16 Şubat 2005
<B>LÜBNAN </B>eski ve harap Lübnan olmaktan çıkmış ve <B>Beyrut </B>tekrar eski güzelliğine ve sukunetine kavuşmaya başlamıştı. Ancak, 1975-90 yılları arasındaki iç savaşta harap olan Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta terör tekrar hortladı ve eski başbakan Refik Hariri bombalı saldırıyla öldürüldü.
1 Mart 2003’ten beri Ortadoğu illa ki yeniden kuruluyor, orada kıyamet kopuyor ve biz sadece seyrediyoruz diye iddia ediyorum. 3 Kasım 2004 seçimlerinden beri de çok daha saldırgan bir ABD ile karşı karşıya olduğumuzu ısrarla savunuyorum.
* * *
Şimdi Hariri’ye yönelik menfur saldırıya dönelim:
Uzmanlar saldırının gizli örgüt işi olduğu konusunda tamamen hemfikirler!
Gazetelere göre; saldırıyı, adı daha önce hiç duyulmamış ‘Büyük Suriye’de Cihad ve Zafer’ adlı bir örgüt üstlendi. Örgüt, ‘tiran’ olarak nitelendirilen Hariri’nin Suudi Arabistan ile ilişkileri nedeniyle öldürüldüğünü ifade etti. Lübnan’daki muhalefet liderleri ise Hariri’nin öldürülmesinden Lübnan ve Suriye hükümetlerini sorumlu tuttu. Bir grup gösterici de Baas Partisi’nin Lübnan bürosu önünde toplanarak Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın fotoğrafını yaktılar.
Ekim ayında görevi bıraktığından bu yana muhalefet saflarında yer alan Hariri, Suriye yanlısı Devlet Başkanı Emile Lahoud ile yıllardır rekabet içindeydi.
* * *
Cinayeti kimin işlediğini şimdilik kesin olarak bilmiyoruz. Ancak, Hariri’nin ortadan kaldırılmasının kim(lerin) işine geldiğini pekala sorgulayabiliriz.
1) ABD’nin açık hedeflerinden birisi Suriye ve bu ülkede hálá etkin olan Baas Partisi.
2) Hariri Devlet Başkanı Emile Lahoud’un tersine Suriye karşıtı. Seçimleri kazanacağına inanılıyordu ve kendisi ülkedeki Suriye etkinliğini azaltmak için çaba göstereceğini açıkça ilan ediyordu.
3) Lübnan Büyük Ortadoğu Oyunu’nda herkesin gözünün olduğu çok kritik bir ülke. Çeşitli terör politikaları, el altından bu ülkede üretiliyor.
* * *
Öte yanda, ‘İngiliz The Guardian gazetesi, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine olası müdahalesine karşı ABD’nin Kuzey Irak’a yığınak yaptığını yazdı.
Gazetenin haberine göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın üzerinde, Kerkük konusunda iç baskı artarken, bakanlar, ‘yenilenmiş bir askeri müdahalenin işaretlerini’ verdi.
Bunun, Ankara’nın ABD ile ilişkilerinde yeni gerginliklere yol açacağına dikkat çekilen yazıda, adı verilmeyen bir Türk diplomatın sözlerine de yer verildi.
Diplomatın, ‘Kerkük şu anda bir numaralı güvenlik meselesi ve kamuoyu kaygısıdır. Kerkük, potansiyel barut fıçısıdır. Bizim için özel statüsü vardır... Tüm insanlara aittir. Irak’a müdahale etmek istemiyoruz. Ama kırmızı çizgilerimiz var’ sözlerine dikkat çekildi.
Kerkük’ü kontrol edenin, Irak’ın bilinen petrol rezervinin yüzde 40’ını (bendeki Botaş kaynaklı bilgiye göre %7.5!) kontrol edeceğine işaret edilen yazıda, böylesi bir zenginliğin, bağımsız bir Kürt devletini ekonomik olarak kendi ayağının üzerinde tutabileceği kaydedildi.’ (Hürriyetim-WEB-15.02)
* * *
Bana öyle geliyor ki, son dönemde hükümet Ortadoğu’yu okuyamıyor ve yanlışlar yumağı içinde sürükleniyor.
Sanki dönen büyük oyunlar ortasında Türkiye ısrarla küçük düşünüyor!
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2005
LÜBNAN eski ve harap Lübnan olmaktan çıkmış ve Beyrut tekrar eski güzelliğine ve sukunetine kavuşmaya başlamıştı.Ancak, 1975-90 yılları arasındaki iç savaşta harap olan Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta terör tekrar hortladı ve eski başbakan Refik Hariri bombalı saldırıyla öldürüldü.1 Mart 2003’ten beri Ortadoğu illa ki yeniden kuruluyor, orada kıyamet kopuyor ve biz sadece seyrediyoruz diye iddia ediyorum. 3 Kasım 2004 seçimlerinden beri de çok daha saldırgan bir ABD ile karşı karşıya olduğumuzu ısrarla savunuyorum.* * *Şimdi Hariri’ye yönelik menfur saldırıya dönelim:Uzmanlar saldırının gizli örgüt işi olduğu konusunda tamamen hemfikirler!Gazetelere göre; saldırıyı, adı daha önce hiç duyulmamış ‘Büyük Suriye’de Cihad ve Zafer’ adlı bir örgüt üstlendi. Örgüt, ‘tiran’ olarak nitelendirilen Hariri’nin Suudi Arabistan ile ilişkileri nedeniyle öldürüldüğünü ifade etti. Lübnan’daki muhalefet liderleri ise Hariri’nin öldürülmesinden Lübnan ve Suriye hükümetlerini sorumlu tuttu. Bir grup gösterici de Baas Partisi’nin Lübnan bürosu önünde toplanarak Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın fotoğrafını yaktılar.Ekim ayında görevi bıraktığından bu yana muhalefet saflarında yer alan Hariri, Suriye yanlısı Devlet Başkanı Emile Lahoud ile yıllardır rekabet içindeydi.* * *Cinayeti kimin işlediğini şimdilik kesin olarak bilmiyoruz. Ancak, Hariri’nin ortadan kaldırılmasının kim(lerin) işine geldiğini pekala sorgulayabiliriz.1) ABD’nin açık hedeflerinden birisi Suriye ve bu ülkede hálá etkin olan Baas Partisi.2) Hariri Devlet Başkanı Emile Lahoud’un tersine Suriye karşıtı. Seçimleri kazanacağına inanılıyordu ve kendisi ülkedeki Suriye etkinliğini azaltmak için çaba göstereceğini açıkça ilan ediyordu. 3) Lübnan Büyük Ortadoğu Oyunu’nda herkesin gözünün olduğu çok kritik bir ülke. Çeşitli terör politikaları, el altından bu ülkede üretiliyor.* * *Öte yanda, ‘İngiliz The Guardian gazetesi, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine olası müdahalesine karşı ABD’nin Kuzey Irak’a yığınak yaptığını yazdı. Gazetenin haberine göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın üzerinde, Kerkük konusunda iç baskı artarken, bakanlar, ‘yenilenmiş bir askeri müdahalenin işaretlerini’ verdi. Bunun, Ankara’nın ABD ile ilişkilerinde yeni gerginliklere yol açacağına dikkat çekilen yazıda, adı verilmeyen bir Türk diplomatın sözlerine de yer verildi. Diplomatın, ‘Kerkük şu anda bir numaralı güvenlik meselesi ve kamuoyu kaygısıdır. Kerkük, potansiyel barut fıçısıdır. Bizim için özel statüsü vardır... Tüm insanlara aittir. Irak’a müdahale etmek istemiyoruz. Ama kırmızı çizgilerimiz var’ sözlerine dikkat çekildi.Kerkük’ü kontrol edenin, Irak’ın bilinen petrol rezervinin yüzde 40’ını (bendeki Botaş kaynaklı bilgiye göre %7.5!) kontrol edeceğine işaret edilen yazıda, böylesi bir zenginliğin, bağımsız bir Kürt devletini ekonomik olarak kendi ayağının üzerinde tutabileceği kaydedildi.’ (Hürriyetim-WEB-15.02) * * *Bana öyle geliyor ki, son dönemde hükümet Ortadoğu’yu okuyamıyor ve yanlışlar yumağı içinde sürükleniyor.Sanki dönen büyük oyunlar ortasında Türkiye ısrarla küçük düşünüyor!
button
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2005
<B>SEVGİLİSİ </B>olmayanlar açısından Sevgililer Günü, güçlü inançları olan bir Müslümanın Noel Bayramı sırasında bir Hıristiyan ülkesinde bulunması gibi bir duygu olsa gerek! Herkes neşe ile dolar ve tuttuğunu öperken sen kendini yalnız hissedersin!
Sevgililer Günü’nde ‘hediye’ adı altında mal satmak uğruna öyle bir hava yaratılıyor ki sevgilisi olmayan insan kendini eksik, hatta acayip hissediyor.
Sanki dünyada herkesin bir sevgilisi mutlaka var ve Sevgililer Günü’nde evrende sevgilisi olmayan tek insan sensin!
* * *
Peki bu durumda ne yapmalı?
İlk akla gelen durumu olduğu gibi kabul etmektir! Ancak, tavsiye etmem! ‘Ne yapalım beni seven kimse yok!’ demek bir insan için çok zordur.
İnsan bu durumda maazallah kendini sadece yalnız hissetmez, bir de aşağılık duygusuna kapılır.
* * *
Sevgiliniz varmış da, başka bir şehre veya yurtdışına gitmiş, hatta gitmek zorunda kalmış gibi davranın!
Ben öyle yapıyorum. Karım yurtdışında çalıştığı için arkadaşlar ‘Bu akşam ne yapıyorsunuz?’ dediklerinde boynumu büküyor ve ‘Bizimki yurtdışında!’ diyorum. Onlar; bu yaşta bu göbek ile başka bir sevgili bulamayacağımı bildikleri için ‘Sen de başka birini götür yemeğe!’ diyemiyorlar.
Böylece durumu idare ediyor, akşam evde hafif mahzun demlendikten sonra kaynanama böyle bir kız doğurduğu için teşekkür ediyorum!
Tekrar, tekrar!
Kaynanam en sevdiği dizinin ortasında ‘Ya sabır!’ çekerek yatmaya gidiyor!
* * *
Yalnız kalınca kadehime bir duble içki daha koyuyorum.
Gündüz hanımefendimi telefonla aramış, ancak telefona çıkan İtalyan sekreter ‘Şu anda toplantıda!’ deyince sadece ‘Geri aramasını!’ rica etmişim.
Tabii ki telefonda sekretere ‘Seni seviyorum!’ diyerek not bırakamadım. Herhalde ya utandım, ya da hayatımda hiç görmediğim kadın yanlış anlar diye pırsttım.
Bekliyorum, bekliyorum, cevabi telefon bir türlü gelmiyor.
Biliyorum, sabah arayacak ve ‘Toplantı gece o kadar geç bitti ki o saatten sonra rahatsız etmeyeyim dedim!’ diyecek.
Bu saatlerde Sevgililer Günü’nü yalnız geçirmek zorunda olan birisi için en doğru yol ‘hayatta hiç anlaşılmadığını’ düşünmektir.
‘Beni seven yok’, diye düşünmek yerine ‘Benim değerimi anlayacak kimse yok!’ diye düşünmek ruh sağlığı açısından daha doğrudur.
‘Beni öyle kadınlar sevdiler ki zaten yoktular!’
İlkokulda yüz vermeyen sevgilimin zaten çarpık bacaklı olduğunu, ortaokuldakinin sivilcelerimi itici bulacak kadar sathi olduğunu, lisede sevdiğim kızın ise benim farkıma varamayacak kadar şaşı olduğunu hayal etmek böyle yalnız bir gecede iyi geliyor.
Sonra bir büyüğümün söylediği veciz bir söze takılıyorum:
‘Sevgili vağdıda biz mi sevmedik!’
Sevgililer Günü’nde sevgilisi olmayanlar yükü erken alıp erken yatsınlar!
Ben öyle yapıyorum!
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2005
<B>LÜTFEN,</B> yazının başlığını dikkatli okuyunuz. <B>‘Öğrenci affı olmaz’</B> demiyorum. <B>‘TBMM, öğrenci affı çıkaramaz’</B> diyorum. Çıkarırsa AKP’nin, alternatifi olduğunu iddia ettiği ve ‘Rahşan affını’ çıkaran DSP-ANAP-MHP hükümetlerinden hiçbir farkı kalmaz. AKP de ucuz bir saikle hiçbir işe yaramayacağını baştan bildiği göz boyamacı bir tavra girmiş olur.
* * *
Önce bir ayrıntıyı gözlemleyelim:
Türbanlı öğrenciler için çıkacak af hiç ama hiçbir işe yaramaz!
Haklı haksız; iki adet Anayasa Mahkemesi kararı varken, üstüne üstlük türbanlı öğrencinin üniversiteden atılmasını doğru bulan AİHM kararı da bir gerçekken, AKP istediği gibi af çıkarsın, türbanlı öğrenciler üniversitelerden içeri giremezler, geri dönemezler!
Bu konuda hükümet samimi ise önce AİHM’nin üst mahkeme kararını bekler, sonra da Anayasa’yı gerektiği şekilde değiştirir.
Üzülerek görüyorum ki, AKP de diğerleri gibi türbanlı öğrencileri oyalamayı tercih ediyor.
Ancak, ben işin özünü anlatmaya çalışıyorum.
TBMM akademik bir konuda karar alamaz!
TBMM’nin, nasıl ‘fetva çıkarma’ yetkisi yoksa, ‘siyaset’ ‘bilime’ de nasıl davranacağını bildiremez!
Aksi halde, bilim siyasete esir edilmiş olur.
Bilimi siyasetin emrine veren ülkeler de olduğu yerde sayar dururlar.
* * *
Öte yandan, topyekûn af hiç olmaz.
Aksi halde, TBMM arlı ile arsızı, namuslu ile namussuzu, tembel ile mağduru ayırt etmemiş olur ki, bu durumda Anayasa’nın eşitlik ilkesi yerle yeksan edilmiş olur.
TBMM; zaten kıt kaynak olan üniversite eğitiminde, bu ayrıcalığı kazanmak için canla başla uğraşan öğrencilerimizin de hakkını resmen yemiş olur!
Üniversitelere ‘şu kadar’ öğrenciyi geri göndermek, kim ne derse desin ‘bu kadar’ yeni öğrencinin üniversitelere girmesine engel olmak demektir.
Ayrıca, kamu üniversitelerinde büyük çapta kamu kaynaklarını kullanarak eğitim alan öğrenciler arasında haylazlıkları nedeniyle okuldan atılanlara bizim paramızı peşkeş çekmek TBMM’nin hakkı hiç değildir.
Üniversite afları gösteriyor; okuldan atıldıktan sonra afla geri dönenlerin sadece yüzde 5’i okulu bitirebiliyor.
Geri kalanlar haytalığa devam ediyor!
* * *
Haksız bir şekilde üniversitelerden uzaklaştırılan öğrenciler yok mu?
Pekálá var. TBMM, yapacaksa bir düzenleme yapsın ve ‘öğrenci affı yetkisini’ bizzat öğrencileri eğiten üniversitelere devretsin.
Akademik af sadece akademik kurumların yetkisinde olabilir.
Şu veya bu nedenle okullarıyla ilişkisi kesilen öğrenciler teker teker ve bireysel olarak bu kurumlara başvursunlar, mağduriyetlerini oraya anlatsınlar.
Değerlendirmeyi bireysel bazda üniversiteler yapsın.
AKP’yi uyarıyorum; popülizm uğruna seçilme gerekçenizi inkár etmeyiniz!
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2005
<B>SON </B>dönemde <B>hükümette </B>bir <B>dağınıklık </B>görüyorum. Bir dedikleri diğer dediklerini tutmuyor. Dilerim, her hükümetin mutlaka yaşadığı <B>iktidar yorgunluğu </B>AKP hükümetine bu kadar erken yerleşmez: 1) Hükümetin Irak meselesinde nerede durduğunu, ne dediğini kimse anlamıyor.
2) IMF karşısında tavrı da giderek beter karmaşık, hatta çelişkili hale geliyor.
3) AB müzakerecisini 54 gündür seçememeleri de oldukça garip!
* * *
Ancak, son olarak Welt am Sonntag Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Christoph Keese’ın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı ve pazar günü gazetesinde yayımlanan röportajla ilgili yaşanan çelişkiler yumağı, insana ‘artık bu kadarı da fazla’ dedirtti.
Röportajın ardından Türkiye çok hassas bir konuda bir kez daha karıştı!
Röportajın Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanmasından sonra takriben 40 saat hükümet kanadından hiçbir tepki gelmedi.
Röportaj zımnen de olsa kabul edildi!
Sonra birdenbire Erdoğan, böyle bir gazeteciyi tanımadığını, böyle bir demeç vermediğini söyledi. Benzer sözler Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Ömer Çelik tarafından da yinelendi.
Recep Tayyip Erdoğan, ‘Söz konusu gazete ve gazeteciyle bu konuda görüşme gerçekleştirmediniz mi?’ sorusu üzerine, ‘Ben söz konusu kişiyi hatırlamıyorum. Davos’taki görüşmelerde bu konuda söylediklerim derlenip toparlanmış olabilir. Öyle bir demeç vermedim’ dedi.
* * *
Ardından, Welt am Sonntag Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Christoph Keese, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı ve pazar günü gazetesinde yayımlanan röportajın doğru olduğunu açıkladı.
Keese, ‘Röportaj, tercüman aracılığıyla İngilizce yapıldı. Erdoğan, soruları Türkçe yanıtladı. Erdoğan’dan röportajın yayımlanması konusunda özellikle onay aldım. Onayı verdi ve bana metni onaylatmak üzere Zapsu’ya göndermemi rica etti. Ben de kabul ettim’ dedi.
Zapsu’nun isteği üzerine röportajın metnini ‘word ortamında’ gönderdiğini anlatan Keese, ‘Kısa bir süre sonra metin, üzerinde çalışılmış haliyle geri geldi. Neredeyse hiç değişiklik yapılmamıştı. Açık onay da eklenmişti. Kısaltma yapmadan, bu biçimiyle yayımladık. Tüm bu yazışma ve e-mail trafiği belgelenmiştir’ dedi.
Ayrıca, gazeteciyi hiç tanımadığını söyleyen Erdoğan’ın Keese ile birlikte görüldüğü TV kayıtları yayımlandı.
* * *
Bunun üzerine, konunun asli muhatabı olması gereken Başbakanlık Basın Sözcüsü Ahmet Tezcan, röportajın yayımlanmasından tam üç gün sonra nihayet bir açıklama yaptı ve Başbakan’ı yalanladı!
Yapılan açıklamada bu sefer röportajın varlığı kabul edildi.
Röportajın yayımlanmadan önce onaylandığı da kabul edildi.
Ancak, röportaj eksik yayımlanmış!
Türban ile ilgili yapılacak düzenlemelerde ‘toplumsal mutabakat’ da aranacakmış! Bu bölüm röportajda yokmuş, eksik röportaja sehven onay verilmiş.
* * *
Hükümet zina konusunda da çelişkiler yumağı içinde yuvarlanmıştı!
Dini konulara bodoslama dalmak, hükümete hep zarar veriyor!
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2005
<B>SANKİ </B>Türkiye’de bir <B>görünmez el,</B> baş örtmenin sadece bir <B>yolu/modası</B> olan ve <B>Arapların</B> İslam dünyasına hediye ettiği <B>türbanı </B>inatla <B>baş örtmek</B> ile eşit tutmaya çalışıyor. Büyükannelerimizin dünyasında da baş örtülürdü; ama kimse türbanı bilmezdi.
* * *
Önce aşağıdaki ayetlere göz atalım:
Ahzab Suresi, 33/59. ayet: Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini (cilbab=kara çarşaf) üzerlerine alsınlar...
Nur Suresi, 24/30. ayet: Mümin erkeklere söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Irzlarını/bellerini korusunlar...
Nur Suresi, 24/31. ayet: Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Irzlarını/eteklerini korusunlar. Süslerini/ziynetlerini, görünen kısımlar müstesna açmasınlar. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler...
Nur Suresi, 24/60. ayet: Artık nikáh arzuları kalmamış, hayız ve evlattan kesilen kadınların, süslerini göstermek için ortalıkta dolaşmamaları şartıyla örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmak için titiz davranmaları, onlar için daha hayırlıdır.
* * *
Kuran’da yer alan bu ayetlerin ‘emir’ olup olmadığını tartışanlar var; ancak yüzyıllardır Müslümanların büyük bir çoğunluğunun bu ayetleri emir kabul edip buna göre hareket etmiş olduklarını kimse reddedemez.
Kuran’a dayanarak ‘başörtüsünü’ emir olmaktan çıkarmak tarihe, sosyolojiye, genel anlayışa ve vicdana ters, beyhude bir gayrettir.
* * *
Ancak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) en son 29.06.2004 günü türban nedeniyle okulundan atılan bir hanımefendinin itirazını ‘türbanı’ hedefleyerek reddeden kararında şöyle demektedir:
‘Bireyin inanç veya dinini belli eden/gösteren (manifest) tavırları toplumun diğer bireyleri tarafından kendi din anlayışları veya kişisel hak ve özgürlükleri için bir kısıtlama teşebbüsü olarak algılanabilir.
O halde devlet; dinini veya inancını belli eden/gösteren (türban) tavırlara kısıtlama getirebilir.’
* * *
AİHM, kararının hemen her gerekçesinde ‘başkalarının tehdit algılaması’ kavramına başvuruyor:
‘... Çeşitli dinlerin bir arada yaşadığı demokratik toplumlarda; bir kişinin din veya inancını belli etmesi/göstermesi, diğer grupların çıkarlarının uyum içinde ifade edilebilmesi açısından ve herkesin inancına saygı duyulmasını garanti etmek amacıyla kısıtlanabilir...’
* * *
1) AİHM henüz üst mahkeme kararını almadı; bunu beklemeden bu konuda şimdi bir şey yapmaya kalkışmak zaman açısından yanlış!
2) Türkiye’nin baş örtme şekli için türban dışında başka bir yöntem (moda) geliştirmesinin artık zamanı geldi, hatta geçiyor bile.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2005
<B>ABD </B>Dışişleri Bakanı <B>Condoleezza Rice</B> Ankara’ya yaptığı kısa seyahat sırasında yeni bir bakan olarak ivedilikle <B>şahsi </B>tavrını ortaya koymayı hedeflemiştir. Kapalı kapılar ardında ne konuşulduğunu bilemem.
Ama kamuoyu önünde söyledikleri ve söylemedikleri ile, tabii ki ABD Başkanı ile paralel olarak, kendi politikalarını ortaya koydu.
Söyledikleri ve dahi söylemediklerinden neler anlamak lazım?
* * *
Benim yorumlayarak anladıklarım şunlar:
1) ABD Türkiye’nin PKK ve Kerkük ile ilgili özel taleplerine doğrudan tepki vermek durumunda değildir.
2) Ancak, ABD ve Türkiye, illa ki yeni Irak yönetimi ile birlikte teröre karşı ortak tavır alabilir. (30 Ocak seçimleri sonrası kurulacak Irak Hükümeti’ni tanıyın ve iyi ilişkiler içinde olun. -C.Ü.)
3) Terör konusunda işbirliğinin hayata geçebilmesi için ‘terör ile mücadele’ başlığından İran ile Suriye’nin teröre dolaylı katkılarını ve PKK yanında El Kaide ve Filistinli Terör Örgütleri’ni bir arada tanımlamak ve hepsi ile topyekûn mücadele etmeyi anlamak lazımdır. (ABD, PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyor ama diğer örgütlerden ayırt ederek salt onunla mücadele etmeyecek. -C.Ü.)
* * *
4) ABD, kendi çıkarları açısından Irak’ın bütünlüğünden yanadır.
5) Irak’ın alacağı şekil ise (ABD’nin doğrudan kontrol edeceği -C.Ü.) Anayasa süreci ile belli olacaktır.
6) Kerkük’ün gelecekte nasıl bir yapı kazanacağına da Irak halkı bir bütün olarak karar verecektir. (Kürtler de fazla heveslenmesinler, bu konuda henüz karar verilmemiştir -C.Ü.)
7) İran’a yakın sürede saldırılmayacaktır. Ancak, saldırı ihtimali Bush’un masasından kalkmamıştır. (Şimdilik sadece halkı yönetime karşı kışkırtma ve uluslararası yaptırımlar söz konusudur. Ancak, Bush dönemi bitmeden, şu veya bu şekilde, İran meselesi ABD çıkarları doğrultusunda muhakkak çözülecektir -C.Ü.)
8) KKTC halkına yönelik, iyi niyet dışında, Kıbrıs’taki Türkleri rahatlatacak somut bir ekonomik plan henüz yoktur. (Kıbrıs’ta ne yapılacağı Türkiye ile genel ilişkiler çevresinde belirlenecektir -C.Ü.)
9) 1 Mart Tezkeresi bizi, tabii ki üzmüştür. (Bizi Kürtlere siz ittiniz -C.Ü.)
10) Ancak, ilişkilerin tümüne bakarsanız, 1 Mart Tezkeresi ertesinde biz sizi hem AB, hem de IMF önünde savunduk. (Biz affedici büyük bir ülkeyiz. Ancak, unutmayın ki biz olmadan AB üyeliğiniz de, ekonomik krizleriniz de -IMF- o kadar kolay çözülmez -C.Ü.)
* * *
Benim anladığım ABD ‘yeni dönemde’ iman tazelemek istiyor!
Rumsfeld’in 1 Mart Tezkeresi ile ilgili hafta içinde söylemiş olduğu ‘spekülatif sözler’ Rice’ın Ankara’da söyleyeceklerine altyapı oluşturdu.
Condeleezza Rice diyor ki: ‘Bize İran, Suriye, Filistin’in başı çektiği radikal Ortadoğu politikalarımızda yan çizmeden yardımcı olmazsanız biz size Kuzey Irak, Kerkük, KKTC, AB ve hatta IMF konularında yardımcı olmayız!’
Allah Türk hükümetine bu dönemde yardımcı olsun!
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2005
<B>1 Mart Tezkeresi</B>’ni<B> </B>zamanında da, sonradan da <B>inatla</B> savundum! Bugün hükümet, hatta bazı akademisyenler ve gazeteciler, <B>‘Kuzey Irak’a müdahaleden’ </B>bahsediyorlar. Hamasi nutuklar atıyorlar. Halkın nabzını yükseltiyorlar!
* * *
Oysa, kısa tarihe göz atarsak muazzam çelişkiler yumağı görüyoruz.
Turgut Özal daha 1991’de Körfez Savaşı sırasında ‘Kuzey Irak illa ki başımıza dert çıkaracak, Kürt devleti muhakkak kurulacak. Kürt federasyonunu biz kuralım. Hazır Birleşmiş Milletler kararı varken, Kuzey Irak’a girelim’ dediği için çok eleştirilmişti. O günkü TSK yönetimi ve Yıldırım Akbulut hükümeti bu teklife çok kızmışlardı.
Turgut Özal o dönemde, ‘ABD, Irak’a geri gelecek’ de diyordu.
* * *
Şimdi ABD’ye rağmen Kuzey Irak’a girmeye niyetlenen hükümet, 1 Mart 2003’te ABD ile birlikte Kuzey Irak’a girmeyi önce istemiş, sonra çark etmişti.
Şimdi ‘Türkmen haklarından’, ‘Kerkük’ün özerkliğinden’ bahsedenler, 1 Mart 2003 tarihinden önce 26 Şubat 2003 tarihinde ABD ile ‘Momerandum of Understanding (MOU)’ adı verilen bir belge imzalamışlardı. Nedense bu belge 1 Mart’ta tezkere oylanırken milletvekillerine açıklanmadı, bu anlaşmayla ilgili milletvekillerine bilgi verilmedi. O dönemin başbakanı ve MGK gönülsüz davranınca tezkere TBMM’den geçmedi.
* * *
Bakın o belgede Türkiye ve ABD hangi konularda anlaşmışlardı:
‘...Siyasi mutabakat, Irak’ın kurucu halkı olarak Araplar, Kürtler ve Türkmenlerin yanı sıra, Süryaniler ve diğerlerini kapsar.
...Irak’ın tüm şehirleri ve bütünü herhangi bir gruba değil, tüm Irak ulusuna aittir ve böyle de kalacaktır.
...PKK başta olmak üzere, Irak içinde mevcut olan ve Irak’tan kaynaklanan terörizmin ve teröre desteğin bertaraf edilmesi... (Kuzey Irak’a girecek olan TSK hiçbir müdahalede bulunmayacak; ama PKK’ya istediği gibi müdahale edebilecekti.)
...Irak’ın doğal kaynakları bir bütün olarak Irak ulusuna ait olup bu nitelikleri itibarıyla Irak nüfusunun tümünün refahı için kullanılmalıdır.’ (Fikret Bila: Milliyet, 18.11.2004)
* * *
‘...Yine MOU belgesindeki kurallara uyularak, ABD birlikleri Musul ve Kerkük’ü güvenlik altına alacak ve etrafında bir yeşil hat oluşturacaktı. Bu güvenlik şeridinin işlevi, Türkiye’nin kırmızı çizgi olarak belirlediği Kuzey Irak’taki Kürt grupların (KDP ve KYB) bu kentleri ele geçirmesini önlemekti.
KYB-KDP birlikleri yeşil hattı geçemeyecekler, Türk Silahlı Kuvvetleri de bu koşulla yine bu hattın dışında kalacak, ancak gelişmeleri izleyip gözleyebilecekti...’ (Fikret Bila: Milliyet, 22.09.2003)
* * *
Liderlik, öngörünün gücü ile doğru orantılıdır.
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın gelişiyle bu kez de İran meselesi önümüze konacak!
Bakalım Türkiye’yi yöneten asker-sivil, seçilmiş-atanmış güçler bu kez ne yapacaklar?
Yazının Devamını Oku