Cüneyt Ülsever

Hiç mi değişmez benim memleketim?

16 Mart 2005
<B>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan </B>diyor ki: <B>‘Birileri düğmeye bastı.’</B> Eski Başbakan <B>Bülent Ecevit </B>de diyor ki: <B>‘Amerika bana komplo kurdu.’</b> * * *

İki gündür Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi’nde Behiç Kılıç eski Başbakan Bülent Ecevit ile bir söyleşi yayınlıyor.

Bülent Ecevit’in kendisi aleyhine komplo kurmak üzere düğmeye ABD’nin bastığını, ona tekelci medyanın yardımcı olduğunu iddia ettiği söyleşide Hüsamettin Cindoruk, Kemal Derviş ve hatta eski komutan Atilla Ateş de komploya şu veya bu şekilde alet olmakla suçlanıyorlar.

Söyleşiden bazı bölümleri aşağıda aktarıyorum:

‘...Ecevitler kendilerine komplo kurulduğunu ilk kez Gazeteci Cengiz Kahraman’a açıkladılar. Cengiz Kahraman Rahşan Hanım’ın hemşerisi ve sevdiği bir gazeteciydi... 25 Temmuz 2002’de bir araya geldiler. O buluşmayı Cengiz Kahraman şöyle yansıttı... ‘Hatır sorma girişiminden sonra, istifalara sözü getiriyorum.

Başbakan, ‘Medyanın işi’ diyor, ‘Bütün gazeteler bir tekelin elinde. İstediğini yazdırıyor, çizdiriyor.
Bizi yok etme kampanyası’...

...Geçtiğimiz perşembe günü buluştuğumuzda Ecevit, kendisine Amerikalıların komplo kurduğunu net biçimde söyledi. Peki öldürülmek istenmiş miydi?..

Sanki bir polemiğe de sebep olmaktan kaçınırcasına ve diplomatik bir özenle, kendisinde bu iddiayı destekleyecek bilgi olmadığını söyleyerek, ‘yaşananlara bakarak sonuca varabilirsiniz’ dercesine bize yön gösteriyor.

Bu konuşma sırasında Rahşan Hanım’ın vücut dili ile verdiği tepkiler dikkatimizi çekiyor. Müstehzileşiyor, konuşmak istiyor ama Bülent Bey’den çekiniyor. Gazeteci arkadaşım Şeyda Apaydın’a doğru hafif bir sesle:

‘Asıl bunların yazılması lazım. Bizden sonra bunlar yayınlanmalı. Bunların mutlaka verilmesi lazım. Birileri bunları yazmalı’...’

* * *

...Bülent Ecevit partisinin parçalanması ile sonuçlanan olayın bir komplo olduğunu, komplonun ardında da Irak işgaline karşı çıktığı için Amerikalıların bulunduğunu belirtiyor... Canına kasıt işine gelince... Çok yakın bir çalışma arkadaşı işin peşini bırakmış değil... Başbakan Ecevit’in hastanelik olmasını sağlamak için vücuduna yiyecek yolu ile bir kimyasal verildiğini, bütün dengelerinin altüst edildiğini, bu kimyasalın teşhis güçlüğü yarattığının ipuçlarına ulaşmak üzere olduğunu söylüyor...’

* * *

‘Birileri düğmeye bastı’ diyen cari Başbakan’a eski Başbakan bu söyleşinin ruhu çerçevesinde herhalde: ‘Siz Başbakan olmadan önce ABD Başkanı George W.Bush ile baş başa neler konuştunuz?’ diye de sormak isterdi.

Belki de carisi de eskisine: ‘Sizi iktidar yapan en önemli etken Apo’nun bizzat ABD tarafından yönetiminize teslim edilmesi değil miyidi?’ diye cevap yetiştirirdi.

Hiç mi değişmez benim memleketim?
Yazının Devamını Oku

Devlet soyma geleneği!

14 Mart 2005
<B>HANGİ </B>geçmişten, hangi gelenekten, hangi siyasi görüş, hatta hangi dini inanıştan gelirse gelsin <B>Türk insanının </B>devlet anlayışı <B>‘cukka’ </B>kavramı üzerine kuruludur. Bu argo kelime ‘beleş / hak edilmemiş / kazanılmamış para’ anlamına gelir. Cukka kelimesini ben sıkça kullanırım. Zira, Türk insanının devlet-vatandaş ilişkisini en doğru bu kelime ifade eder.

Millete göre, zaman zaman dayağını yediği devlet, adı üzerinde bir ‘baba’ olarak kendisine bakmak zorundadır.

Türk insanına göre, devletin asli görevi bir türlü vatandaş seviyesine ulaşamamış / büyümemiş millete aş-iş bulmaktır.

Devlet illa ki, Türk insanının karnını doyurmak zorundadır!

* * *

Bunun içindir ki; 35 yaşında emekli olanlar, TÜPRAŞ'ta piyasa koşullarının üzerinde maaş alanlar, ekonomik ömrünü çoktan yitirmiş SEKA'da direnenler; bir işe yaramasalar dahi, devletin kendilerini bakmak zorunda olduğunu düşünürler. Uyduruk bahanelerle devlete ‘Bana ne! bana ne! Sen bana bakmak zorundasın!’ diyerek kafa tutarlar.

Kafa tutmak işe de yarar ve devlet sonunda SEKA'yı Belediye'ye devreder:

- Bana IMF engel oluyor, al biraz da vatandaşa sen bak!

2001 yılında yaşanan ekonomik kriz sırasında özel sektörde 1.5 milyon insan işini kaybetmiş, bu ülkenin en kaliteli insan sermeyesini oluşturan 50 bin bankacı ortada kalmıştır ama şükür devlet önemli bir zayiat vermemiştir!

* * *

Vatandaş devletin sırtından geçinmek için sadece sahte istihdam talep etmez, fırsatını bulduğu hemen her ortamda devleti sövüşler.

Elektrikten çalar, sudan çalar, araziden çalar, yapı izninden çalar, velhasıl gücünün yettiği her alanda devletin senyoraj hakkını kendine yontmaya bayılır.

Bununla övünür de. Zekasının pırıltısını göstermek amacıyla devlet soyma cinliği üzerine hikayeler anlatır.

Necip Türk milleti devleti soyarken birbirini soyduğunu hiç bilmez, bilse de iplemez!

Millet devleti, ancak yakalanınca vergi ödenen; özünde ise canı çektiği kadar para basan-refah yaratan bir Noel Baba zanneder.

* * *

Herkesin devleti soyduğu bir ortamda büyükler de büyük çalar!

Türkiye'de iktidar el değiştirse de değişmeyen bir üçgen var:

İşadamı-siyasetçi-bürokrat üçgeni!

Hep yazdım, galiba yazmaya devam da edeceğim.

Bu üçlü Türkiye gibi ülkelere ait bir ekonomi türü yaratmışlardır:

Zina ekonomisi!

İşadamı ile siyasetçi bir odada halvet olurlar, bürokrat kapıda erkete durur!

Bugüne dek değişen hükümetler belki çok şey değiştirdiler ama değişmeyen tek düzen zina ekonomisi oldu.

Herkes kendi yandaşını besledi!

ANAP, DYP, MHP, DSP, Refah hep ama hep devleti soyma gayreti yüzünden yok oldular.

Şimdi AKP'de de görüyorum ki:

‘Sana bana olan ona da oluyor/ AKP kendi cukkası altında kayboluyor!’

Sayın Başbakan, devletin harcama birimlerini dikkatli denetleyiniz!
Yazının Devamını Oku

Memet’te hiç mi kabahat yok?

12 Mart 2005
<B>HEPİMİZ,</B> işler kötüye gittiğinde kabahati devamlı hükümette bulmaya bayılırız.<br><br>Ağzımızı doldura doldura, kalemimizi kanırta kanırta: - Olmuyor mirim, bu iş bu hükümetle gitmiyor, diyerek ahkám keseriz.

Göz göre göre sel bölgesine gecekondu yapan vatandaş, TV ekranını görünce yıkılmış evinin önünde başlar bağırmaya:

- Devlet nerede?

* * *

Herkes gözünü AB’ye dikti. AB’den gelecek ‘cukkaların’ hesabını yapıyoruz.

Ancak, en ufak bir aksilik çıktığında da yine hükümete yükleniyoruz.

Hiçbirimiz ‘AB’li olmak ne demek?’, ‘Kendimi yeni usullere nasıl uyduracağım?’, ‘Avrupalı olmak için ne yapmam lazım?’ diye sormuyoruz.

Kimse Avrupa yolunda zihin haritamızı değiştirmemiz gerektiğini, bunun için insana yatırım yapmak gerektiğini, bu yatırımın ise ancak topyekûn seferberlik ile mümkün olduğunu düşünmüyor.

* * *

Son ‘dayak olayını’ ele alalım.

Dayak ve sonrası yapılan tartışmalar; dayağı atan polisin, onun amirinin, onun müdürü, valisi, bakanı, Başbakan’ının topyekûn benzer zihin haritasına sahip olduğunu göstermedi mi?

Ancak, dayağı yiyen göstericinin, olayı yansıtan medyacının, kınayan (ben dahil) köşe yazarının, aydının zihin haritası farklı mı?

Elimizi vicdanımıza koyup şu soruya cevap arayalım:

Eğer Troyka tepki vermese, Batı medyası dayak olayının üzerine bu kadar gitmese, bu olay bu kadar büyür müydü?

Bir araştırmacı zahmet etsin, arşivde geçmiş tarihli polisin vatandaşa attığı dayakların birkaç fotoğrafını tespit etsin ve ertesi günlerde kimin, ne miktarda tepki verdiğini araştırsın.

Eminim, tepkiler çok daha cılız olacaktır!

* * *

Hürriyet’in 11.03.2005 tarihli web sayfasına bakın:

Enerji Bakanı Hilmi Güler, Türkiye’de 25 milyon aboneden 13 milyonluk bölümünde denetleme yaptıklarını, kaçak sayısının 708 bin 337 olduğunu açıklamış.

Kaçak elektrik kullanımıyla ilgili olarak kesilen 649 milyon YTL cezadan 193 milyon YTL’nin tahsil edildiğini belirten Güler, 200 bin kişinin de savcılığa sevk edildiğini söylemiş.

Kaçak elektrik kullanımının ise yüzde 25’ten yüzde 18’e indiğini açıklayan Güler, ‘Düşüş Ankara’nın kullandığı enerjiye eşdeğer’ diye konuşmuş!

Üretilen elektriğin en fazla Güneydoğu’da ve Doğu’da çalındığı ise malum!

Bazı uzmanlar, kaçak seviyesinin çok daha yüksek olduğunu söylüyorlar.

* * *

Üretilen elektriğin yüzde 25’ini çalan, devletten devamlı şikáyet eden vatandaşın bizzat kendisi!

Kaçak yüzde 7 azalarak yüzde 25’ten yüzde 18’e indiğinde Ankara’nın kullandığı enerjiye eşdeğerde enerji kaçak kullanılmaktan kurtulmuş.

Demek ki hálá Ankara’nın kullandığı enerjinin neredeyse 3 misli elektrik kaçak.

Memet, sende de kabahat çok!

Hatta kabahatin hası sende!
Yazının Devamını Oku

Küresel dünyayı okuyamadan ülke yönetilemez

10 Mart 2005
<B>‘AKP’ye ne oluyor?’ </B>sorusu hemen herkesin zihninde. Bu soru sadece <B>Türkiye</B>’de değil, Türkiye’yi izleyen her türlü <B>uluslararası ortamda </B>da ağızlara pelesenk oldu. * * *

17 Aralık öncesi-17 Aralık sonrası ayrımı ile; 3 Kasım 2002’den 17 Aralık 2004’e giden süreçte Türkiye ve dünyada meşruiyet sorunu yaşayan AKP hükümeti; elinde hazır bulduğu AB ve IMF reçeteleri ile hareket etti ve ağırlıklı ortalama alındığında küresel ekonomi ve liberal demokrasi umdelerine uyumlu davrandı.

Bu dönemde yaşanan ‘meşruiyet telaşı’ hükümeti büyük gayret sarf etmeye ve özverili davranmaya itti.

Hükümet, bu dönemde hak ettiği ‘takdiri’ 17 Aralık’ta pekiştirdi.

* * *

17 Aralık’tan sonra ne oldu?

Reçeteler tükendi, hükümet yoruldu ama meşruiyet de elde edildi.

Zafer çığlıkları arasında otorite zaafları doğmaya başladı.

Doğan boşlukta AKP’nin esasında bir koalisyon olduğu ortaya çıktı.

Koalisyonun, tabana ve örgüte hakim olan en güçlü ayağı Milli Görüşçüler idi ve en zayıf halkalardan liberallerin bu kadar çok öne çıkması onları rahatsız ediyordu.

Milli Görüşçüler, 17 Aralık sonrası yaptıkları tahlilde AKP’nin liberal umdeler vasıtası ile iç ve dış dünyadan alacağını (meşruiyet) aldığını, sıranın taban siyasetine (dar kadro-popülizm) geldiğine karar verdiler.

Bu saikle seslerini yükseltmeye ve hükümeti sıkıştırmaya başladılar.

* * *

Üzülerek görüyorum ki:

1) Artık AKP’de dünyayı okuma gayretleri bir kenara atılıyor, hayrıyla, şerriyle BOP’un ne anlama geldiği unutuluyor, ABD’nin dünyadaki yeri göz ardı ediliyor, ABD-AB terazisindeki dengeler dahi ölçülemiyor.

2) Tek-boyutlu Milli Görüş aklı Irak’a ‘Sünni olsun da isterse terörist olsun’ mantığı ile yaklaşıyor, Hizbullah ve El Kaide ile ortak resim vermekten kaçınmıyor, Lübnan halkını yok sayıyor, Suriye’de Başer Esad’ı iktidar zannediyor, Mısır’da ve S.Arabistan’da yapılan/yapılacak seçimleri kaale dahi almıyor, Suriye-İran-Rusya ile müttefik olma karabasanlarını hayal zannediyor.

3) Aynı tek-boyutlu zihniyet ekonomide de IMF ile işin bittiği hesaplarını yapıyor, Türkiye’nin neredeyse tümünü teşvikli (hormonlu) il olarak görüyor, AK Enerji vasıtası ile sadece ucu gözüken ‘cukka üleşiminde sıra bize geldi’ mantığını yeniden baş tacı etme gayretlerine giriyor.

4) Rakıya-şaraba bindirilen vergilerin üretim/istihdam sarmalını parçalayacağı gibi, denge fiyatlarının tüketici aleyhine bozulması ile ak (ucuz) / kara (kanunsuz) borsanın oluşacağını hesap edemiyor.

5) Telekomda önce özelleştirme yapıyor, ardından Telekom kendi telefon görüşmelerini ve ADSL’yi (kablolu internet) ucuzlatarak özelleştirmeye katılan firmaları analarından doğduklarına pişman ediyor.

6) Yıllık enflasyonun %10 olduğu dönemde otomotive %7 vergiyi bindiriyor.

* * *

Başbakan’ı dostça uyarıyorum. Milli Görüş aklı bir işe yarasaydı, Necmettin Erbakan bu hallere düşmezdi!

Siz sade suya tirit bu aklın üzerine çıkma vaadi ile iktidar oldunuz!
Yazının Devamını Oku

Dayak cennetten (mi) çıkmadır!

9 Mart 2005
<B>TROYKA’</B>nın ülkemizde toplanmasının <B>şerefine</B> ve <B>8 Mart Kadınlar Günü</B> kutlamalarının getirdiği <B>heyecanla</B> polisin göstericilere attığı dayak ülkemizde ve Avrupa’da ilgiyle izlendi. Polisin vatandaşa dayak atması ne bu hükümetle başladı, ne de bu hükümetle sona erecek.

Millet bu millet, polis bu polis olduğu sürece bu ülke daha çok dayak kaldırır!

* * *

Polisin izinsiz slogan atan vatandaşa attığı dayak, bana AB üyeliğiyle ilgili olarak 17 Aralık öncesi yayınladığım temel tezimi hatırlattı.

AB’ye tüm yasa, tüzük, yönetmelik, hatta tüm racon ve desturlarımız ile hazırlanabiliriz ama insan sermayemizi katiyen hazırlamıyoruz!

Bu durum sadece hükümetlerin eksiği değil, tedbir almakta topyekûn aciz kaldığımız bir konudur.

AB sürecinde insanımızı da değiştirmek zorunda olduğumuzu bir türlü akıl edemiyoruz.

Tek-doğrulu düşünce haritamızı çok-doğrulu düşünce haritasıyla değiştirmedikçe, AB üyesi olsak dahi, asla Avrupalı olamayız.

* * *

Atılan dayak kadar ilginç olan dayak sonrası bir bakanımızın sarf ettiği söz.

Bakan diyor ki:

- Ev sahibinin kabahati var da, hırsızın hiç mi kabahati yok!

Atılan dayak ve sarf edilen bu söz, tek-boyutlu düşünce haritamızda aynı koordinatları işaret ediyor:

1) Devlet ev sahibi, göstericiler hırsız, millet de hırsız olmasa dahi misafirdir.

2) Dayağın hak edildiği durumlar da olabilir.

3) Devletin görevini ifa edebilmesi için ‘zor’ ilk başvuracağı haktır.

4) Devlet, vatandaştan daha yüce bir varlıktır.

5) Güçlü olan ev sahibi olur.

6) Güçsüz olan ise hırsız muamelesi görür.

7) Gerçek hırsız, haydi haydi, eşek sudan gelene dek dövülebilir.

8) Gösterici (misafir) kızarsa, polis (ev sahibi) hırsından çatlar.

* * *

AKP
‘devlet-millet ilişkisini’ tersyüz etme vaadiyle başa geldi.

Zamanında Başbakan’ın düşünce suçlusu sayılmasına hep birlikte tepki verdik.

Şimdi de ‘devlet dayağına’ engel olamayan, hatta dayağa kulp arayan bir AKP ile karşı karşıyayız.

Başbakan ise ‘düşünceyi’ bizzat mahkemeye verip ‘suçlu’ ilan ediyor.

Hatta hızını alamayıp kedili karikatürle ilgili olarak:

- Çizgi özgürlüğünün de sınırı var, diyerek demokrasiye yeni bir açılım kazandırıyor! Churchill’i ve Blair’i ‘köpek’ olarak çizen düşünceye dokunmayan İngiliz demokrasisine de ‘sınır dersi’ veriyor!

* * *

Üzülerek görüyorum ki bu ülkede insan sermayesi; siyasetçisiyle, vatandaşıyla hiç ama hiç değişmiyor.

Hele hele siyasiler karakolda (muhalefette) doğru söyleyip, mahkemede (iktidarda) beter şaşıyorlar!

- Benim demokrasim bana, senin demokrasin sana!
Yazının Devamını Oku

Türban ve Anglosakson gelenek

7 Mart 2005
<B>TÜRBAN,</B> Kıta Avrupası’nda her geçen gün geriliyor. En son Fransa, okullardan sonra hastanelerde çalışanların da türban takmasını yasakladı. Kişisel kanıma göre türbana en büyük darbeyi ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) vurdu. Daha önce de yazdım:

AİHM; 29.06.2004 tarihinde Türkiye için çok ama çok önemli bir karar verdi.

* * *

AİHM kararı; türban taktığı için üniversiteden atılan bir Türk hanım öğrencinin Mahkeme’ye yaptığı itirazı haklı bulmadı-reddetti ve özetle dedi ki:

Bireyin inanç veya dinini belli eden/gösteren (manifest) tavırları toplumun diğer bireyleri tarafından kendi din anlayışları veya kişisel hak ve özgürlükleri için bir kısıtlama teşebbüsü olarak algılanabilir.

O halde devlet; dinini veya inancını belli eden/gösteren (türban) tavırlara kısıtlama getirebilir.

Mahkeme, kararının hemen her gerekçesinde ‘başkalarının tehdit algılaması’ kavramına başvurdu.

* * *

Ancak, Türkiye’de fazla yankı bulmasa da, İngiliz Mahkemesi geçen hafta türban konusunda tamamen ters bir karar verdi.

Davasını İngiltere Başbakanı Tony Blair’in avukat eşi yürüttüğü için dünyanın, ‘Cherie Blair’in başörtülü müvekkili’ olarak tanıdığı 16 yaşındaki Bangladeş asıllı Sabina Begüm İngiliz Temyiz Mahkemesi’nin kararıyla okuluna başörtülü devam etme hakkını kazandı.

Yerel mahkemede açtığı ilk davayı kaybeden Begüm’e yüksek mahkemede avukatlığını üstlenen İngiltere Başbakanı’nın eşi Cherie Blair destek olmuş. Begüm, Bayan Blair’in kendisine, eğitimin her şeyden önemli olduğu nasihatinde bulunduğunu ifade ediyor. Mahkemede, mağdur genç kızın savunması ‘başörtüsü yasağının insan hakkı ihlali’ olduğu belirtilerek yapılmış. (Zaman: 03.03.2004)

* * *

Böylece, Türkiye’deki temel çelişkiyi sembolleştirdiği için çok önemi bir mesele haline gelen, bu özelliği ile Türkiye’yi tıkadığına inandığım türban meselesinde AB’den iki farklı mesaj gelmiş oldu.

1) Daha çok Kıta Avrupası etkisinde olan AİHM meseleye ‘başkalarının tehdit algılaması’ (başkalarının özgürlüğünün kısıtlanması) olarak bakıyor ve yasaklamayı kendi hukuk normuna uygun buluyor. Nitekim, AİHM diğer dinler karşısında da benzer kararlar aldı.

2) İngiltere’den gelen Anglosakson gelenek ise meseleye ‘insan hakkı’ perspektifi ile bakıyor ve bireysel özgürlüğü korumak adına serbestiyet getirmeyi kendi hukuk normuna uygun buluyor.

* * *

Anladığım kadarı ile iki mahkeme arasında bir diğer fark ise; AİHM’nin karar haritasını Türkiye ve dünyada önemli bir çoğunluk tarafından ‘sembol’ olarak algılanan ve örtünmenin genel şekillerinden sadece birisi olan türban şekillendirirken, İngiliz Mahkemesi İslam’da örtünme kavramını kucaklayan ve genel bir ifade olan başörtüsü kelimesine odaklanıyor.

Birbirleri ile çelişir gibi gözüken bu iki kararın tahin-pekmez kıvamında karıştırılması ise benim Türkiye için çözüm tezimi güçlendiriyor:

Türkiye türban dışında bir baş örtme modeli geliştirmek zorundadır!
Yazının Devamını Oku

Üniversite affında beklenen veto!

5 Mart 2005
<B>AKP </B>inatlaştığı konularda genellikle kaybediyor. <B>Hızlı tren</B>, <B>türban</B>, <B>YÖK</B>, <B>zina</B> vb. konularda <B>AKP</B>, tersine uyarıldığında beter inatlaştı ve sadece duymak istediği ‘önerilere’ kulak verdi. Ancak, her keresinde de geri adım atmak zorunda kaldı.

AKP hükümeti 17 Aralık’a uzanan süreçte Kopenhag Kriterleri çerçevesinde uyum yasalarını ve IMF reçetelerini hazır şablonlar olarak başarı ile uyguladı.

Bu dönemde dışa dönük/tavan politikası izlendi!

Partinin, içeride ve dışarıda ‘meşruiyet kazanma’ ihtiyacı vardı. 17 Aralık’ta AB’den müzakere tarihi alarak, meşruiyeti pekiştirdiklerine inandılar.

17 Aralık’a uzanan dönemde AKP hükümeti hem dışarıda hem içeride merak ve ilgi ile izlenen bir yapıya bürünmüştü.

Ancak 17 Aralık sonrası partide birileri frene bastı ve özü: i) içe dönmek, ii) taban politikası (popülizm) yapmak, iii) dar kadroculuğa geçmek olarak özetlenebilecek bir geri-dönüşüme niyet edildi.

* * *

Veto edilen öğrenci affını bir kez daha ele alalım!

Affa bizzat Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in ve Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın da akıllarının yatmadığı her demeçlerinde sırıtıyordu.

Aralarında benim de bulunduğum af karşıtları da görüşlerini gerekçeleri ile anlattılar.

CHP, kendi itiraz gerekçelerini sıraladı ve af için nitelikli çoğunluk şartını (TBMM’nin 3/5 çoğunluğunu oluşturan 330 oy!) ısrarla öne sürdü.

AKP kurmayları hem karşı gerekçelere, hem de nitelikli çoğunluk şartına kulak asmadılar!

Sonunda, önemli sayıda AKP milletvekilinin de aklı/vicdanı el vermediği için, TBMM’de 330 oyun çok üzerinde üyesi olduğu halde AKP kritik oyu bulamadan af yasasını çıkardığını zannetti ve anında ‘veto’yu yedi.

* * *

Tek-doğru geleneğinden gelen, sorgulamayı ve araştırmayı öğrenmemiş/reddetmiş Milli Görüşçü gelenek parti içinde bastırıyor ama tek-boyutlu akıl üretimi hep ama hep hüsrana uğruyor.

AKP şu anda; haklı haksız, af potasına giren 671 bin öğrenciyi tüm uyarıların aksine hareket ettiği için kasten hüsrana uğratmıştır.

Lütfen, bir kez daha aldatmasınlar!

Hüseyin Çelik ‘Öğrenci affı yeniden Meclis’e gelecek!’ diyor.

Ancak, CHP yine haklı olarak uyarıyor:

1) ‘Af kanunu teklifi’ TBMM’deki oylama sırasında gereken nitelikli çoğunluğu (330 oy!) bulamadığı için, tıpkı ünlü 1 Mart tezkeresi gibi, kabul edilmemiş, tersine reddedilmiştir!

Cumhurbaşkanı’nın vetosu oylama sonucuna getirilen yorumun sadece düzeltilmesidir!

2) İç tüzük gereği, TBMM’de 1 kez oylanan ve reddedilen bir kanun teklifi 1 yıl süre ile tekrar oylanamaz.

* * *

AKP af yasasını bir yıl süre ile gündeme getiremez, getirirse ‘kanun tanımazlık’ bu kez Anayasa Mahkemesi’nden geri döner!

Dilerim, AKP’de birileri gidişatın farkındadırlar!
Yazının Devamını Oku

Gündüz Aktan’a kulak verelim

3 Mart 2005
<B>AVRASYA </B>Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, eski Büyükelçi <B>Gündüz Aktan</B>, özellikle Kıbrıs ile ilgili <B>statükocu/şahin </B>görüşlerine katılmadığım ama <B>derin bilgi </B>ve <B>tecrübesine </B>saygı duyduğum, devamlı takip ettiğim bir <B>fikir adamıdır</B>! * * *

Nuray Başaran, 2.03.2005 tarihinde Akşam Gazetesi’nde yayınlanan Derin Sohbet’te Gündüz Aktan ile bir söyleşi yaptı.

Önemli gördüğüm söyleşiden, bana göre can alıcı bazı bölümleri, Hürriyet okurlarının da dikkatine sunmak istiyorum:

- (Türk kamuoyuna yerleşen anti-Amerikancılık dalgası ile ilgili olarak):

- (Bush’un bu dalgayı hak eden politikalarını sıraladıktan sonra)...Ama tüm bunlar hükümetin tutumunu tümüyle izah edemiyor...nedenler var, fakat ABD karşıtlığı bu nedenlerin ötesine geçmiş gibi görünüyor. Hangi çevreler bunlar? AKP’nin temelini, çekirdeğini oluşturan dindar kesimler. Bir başkası Kemalist ve diğer milliyetçi kesimler. Bunlar ABD’ye karşı çok yoğun bir kuşku, korku ve nefret duymaya başladılar.’

- Yani farklı kesimler kendi açılarından ortak bir paydada anti-Amerikancılık noktasında buluşuyorlar.

- Dindar kesim, özellikle Sünni bölgede yaşayanlarla kendilerini özdeşleştiriyor. Mesela Felluce’de, Bağdat’taki olaylarla. ABD’nin bu bölgede baskıcı bir siyaset gütmesinden çok rahatsız. Oradaki isyan hareketini aşağı yukarı gönülden destekliyor. Bu direniş hareketinin terörizme yönelik olanını dahi kabullenmeye hazır. Ama Şii kesimindeki olaylara pek fazla bakmıyorlar. Bu dinin iç politikadan başka dış politik alana da yayıldığını gösteriyor. Dini değerlendirmeler burada önem kazanıyor. Bu Türkiye’de yeni bir şey. İlginç olan şu; İran gibi din temelli bir siyasal rejimde bile din bu kadar önemli rol oynamaz.

- Sizce Türkiye’nin bir Irak politikası var mı?

-...Eğer illa bir kırmızı çizgi istiyorsanız bu Irak’ın toprak bütünlüğüdür. ABD eğer büyük Ortadoğu’da, bir demokratikleşme, bir ekonomik gelişme politikası yapıyorsa, bu bölgedeki ülkelerin toprak bütünlüğüne dayanmak zorundadır.

- Rusya ABD’ye bir alternatif mi?

- Israrla söylüyorum, alternatif politikalar, eksen politikaları yanlış politikalardır ve şu anda bunu gerektirecek bir şey de yoktur.

- (ABD ne yapmalı mealli soruya karşılık):

-...ABD’nin Irak’taki Türk hak ve çıkarlarına eskisinden daha saygılı olması lazım. Burada ciddi bir sorun var. ABD’nin 1 Mart sendromundan kurtulması lazım.

- (Henüz başmüzakerecinin tespit edilememiş olması ile ilgili olarak):

- Hiçbir önemi yok. Seçer, daha vakit var...(ancak) Hükümet Anti-Amerikancı kitleleri akılcılığa çağırmak için herhangi bir gayret göstermiyor. Tam tersine Sayın Başbakan ABD’nin aleyhine, diplomasinin kabul edemeyeceği ağır bir söylemi, belli bir süre benimsedi. Ayrıca beni burada şaşırtan, Sayın Başbakan’ın bu sözlerinin önemli bir kısmını yazılı metinden okuması. Bu metinleri yazanları merak ediyorum. Bunları hangi dış politika uzmanları yazmaktadır ve ne biçim dış politika uzmanıdır bunlar. İlk defa bu Sayın Başbakan, Dışişleri Bakanlığı memurlarını gerçek anlamda bir danışman olarak kullanmamaktadır.

- Peki, o zaman bu metinleri kimler nasıl yazıyor.

- Belki yanında partili danışmanları var. Çok açıkçası bu partili danışmanları dış politikadan anlamıyorlar. Ama bunu illa kamuoyunda söylememiz gerekmiyordu. Bunlar dış politika bilmiyorlar.’
Yazının Devamını Oku