini aramaktan da uzak ve salt ben merkezli yapılan çıkışlar inatla sürdürülürse, korkarım bir kez daha kırmızı çizgiler birileri tarafından çizilecektir.
Barzani’nin popülist ve seçim yatırımına dönük hesapsız çıkışlarına sert tepki veren ve Barzani’yi hak ettiği önemin üzerine taşıyan politikalar bana Türkiye’nin yine dar kalıplar içinde hareket etmeye çalıştığı duygusunu vermektedir.
Nedir Türkiye’nin Kerkük kaygısı?
Eğer, Kerkük ‘otonom’ yapısını yitirir ve bir Kürt şehri olarak kabul edilirse, ekonomik gücü mislisi ile artacak ve Kürtler giderek bizim Güneydoğumuzu da içeren bağımsız bir devlet kurmak isteyeceklerdir!
Bence kaygı katiyen yanlış değil!
Onlar açısından bir hak gibi gözüken bu talep bizim menfaatlerimiz ile çeliştiği için bu durumu kabul etmemiz hiç ama hiç kolay değil!
Ancak, doğru kaygılarla izlediğimiz politikamızı bir kez daha yanlış stratejiler üzerine oturtuyoruz!
Meseleyi tek boyutlu ele alıyor ve sadece Türkmen dostlarımızın haklarının korunması olarak algıladığımızı vurguluyoruz.
* * *
Kerkük için 1 Mart’ta kendi elimizle ittiğimiz ortak otonom idare kurulması teklifini şimdi biz ileri sürerken, Irak’taki diğer menfaat ilişkilerini de irdeleyelim:
Kerkük ile ilgili karar 30 Ocak seçimleri sonrası kurulacak meclisin hazırlayacağı ve oylanacak Anayasa sonrası belli olacak.
Sorular şunlar:
Irak dünya petrol rezervinin %10’una sahip. Ancak, 2003 yılı sonu itibarıyla dünya petrol üretiminin ancak %1.8’ini gerçekleştiriyordu.
1) Dünyada S. Arabistan (%22.9) ve İran’dan (%11.4) sonra en büyük oranda (ispat edilmiş) petrol rezervine sahip bir ülkede Kerkük (Irak petrolünün %7.5’una sahip) gibi petrol için kilit bir şehri diğer unsurlar Kürtlere bırakırlar mı?
2) Her şeyin ötesinde Irak nüfusunun %65’ine sahip Şiiler Kuzey Irak petrolünü (Irak’ın %20’i petrolü) nüfusun %20’sine sahip Kürtlere teslim etmek üzere Anayasa için oy kullanırlar mı?
3) Dünya petrolünün %10’una ve yeryüzüne en yakın petrolüne sahip bir ülkenin bölünmesi ve böylece denetiminin iyice zorlaşmasına ABD razı olur mu?
Irak bölünmeden Kerkük Kürtlere kalmaz, Irak’ın bölünmemesi de Türkiye’nin çok boyutlu politikalarına bağlıdır!
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2005
<B>KONGRE </B>öncesi TV’de kendisini ‘Ya kazanamazsanız!’ diye uyaran gazeteciyi azarlayarak ve ‘<B>Mustafa Sarıgül</B> kazanamayacağı yarışa girmez!’ diyerek meydan okuyan Sarıgül şimdi nasıl bir ruh halindedir, çok merak ediyorum. Deniz Baykal kongreyi kazandığı halde kaybettiğinin farkında mıdır, bunu da çok merak ediyorum.
Ama, herkesin farkında olduğu bir şey var:
CHP kaybetti!
Dolayısıyla Türkiye de kaybetti!
Artık, CHP’yi ve liderini kendisine oy veren delegeleri dışında kimsenin ciddiye alması mümkün değil. Bundan böyle Deniz Baykal ve ekibi ağızları ile kuş tutsalar dahi, liderliğini korudukları sürece, kimse bu partiye bel bağlayamaz.
Şu anda Türkiye solu ve muhalefeti olmayan bir ülke!
* * *
Ben kavgalı çok kongre gördüm.
Ama başbakan olma iddiasındaki bir genel başkan adayının kavgaya karışıp, kendisi ile eş durumundaki başka bir belediye başkanına yumruk attığı ilk kongre bu!
Mustafa Sarıgül kongrelerde kullanılan çok basit bir taktiği yuttu.
Deniz Baykal, Sarıgül’ü sinirlendirmeyi hedef seçmişti ve bunu başardı.
Mustafa Sarıgül zıvanadan çıktığı anda sadece CHP delegeleri gözünde değil, 9 ayrı kanalda kongreyi takip eden millet indinde de çok ağır yara aldı!
Türk insanının büyük çoğunluğunun hiddet ve şiddetten ne kadar çekindiğini bilmeyen bir insan ülkeyi yönetme iddiasına nasıl girer?
* * *
Ancak, Baykal kazanmadı, o da kaybetti!
Küçük Kongre salonunu kendi iç sahası haline getiren, Sarıgül’ü deplasmana sürükleyen, açıkça sataştığı halde karşı tarafa anında söz hakkı vermeyen, uzun konuşmasında Sarıgül nefretinden başka hiçbir mesaj üretemeyen, kapıldığı paranoya sonucu kaybedenin hep başvurduğu için çok kanıksanan ve bıktıran komplo teorilerine sığınan (‘ABD yaptı!’), 1 Mart’taki duruşunu örneğin Kerkük meselesi ile ilgili kelam etmeyerek katiyen somutlaştıramayan, ülke ile ilgili hiçbir projesi yokmuş gibi bir görüntü veren Deniz Baykal da bu hafta sonu belki de siyasi kariyerine kendi eli ile son verdi.
* * *
Ancak en önemlisi:
Türkiye’nin en eski ve yaşayan tek gerçek müessese partisinin bu kadar zedelenmesi ülke için başlı başına bir kayıptır.
Üstüne üstlük, demokrasilerde denetleme ve dengeleme görevi ortadan kalktığında demokrasi büyük hasar görür.
Denetleme ve dengeleme hem iktidar-muhalefet ikiliminde, hem de sağ (büyüme)-sol (dağıtım) ikiliminde vazgeçilmez bir görevdir.
Sağ bir iktidarın sol bir muhalefetten tamamen kurtulması iktidarı iyice vurdumduymaz hale getirebileceği gibi ana muhalefetin Meclis dışına kaymasına, lüzumlu-lüzumsuz insanların/ kurumların bu görevi yüklenmesine vesile olur!
29 Ocak 2005 günü sadece CHP değil, Türkiye de büyük yara almıştır!
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2005
<B>GEREK TSK</B>, gerek <B>AKP, </B>Irak seçimleri çerçevesinde <B>Kerkük</B>’ün bir <B>Kürt</B> şehri olması ihtimali karşısında çok sıkıntıdalar. Ancak, filmi biraz geriye sarıp geçmişi tekrar gözden geçirmekte yarar var.
Film kareleri bizi 1 Mart Tezkeresi’ne götürüyor. Tezkere öncesi:
ABD, Irak’ı işgal niyetini bize açtıktan sonra Kuzey Irak’a Türkiye’den girmek istediğini bildirmiş ve bu isteği kabul görmüştü.
ABD, bu izni aldığını varsayarak lojistik açıdan büyük hazırlık yapmış, malzeme ve insanını Türkiye açıklarına yığmıştı.
Nitekim, Türkiye’yi Deniz Bölükbaşı ve arkadaşlarının temsil ettiği heyetler arasında; Türkiye ve ABD’nin Kuzey Irak’ın işgali sonrası nasıl işbirliği yapacaklarına dair günlerce süren müzakerelerden sonra bir anlaşma yapılmıştı.
Bu anlaşmanın içinde: i) Musul ve Kerkük’ün savaş sonrası da ‘otonomisinin’ Türk ve ABD askerleri tarafından ortak korunmasına ve ii) bizzat Kuzey Irak’ta TSK’nın PKK’yı kontrol altına almasına cevaz veren maddeler de vardı.
Askeri ve sivil kanadın bilgisi dahilinde yapılan bu anlaşmanın ardından tezkere TBMM’de oylanacaktı. Herkes tezkerenin geçeceğini umuyordu.
Ancak, TBMM’den beklenen sonuç çıkmadı. Neden? Tezkere esasında 26 Şubat günü oylanacaktı. 28 Şubat günü de MGK toplanacaktı. AKP cinlik yaptı, tezkere oylamasını 1 Mart’a kaydırdı. Beklenti, tezkere konusunun bu toplantıda konuşulması ve ertesinde TBMM’de oylama yapılırken ‘ne yapalım, TSK böyle istiyor’ denerek ateş üzerindeki kestanelerin TSK’ya toplatılması idi.
28 Şubat’ta MGK görevini yapmadı ve Kuzey Irak gündeme hiç gelmedi.
Silah geri tepmişti. AKP milletvekilleri arasında, ‘Tezkereyi TSK da istemiyor!’ inancı yerleşti.
1 Mart sabahı, dönemin başbakanı Abdullah Gül, partisinde yaptığı konuşmada çok isteksiz davrandı ve milletvekillerini vicdanları ile baş başa bıraktı.
1 Mart’ta tezkere geçmedi ve ABD açısından ibre Kuzey Irak’taki Kürtlere kaydı.
ABD için önemli olan Musul ve Kerkük petrolünün güvenilir bir müttefik tarafından denetlenmesi idi ve artık o müttefik, Kuzey Iraklı Kürtlerdi!
Hemen tezkere sonrası NTV’de Mehmet Barlas, Fehmi Koru ve Tarhan Erdem’in de katıldığı bir tartışmada Kuzey Irak’ta Musul ve Kerkük’ün artık Kürt Federasyonu’na verileceğini, bu durumda Kuzey Irak’ta kişi başına milli gelirin 2.000 dolar civarına çıkacağını, bizim Kürt yoğunluklu Güneydoğumuzda ise milli gelir 400 dolara bile ulaşamazken esas gümbürtünün o zaman kopacağını söylemiştim.
Bana göre yeni kırmız çizgiler: i) Kuzey Irak’ta doğmakta olan ekonomik uçurum ve ii) paylaşılamayan su meselesi (Fırat ve Dicle) olacaktı.
* * *
Bunları tekrar neden yazdım? Önce, Kerkük’ün bu kadar ısındığı bir dönemde yakın tarihi tekrar gözler önüne sermek istedim.
Bunun dışında bugün defakto durumdan şikáyetçi olan AKP Hükümeti ve TSK’nın bu şikáyette ne kadar haklı olduklarını sorgulamak istiyorum.
Ama, esas derdim CHP!
CHP, tezkere konusunda AKP ve TSK’nın tersine hep tutarlı oldu!
Bugün Kerkük meselesinde en büyük kıyameti onların koparması lazım!
Ama partide bu konuda ‘tık!’ yok. ‘Mustafa mı olsun, Deniz mi olsun’ diye papatya falı açar gibi bugün oy verecek CHP delegelerine bu acıklı durumu hatırlatmayı vazife bildim.
Yazık!
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2005
<B>ŞAHSİ </B>kanıma göre fokur fokur kaynayan <B>CHP</B>’de tek <B>anlamlı </B>arayış Kemal Derviş’ten geldi. Çalışma <B>Milliyet</B>’te yayınlandı, ben de dün bu çalışmayı özetledim. 21. yüzyılda sosyal demokrasinin işlevini irdeleyen makalesinde Kemal Derviş özetle diyor ki:
1) Çağdaş sosyal demokrasi hem piyasa mekanizmasını, hem de denetleyen bir devleti ve kamu politikasını piyasanın varlığı kadar önemli saymaktadır.
2) Neoliberal sağ, devletin işlevlerini temelde küçümsemektedir. Piyasanın tek başına etkinlik ve istikrar sağlayabileceğine inanmaktadır.
3) Çağdaş sosyal demokrasi, küreselleşme süreci içinde ulus-devletlerin geliri yeniden dağıtan işlevlerini daha zor yerine getirebildiklerini görmekte ve uluslararası dayanışmaya ve ulus-devlet üstü kurumsallaşmaya dayanan kamu politikalarının da oluşmasına destek vermektedir.
4) Bu küresel vergilerden elde edilecek gelirleri de, uluslararası kurumlar tarafından yoksulluk ve hastalıklara karşı mücadelede ve çevreyi koruyan önlemlerin finansmanı için kullanmak istemektedir.
5) Çağdaş sosyal demokrasi bağımsız bir Merkez Bankası, bağımsız düzenleyici kurumlar gibi kamu için gerekli temel araçlara sahip çıkmalıdır.
* * *
Bugün bu çalışma hakkında görüşlerimi ifade etmeye çalışacağım:
1) Makalesinde borç/milli gelir oranı ve yurtiçi reel faizler yüksek olunca, bir ülkenin sosyal sorunlarına yeterli kaynak ayıramayacağını söyleyen Kemal Derviş, sosyal demokrat politikaları açıklarken bu konuya hiç değinmiyor. Galiba, o da altında imzası olan IMF politikaları borcu makul seviyeye indirgeyene dek sosyal politikaların işlemeyeceğini kabul ediyor.
2) Makalenin özü, serbest piyasayı kutsayan liberal-demokrat politikalar ile bütünlük içinde. Hele hele, devletin üretime karışmamasını ve geliri yeniden dağıtmamasını vurgulayan liberal politikaları Derviş de aynı telaşla savunuyor.
3) Ona göre, liberaller devletin işlevlerini küçümser. Ben katılmıyorum. Eğitim ve sağlık dahil, devlet üretimden tamamen çekildiği sürece, bazı mal ve hizmetlerin ödeme güçlüğü çeken vatandaşlar adına devlet tarafından piyasadan satın alınmasında liberal-demokrat politikalar açısından hiçbir mahzur yoktur.
4) ‘Ulus-devlet üstü kurumlar’ tarafından oluşturulacak ‘ulus-devlet üstü kamu politikalarının’ neler olacağını ben tam anlayamadım. Hele hele bunlardan nasıl vergi alınıp ‘yoksullara ve hastalara’ yardım edileceği ise ne kadar gerçekçi, bilemiyorum.
5) Bağımsız düzenleyici kurumlar, çeşitli merhalelerden geçtikten sonra 20. yüzyılın ikinci yarısında hukukun üstünlüğü prensibinde birleşen liberal-demokratların zaten savundukları kurumlardır.
6) Derviş’in bahsetmediği destekler konusunda; piyasa ve fiyata müdahale eden ürün desteği değil, bizzat üretici desteği olduğu sürece desteklemeye de liberal-demokratların itirazı olamayacağını düşünüyorum.
* * *
Şahsen ben, Kemal Derviş’ten küreselleşmenin motor gücünü oluşturan, teknoloji ağırlıklı üretim yapan ve beyin emeği üreten 35 yaş altı gençler için politika üretmesini beklerdim.
* * *
Benim anladığım, Kemal Derviş çok kıymetli bir liberal-demokrat; ama söylemeye dili varmıyor!
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2005
<B>CHP Kurultayı </B>giderek <B>‘kaynana yarışmasına’ </B>dönüşürken nihayet <B>fikir üreten </B>bir ses <B>Kemal Derviş’</B>ten geldi. Derviş, 24 Ocak 2005 Pazartesi günü Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan tam sayfa (s. 7) makalesinde sosyal demokrasinin 21. yüzyılda yüklenmesi gereken ekonomik yönü irdeliyor.
Muhakkak ciddiye alınması gerektiğini düşündüğüm makaleyi bugün özetlemeye çalışacağım, yarın da aklımca bir eleştiri sunacağım.
* * *
Kemal Derviş diyor ki:
‘Çağdaş sosyal demokrasi hem piyasa mekanizmasını, özel girişimi ve küresel etkileşim ve ticareti, refaha katkı sağlayabilecek temel unsurlar olarak benimsemekte hem de bunların yanında genelde doğrudan üretime girmeyen ama güçlü, etkin, düzenleyen ve denetleyen bir devleti ve kamu politikasını piyasanın varlığı kadar önemli saymaktadır...
...İşte burada çağdaş sosyal demokrasi, neoliberal veya ‘sağ’ olarak tanımlayabileceğimiz ekonomi anlayışından çok farklı bir yaklaşıma sahiptir. Neoliberal sağ, devletin işlevlerini temelde küçümsemektedir. Piyasanın tek başına etkinlik ve istikrar sağlayabileceğine inanmaktadır. Piyasanın ve mevcut mülkiyet yapısının yol açacağı gelir dağılımını da büyük ölçüde kabullenmek eğilimindedir...
* * *
...Çağdaş sosyal demokrasi, küreselleşme süreci içinde ulus-devletlerin düzenleyen, denetleyen ve geliri yeniden dağıtan işlevlerini daha zor yerine getirebildiklerini görmekte ve dolayısıyla ulus-devletler çerçevesinde gerekli politikaların yanı sıra uluslararası dayanışmaya ve ulus-devlet üstü kurumsallaşmaya dayanan kamu politikalarının da oluşmasına destek vermektedir. Örneğin çağdaş sosyal demokrasi, silah ticareti, global ısınmayı artıran karbon emisyonları ve spekülatif sermaye hareketleri üzerine küresel vergilerin konmasına taraftardır...
...Bu küresel vergilerden elde edilecek gelirleri de, uluslararası kurumlar tarafından yoksulluk ve hastalıklara karşı mücadelede ve çevreyi koruyan önlemlerin finansmanı için kullanmak istemektedir. Çağdaş sosyal demokrasi, uluslararası finans piyasalarının aşırı dalgalanmaya eğilimli olduğuna inandığı için, bu piyasaların uluslararası bir kurum tarafından sıkı bir şekilde denetlenmesi gereğine inanmaktadır.
* * *
...Türkiye’deki tartışmalarda da (...) küreselleşen dünya ekonomisinde, küresel kamu politikalarının önemi Türkiye’de kamuoyuna daha iyi anlatılabilmelidir.
Çağdaş sosyal demokrasinin, iyi işleyen bir piyasa ekonomisine, güven içinde üretmek isteyen özel girişime en az sağ kadar sahip çıkması, çağımızda solun özüyle çelişmiyor artık. Ancak çağdaş sosyal demokrasi, piyasanın eşit yarışma koşulları içinde, kayıt içinde ve şeffaf bir denetim düzeninin desteğiyle işlemesini savunmaktadır. Çağdaş sosyal demokrasi, bağımsız bir Merkez Bankası, bağımsız düzenleyici kurumlar gibi etkin bir kamu için gerekli temel araçlara sahip çıkmalı, piyasayı uzun vadeli bir perspektif ile tamamlama görevine sahip planlama kuruluşlarının etkinliğini savunmalıdır...’
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2005
<B>II.</B> <B>Bush </B>II. dönemine başladı. Cülus töreninde yaptığı konuşmada bütün dünya için <B>barış-özgürlük-demokrasi</B> temennileri sundu. Ama maalesef, dünyada çok büyük bir kitle ona <B>inanmadı</B>. Ben 1 Mart Tezkeresi’ne sahip çıktım, tezkerede yan çizen TBMM ve MGK’yı eleştirdim.
Real-politika açısından Türkiye’nin bu önlenemez saldırıda aktif taraf olmasını teklif ettim. Karşıtlar haklı olarak ölecek insanımıza dikkat çektiler.
Dibimizde cereyen eden ve önleyemediğimiz bir saldırıda pasif politika yürütmenin daha fazla zarar vereceğini düşündüm ve halen de öyle düşünüyorum.
Nitekim, bu savaş nedeni ile ölen Türk insanı sayısı savaşa aktif katılan İngiltere’nin kaybettiği insan sayısından fazla!
Zira, Irak’ta hem insanlarımızı koruyacak askerimiz yok, hem de oradaki ekonomik menfaatlerimiz bizi zaten oraya gitmeye zorluyor.
Türkiye zaten Irak’ta ama eli kolu bağlı vaziyette orada!
Hele hele Kuzey Irak’ta hiç yokuz.
1 Mart Tezkeresi öncesi Türkiye ile ABD arasında yapılan antlaşmayı yayınlayan Fikret Bila eğer tezkere geçse idi, Türkiye bölgede hangi yetkilere sahip olacaktı; hepimize ilan etti.
* * *
Ben yine de 05 ve 06 Mayıs 2004 tarihlerinde yazdığım ‘Irak Savaşı: Özeleştiri Yapmanın Zamandır’ başlıklı iki yazı ile, bildiğim kadarıyla 1 Mart Tezkeresi’ni savunan diğer hiçbir yazarın yapmadığı işi yaptım ve öngörü yanlışlarımı ilan ettim:
ABD’nin Irak’a dirlik ve düzen getirmede bu kadar aciz kalacağını, ABD askerinin insan sermayesi olarak bu kadar çapsız olduğunu, sonuçta ABD’nin İslamcı teröre karşı bu kadar çaresiz kalacağını öngöremediğimi ilan ettim.
Ancak, yine de 1 Mart Tezkeresi çerçevesinde Türkiye’nin yanlış yaptığına dair düşüncemi koruduğumu da belirttim.
* * *
3 Kasım ABD seçimlerinin hemen ardından yazdığım 04-06-08 Kasım 2004 tarihli yazılarda ise II. Bush yönetiminin II. cülus-i hümayundan sonra daha da saldırgan olacağını öngördüm.
Bu öngörüm her geçen gün giderek güçleniyor.
ABD, pekálá 21. yüzyılda AB, Rusya, Çin ve hatta Hindistan’ın dünya dengelerini altüst edeceğini biliyor.
Bunun için enerji merkezlerini doğrudan denetlemeden, yeni açık düşman terörü kontrol altına almadan, Çin, Rusya gibi ülkeleri hemen diplerinde çevrelemeden rahat edemez.
* * *
Clinton da durumu biliyordu. Ancak, o kerim emperyal devlet politikasını tercih ediyordu. Ancak, başarılı bulunmadı.
Bush ise saldırgan emperyal devlet politikasını tercih etti ve bu politikayı halkına 2. seçimde bir kez daha onaylattı.
ABD, sadece Irak’ta değil; İran, Suriye gibi komşularımızda da kendine uygun yönetimi kurmadan katiyen durulmayacak.
Bu durum, savaşı sadece seyretmeyi seçtiğimiz için beni ziyadesi ile rahatsız ediyor.
* tahta çıkışı
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2005
<B>HERKES kendi yalnızlığını yaratır, ama yalnızlık hep aynıdır. </B>Farkına vardığınız ‘an’ kişiden kişiye farklıdır, lakin fark ettiğinizde vakit çok geçtir. Yalnızlık illa ki insanlardan uzak olmak da değildir.
Gurbet muhakkak yalnızlığı körükler ama yalnız olmak/kalmak için gurbette olmak da şart değildir. Pekálá sılada da yalnızlık yaşanır.
Yalnızlık katiyen özlenmez, arada bir ‘yalnız kalmak’ özlenir.
* * *
Yalnızlığın bulaşıcı bir hastalık gibi her geçen gün dağılarak artmaya başladığını hissediyorum.
İnsanların da esasen dağda, kırda, çayırda, bayırda, köyde, kasabada değil, kalabalık şehirlerde yalnız kaldığını düşünüyorum.
Nişantaşı’nda-Bağdat Caddesi’nde, Kızılay’da-Çankaya’da, Kordon’da-Alsancak’ta beter yaşanıyor yalnızlık!
Birbirlerini iterek ilerlemeye çalışan insanların gözlerine bakın.
Gözlerden yalnızlık fışkırıyor ve insanlar en çok göz göze gelmekten korkuyorlar.
‘Ya yalnızlığımı görürlerse!’
Kalabalık bir evde gece TV seyredenleri izleyin. Kimse kimse ile bakışmıyor, kimse kimse ile konuşmuyor.
Arada bir söylenen sözler ‘Şimdi hangi dizi var?’, ‘Bakalım kaynanasına ağzının payını verecek mi?’ vb. gibi hep ‘kutu’ merkezli!
Hele hele 5 yılı aşmış evliliklere bakın.
Bazı karı-kocalar bana ‘Bunlar henüz tanışmadılar mı?’ sorusunu sorduruyor.
Bazıları birbirlerine çok soğuk bakıyorlar, hatta bazen nefretin ipucunu buluyorsunuz gözlerde!
İnsanlar konuşmuyorlar!
Ne konuşuyorlar, ne anlaşıyorlar.
Zaten birbirlerini anlamak için gayret de sarf etmiyorlar.
Birbirlerini dinlemiyorlar bile!
* * *
Konuşmak o kadar fuzuli hale geldi ki, bayramlarda değil ziyaret etmek, kart göndermek; elimizin altında telefon olsa dahi konuşarak bayramlaşmayı çoktan terk ettik! Bayramlarda artık sadece mesajlaşıyoruz!
Düşünün; tebrik etmek, iyi niyetler sunmak gibi sadece duyguya dayanan bir eylemi tamamen mekanik bir eylem olan mesajlaşmak eylemi ile ifa ediyoruz.
Telefonda hiç olmazsa ses var, sesin içinde de heyecan, sevinç, üzüntü, hasret var!
* * *
Lütfen kendi kendinize sorun. En son ne zaman birisine:
- Seni çok seviyorum! veya
- Seni çok özledim! dediniz?
En son ne zaman birine sarılarak katıla katıla ağladınız? Veya:
Birisi ile birlikte gözlerinizden yaşlar gelecek kadar kahkahaya boğuldunuz?
Sevişirken en son ne zaman yatağın altınızdan kaydığını, bir ‘an’ için şuurunuzun yok olduğunu hissettiniz?
Ne kadar sık ‘zaman’ ve ‘mekandan’ kopuyorsunuz?
Gökyüzüne, sadece gökyüzüne bakarak en son ne zaman nutkunuz tutuldu?
Yalnız mısınız, yoksa henüz farkında mı değilsiniz?
Yazının Devamını Oku