30 Mart 2005
<B>28 </B>Mart 2005 tarihli <B>‘Başbakanlık Müsteşarı İstifa Etmek Zorundadır’ </B>yazıma Müsteşar Bey cevap yolladı. Bugünkü yazımda 2.5 sayfalık cevabın ruhunu koruyarak bazı alıntılarla Müsteşar’ın görüşlerini nakledecek ve ayrıca mektupla ilgili görüşlerimi takdim edeceğim.
Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer, yazımda kendisi hakkında ‘asılsız iddia ve ithamlara’ yer verdiğimi söylüyor.
‘...1996 yılında Yrd. Doç. Dr. Yahya Fidan’la birlikte yazdığım kitapla ilgili olarak Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, 3 Mart 2004 tarihinde bir inceleme komisyonu oluşturmuş, oluşumu ve yetkinliği hayli tartışmalı olan komisyon, şahsımın ve Sayın Fidan’ın görüşlerini almaksızın, hatta şahsıma ve Sayın Fidan’a haber vermeden, hukuki geçerliliği olmayan bir karar almış, üniversite yönetimi bu kararı YÖK’e bildirmiş, YÖK ise söz konusu tartışmalı karara dayanarak Marmara Üniversitesi’nin de aynı yönde bir inceleme yaparak gereğinin yapılması talimatını vermiş, fakat Marmara Üniversitesi zamanaşımına girmesi nedeni ile herhangi bir işleme gerek görülmediğini YÖK’e bildirmiştir...’
* * *
Dinçer, mektubunun diğer bölümlerinde Hürriyet Gazetesi ile davalı olduğu için atıfta bulunduğum haberin kasıtlı yayınlandığını, gazetede yer alana dek Cumhuriyet Üniversitesi’nin komisyon raporundan bilgisi olmadığını da söylüyor.
Benim adı geçen yazımda ‘Önceleri Dinçer, intihali Fidan’ın üzerine atarak, yazmadığı hatta okumadığı bir kitaba imza attığını iddia etmişti’ sözlerimi de reddediyor ve zamanında yaptığı açıklamada ‘...(sözü geçen kitabında) başka kaynaklardan yararlanılan bölümlerde bu kaynaklara titizlikle atıf yapılmıştır’ dediğini söylüyor. Ancak, aynen Dinçer’in kelimeleriyle açıklamada ‘...kitabı birlikte yayınladığımız yazarın teknik hatası nedeniyle çok az sayıda bilginin kaynağı gösterilmemiştir’ deniyor!
* * *
Prof. Dr. Ömer Dinçer’in cevabına göre:
1) Alıntı yaptığım haberde bir tek maddi yanlış Marmara Üniversitesi’nin ‘zamanaşımı’ nedeniyle rapor yazmamış olması durumudur.
2) Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nin ise raporu var ve bu raporda ‘intihal yapıldığı’na dair karar verilmiş.
3) Müsteşar Bey, Cumhuriyet Üniversitesi’nin kararını, hiçbir maddi gerekçe göstermeden yok sayıyor! Raporu yazanlara ağır ithamlarda bulunuyor.
4) Kendi ifadesiyle kitabında ‘çok az sayıda bilginin kaynağı gösterilmemiş’, ancak bu intihal sayılmıyor.
Akademik dünyaya soruyorum; peki öyleyse intihal ne?
* * *
Ben Müsteşar Bey’in sübjektif/bilimsellikten uzak/duygusal bir cevap yerine kendisini suçlayan raporun tersini iddia eden objektif/bilimsel dayanağı olan/akla dayanan bir raporla cevap vermesini beklerdim.
Ömer Dinçer mealen ‘çok az sayıda bilginin kaynağının gösterilmemesi intihal sayılmaz’ diyor ve bu kişisel kanaatini bir üniversite raporuna üstün tutmamızı bizden bekliyor.
Aksine, bilimsel bir rapor ortaya koymadığı sürece sübjektif kanaati Dinçer’i aklamaz.
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2005
<B>BAŞBAKANLIK Müsteşarlığı </B>sivil bürokraside en yüce makamdır. Ülkenin sırları, öncelikleri, gizli politikaları, örtülü ödenek vb. gibi mahrem kaynaklar bu makama teslim edilir. Bu makam siyasetin tepesinden aldığı direktiflerle devlet yönetimini koordine eder.
Bu makamı dolduran kişinin nitelikleri ve kişiliği çok önemlidir ve bu göreve layık görülen kişi muhakkak ki büyük bir şerefe ulaşmıştır.
* * *
Şimdi şu gazete haberine bakalım:
‘Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer’in Yardımcı Doç. Yahya Fidan ile birlikte yazdığı ‘İşletme Yönetimi’ adlı kitapta ‘intihal’ (aşırma) yaptıkları üniversite kararlarıyla kesinleşti.’ (Hürriyet-27.03.2005)
Gazetelere göre; Marmara Üniversitesi, Prof. Dr. Ömer Dinçer’in, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi de Yar. Doç. Yahya Fidan’ın, Marmara Üniversitesi’nde görev yaptıkları sırada yazdıkları ‘İşletme Yönetimi’ adlı ortak kitaplarının büyük bölümünün başka bir kitaptan ‘intihal’ (aşırma) olduğunu karara bağlamış.
Önceleri Dinçer, intihali Fidan’ın üzerine atarak; yazmadığı, hatta okumadığı bir kitaba imza attığını iddia etmişti. Bu da büyük bir akademik suçtur.
Komisyon tarafından yürütülen inceleme sonunda, Dinçer için ‘Suçu sabit bulundu’ kararına varılmış!
Komisyon raporunda ‘Suç subuta ermiştir ama zamanaşımına uğradığı için disiplin soruşturmasına gerek bulunmadı’ deniliyor.
* * *
Gazeteye göre:
‘Komisyon raporunda kitabın yayım tarihi 1996 olduğu için, ‘Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliği’nin 19. maddesi uyarınca, suçun zamanaşımına uğradığına işaret edildi ve ‘Disiplin yönünden işlem tesisi mümkün olamadı’ denildi. ‘Zamanaşımı’ nedeniyle disiplin cezasına çarptırılmaktan kurtulan Dinçer’e, yönetmeliğin ilgili maddesi uyarınca, ‘intihal yaptığı’ gerekçesiyle üniversite öğretim üyeliği mesleğinden çıkarılma cezası verilecekti. Bu durumda, akademik unvanı olan profesörlüğü de elinden alınacak olan Dinçer, bir daha üniversiteye dönemeyeceği gibi, kamu kurum ve kuruluşlarında da çalışamayacaktı. Çalıştığı özel kuruluşlarda ya da özel işinde akademik unvanını kullanamayacaktı. (ibid-27.03.2005)
Ben ‘intihal iddiaları’ ortaya çıktığında da Prof. Dr. Ömer Dinçer’in Başbakanlık Müsteşarlığı görevinden istifa etmesi gerektiğini yazmıştım. Oralı olmamıştı!
* * *
Akademik dünyada işlenebilecek yüz kızartıcı suçların başında ‘başkasının fikrini çalmak’ gelir!
Bu suçu işleyen kişi tüm dünyada bir daha herhangi bir üniversitenin kapısından içeri dahi bakamaz.
Zamanaşımı suçun niteliğini ise katiyen ortadan kaldırmaz!
Suçun yaptırımının ortadan kalkması yüz kızartıcı niteliğini silmez, suçun özünü değiştirmez! Bu iki kişi artık herhangi bir akademik etkinliğe katılamaz.
Zamanaşımı akademik dünyayı hiç ilgilendirmez!
İntihal yapmış bir kişi devletin en hassas görevinde ise bir gün daha oturamaz!
Cumhurbaşkanı gereğini istemeden Başbakan Müsteşar’a gereğini yaptırsın!
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2005
<B>ÖNCE </B>gazete haberine bakalım: ‘Mersin’de Nevruz kutlamalarının ardından bayrağı yakmak isteyen <B>12</B> ve <B>14 yaşlarında</B> iki çocuk sorgularında ‘Birisi bayrağı bize verdi, biz de oynadık’ dediler. Polis, kamera görüntülerinden çocukları yönlendirdiği anlaşılan 1987 doğumlu Hakkárili E.B.’ye ulaştı. Kamera görüntülerinde de çocukları yönlendirdiği gözlenen 1987 doğumlu E.B., 1989 doğumlu F.T. gözaltına alındı. Yine aynı grupla ilişkisi olduğu gözlenen 1993 doğumlu B.A.A’nın da gözaltına alınmasıyla sayı 6’a çıktı. Bayrak olayıyla ilgili gözaltına alınanların ailelerinin Hakkári ve Siirtli oldukları anlaşıldı. Çocuklardan birisinin babasının 2003 yılında PKK’ya yardım ve yataklık iddiasıyla gözaltına alındığı anlaşıldı.’ (Hürriyet-25.03.2005)
* * *
Bu habere göre, Türkiye’yi ayağa kaldıran olayda şu ana dek gözaltına alınanların en yaşlısı18 yaşında!
Denecektir ki, bu veletlerin ardında dabirileri var.
Eğer varsa, bunlar belli ki veletlerden medet umacak kadar zayıf mahluklar!
* * *
Bir yönde çocukları öne sürecek kadar şahsiyetsiz, korkak ve pısırık insanlar bayrak yakmaya çalışıyorlar.
Öte yanda Genelkurmay zehir zemberek bir muhtıra yayınlıyor.
Çok ağır sözcüklerle Türkiye’nin yüreğinin kabarmasına önayak oluyor.
Bu iki resim üst üste konunca, benim aklımda bir boşluk oluşuyor.
İster istemez, bu işte bir garabet var diye düşünüyorum.
* * *
Öte yanda bakıyorum, Kürtlerin liderliğine oynadığı söylenen, Kürt meselesini başka bir boyuta taşıyacağı iddia edilen Leyla Zana, Apo’nun kardeşinin elini öpüyor!
Yine ister istemez düşünüyorum; bu kadın bu kadar mı zeká yoksunu!
Eğer, Kürt meselesini ileri taşıyacaksa, neden el-etek öper; eğer PKK’nın kuzu postuna bürünmüş maşası ise neden kendini bu kadar açık deşifre eder?
Yine düşünüyorum.
Tepki vermekte 48 saat geciktiği için hükümete kızdım, iyi de Genelkurmay da, Cumhurbaşkanı da tepki vermeden önce 48 saat beklediler.
Neden kimse birbirini anında uyarmadı?
* * *
İki gündür basın, Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na ‘Hocam!’ dedi mi demedi mi, diyerek birbirini yiyor.
Bazı köşe yazarları, bu kişileri kışkırtmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyor.
Makul bir ülkede olması gerektiği gibi Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nın uyumlu çalışması birilerini çok rahatsız ediyor!
* * *
Tamam; hükümet tekliyor ama Türkiye’de işler iyi gitmeye başlayınca, birileri de bundan rahatsız oluyorlar!
Ancak, beni rahatsız eden esas konu şu:
Koskoca Türkiye bu kadar mı ucuza gaza geliyor?
Biz bu kadar mı kolay yönlendiriliyoruz?
6 adet veletten medet umanlar mı bu ülkeyi tehdit ediyorlar?
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2005
<B>KARA </B>Kuvvetleri Komutanı’nın hükümetin Irak politikası olmadığına dair saptaması doğrudur. Genelkurmay Başkanlığı’nın Türk bayrağını cahil veletlere yaktırmaya çalışan hainlere tepki vermesi de doğrudur.
KKTC Cumhurbaşkanı’nın AKP ile ilgili görüşünü ifade etmesi de onun hakkıdır.
Ancak, beni yine de rahatsız eden bir şey var!
* * *
Kara Kuvvetleri Komutanı siyaset yapabilir mi? Bayrak yakan sapkınlara neden hükümet değil de, asker tepki vermiştir? Hükümet neden askerin ardından gelmiştir?
Varlığını anavatana borçlu olduğunu daima söyleyen bir Devlet Başkanı’nın, politikaları iflas edince, anavatanı yönetenlere hem basit hem de siyaset içerikli bir tepki vermesi diplomasi geleneğine ne kadar uyar?
Daha da önemlisi; 2 yıl sustuktan sonra komuta hiyerarşisi gereği zaten susması gereken veya diplomasi kurallarına uyumuyla tanınan kurum ve kişilerin şimdi seslerini çıkarmalarının anlamı nedir?
* * *
Ne güzel, 3 Kasım’dan sonra sanki ‘normalleşiyormuşuz’ gibi bir duyguya kapılmıştık.
Asker askerliğini, bürokrat bürokratlığını, siyasetçi de siyasetçiliğini yapmaya başlamıştı!
‘Bu konuda acaba asker ne diyor?’ diye sormayı unutmuştuk.
* * *
Şimdi ne oldu da asker emir komuta hiyerarşisini unuttu? Siyasetten uzak duran Genelkurmay bayrak saygısızlığına bizzat tepki vermek zorunda kaldı? İki yıldır AKP ile beraber yaşayan Denktaş neden hiddetlendi?
Cevabı basit:
Hükümet 17 Aralık’tan sonra iktidar boşluğu yaratmaya başladı!
Fizik kuralları gibi siyaset kurallarına göre de boşluğun birileri tarafından muhakkak doldurulacağı kaçınılmaz bir gerçektir!
İşte şimdi, alaturka akılla da olsa, birileri ‘Ayvaz kasap, hep bir hesap!’ deyip, süratle boşluğu dolduruyorlar.
Bugün ülkenin dört bir yanında eline Türk bayrağını alan türlü çeşitli dernekler bayrak yakılmasına nümayişlerle tepki verirken, inisiyatif-liderlik artık askerin eline geçmiştir.
Bu boşluğun yaratılmasından ülkede liderliği elinde tutmakla yükümlü olan hükümet bizzat sorumludur!
İnisiyatif kaybında kabahat ne medya, ne AB, ne de ABD’dedir!
Genelkurmay ‘bayrak yakma eyleminden’ sonra 48 saat susmuştur!
Başbakan zehir zemberek bir tepki vermekten 48 saat imtina etmiştir.
* * *
Son zamanlarda milli hassasiyeti ön plana çıkaran Başbakan, bu kadar hassas bir konuda kendisinin neden 48 saat sert ve hamasi tepki vermediği sorusuna cevap arasın:
‘Ben neden Genelkurmay’ın akıl ettiğini akıl edemedim?’
‘Milli görüşü güçlü kurmaylarım bana neden bu konuda yol göstermediler?
Eğer bu sorulara doğru cevap verirse son dönemde hükümetinin yaşadıklarını daha doğru anlar!
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2005
<B>TÜRKİYE’</B>nin zayıf halkalarından birisi muhakkak ki <B>Polis Teşkilatı</B>’dır. Teşkilat; mesleki eğitimi dışında, halkla ilişkiler, insani davranışlar konusunda zaman zaman eleştirilir. Son örnek 6 Mart’ta yerde yatan göstericilere atılan polis dayağının tüm dünyada yarattığı infialdir.
Ancak, aynı teşkilat kendi eksiklerini gidermek amacıyla Polis Koleji (lise) ve Polis Akademisi (yüksekokul) kurmuş ve liseden itibaren verdiği eğitimle ülkeye bugüne dek 2000 civarında çok iyi yetişmiş kalifiye polis kazandırmıştır.
Türk Emniyet Teşkilatı’nı ileri taşıyacak yöneticileri işte bu gençlerdir!
Bu okullara her yıl binlerce aday başvuruyor ve yapılan çok zor sınavlar sonucunda katılımcıların ancak çok küçük bir kısmı bu okullarda okumaya hak kazanıyorlar.
Yüksekokula (Akademi’ye) devam edebilmek için İngilizce hazırlık sınavı ile birlikte 4 yıl olan liseyi (koleji) bitirmek gerekiyor. Akademi’yi bitiren gençlerin aralarından önemli bir bölüm daha sonra master ve doktora yapıyorlar.
Hukuk devleti olabilmenin omuriliği çağdaş bir polis teşkilatı kurmaktır. İşte bu gençler sayesinde Türkiye Hukuk devleti olmaya bir adım daha yaklaşıyor. Bu amaçla Türk halkı ödediği vergilerden önemli bir payı bu okullara ayırarak bu gençlerin yetişmesine önayak oluyor.
* * *
Teşkilat içinde bu gençler amir sınıfı oluştururken, memur sınıfı oluşturmak üzere lise mezunları arasından son zamanlarda 2 yıl eğitim verilerek (daha önce eğitim 9 aydı) yetiştirilen ayrı bir sınıf var.
Ancak, kendi kurduğu düzeni kendi bozmaya bayılan devletimiz polis amiri ihtiyacını Polis Akademisi mezunları ile karşılayamadığı için memur sınıfı içinde yüksekokul mezunu olanlara da sınavla amir sınıfa geçme imkanı tanımış.
Böylece, bazı memur polisler amir polis statüsüne geçtiler. Çoğunluğu yüksek öğrenimlerini polislik mesleğini yürütürken Açık Öğretim Fakülteleri’nden alan bu gençler de giderek amir sınıfına katıldılar... Ancak iş burada da bitmedi!
Kolej ve Akademi’ye giden gençler askerliklerini ancak polis amiri olduktan sonra yapabiliyorlar. Zaten, Kolej’e kabul edilmek için askerliğini yapmamış olmak mecburiyeti var. Erkek amirlerin sınıftaşları hanım amirlerden rütbe terfii konusunda geri kalmamaları için Emniyet Teşkilat Kanunu’nun 55. maddesi ‘...polis amiri olduktan sonra yapılan askerlik hizmeti....rütbe terfiinde değerlendirilir’ diyor.
Haliyle memuriyetten (Akademili olmayan) gelen amirler de aynı haktan faydalanıyorlar.
* * *
Ancak, askerliklerini polis olmadan önce yapan memur kökenli amir polisler Anayasa Mahkemesi’ne gitmişler ve ‘eşitlik ilkesi’ açısından ‘askerliğini mesleğe girmeden önce yapan memur kökenli amirlerin de askerlik hizmeti sürelerinin rütbe terfiinde sayılması’ hakkını elde etmişler.
Buna göre, milletin vergileriyle Kolej-Akademi eğitimi alan polis amirleri memur kökenli arkadaşlarından rütbe terfiinde geri kalacaklar ve onların emrine girecekler! Hele hele hanım meslektaşlarının iyice önüne geçecekler.
Bu garabeti TBMM ya düzeltsin, ya da Kolej ve Akademileri kapatsın! Boşuna para harcamayalım!
Türk milleti de insan sermayesi zayıf polis teşkilatına razı olsun, hep beraber şikáyet ettiğimiz statüko devam etsin!
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2005
<B>19.03.2005 </B>Cumartesi günü yazdığım yazıda bahsi geçen ve Başkanlığını <B>David L. Philips</B>’in yaptığı <B>‘Türk Ermeni Uzlaşma Komitesi’ </B>Temmuz 2001-Nisan 2004<B> </B>tarihleri arasında faaliyet göstermiştir. Komite; 12 Temmuz 2002 tarihli mutabakat belgesi ve 10 Eylül 2002 tarihli üyeler sunumuna dayanarak 9 Aralık 1948 tarihli ‘Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin Ermeni Meselesi’ne uygulanabilirliğinin araştırılmasını bağımsız hukuk müşavirlerinin oluşturduğu ‘Uluslararası Daimi Adalet Merkezi’nden istemiştir. Merkez de ‘BM-Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi’ne göre:
1) Ermeni meselesi bir soykırım mıdır?
2) Müeyyidesi (cezası) var mıdır? sorularına cevap aramıştır.
* * *
Raporda yer aldığı şekilde:
1) Soykırım Sözleşmesi’nin 2. maddesinde soykırım olarak; ‘ulusal, ırksal ya da dinsel bir grubun toptan ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle’ grup mensuplarının öldürülmesi, kendilerine fiziki ve ruhsal olarak önemli ölçüde zarar verilmesi ve diğerleri zikredilmiştir.
Buna dayanılarak da soykırımın oluşup oluşmadığını tespit etmek için 4 unsur benimsenmiştir. Bunlar: a) suçu işleyenin bir veya daha fazla insanı öldürmesi, b) öldürülen kişi veya kişilerin belirli bir milli, etnik grup, ırk veya dine ait olması, c) suçu işleyenin o grubu kısmen veya tamamen yok etme amacında olması, d) söz konusu eylemin, o grubu hedef alan...bir bağlamda veya benzer bir davranış çerçevesinde veya o grubu ortadan kaldırmaya yönelik bir eylem şeklinde gerçekleşmesi.
Raporun soykırım konusunda vardığı sonuç şöyle:
‘...Olayların ortak noktası olan temel vakalar yukarıda belirtilen üç unsurun mevcut olduğunu göstermektedir...(Bu üç unsur (a), (b) ve (d)’dir -C.Ü.) Olayların bir suç unsuru oluşturup oluşturmadığının değerlendirilmesiyle ilgili olarak tek anlaşmazlık alanı olayların bu şekilde bir milli, etnik grubu, ırkı veya dini grubu yok etmek amacı ile yapılıp yapılmadığıdır. (Unsur (c)-C.Ü.) Bu hukuki raporun amacının gerçekler üzerindeki bazı anlaşmazlıkları kesin bir şekilde sonuçlandırmak olamamasına rağmen...çıkabilecek makul bir sonuç bu Olayları gerçekleştirenlerin en azından bir bölümünün, eylemlerin Doğu Anadolu’da bulunan Ermenilerin tamamen veya kısmen ortadan kaldırılması sonucunu yaratacağını bildikleri ve bu amaca yönelik faaliyet gösterdikleri ve bu nedenle gerekli kılınan soykırım niyetine sahip oldukları yönündedir. Yukarıda tanımlanan diğer üç unsur kati olarak saptandığı için, bu olaylar toplu olarak mütalaa edildiğinde, Sözleşme’de tanımlanan soykırım suçu unsurlarının tamamını içerdiği...(görülmektedir)’
* * *
2) Müeyyide/ceza konusunda ise rapor ‘uluslararası hukuk genel olarak anlaşmaların geriye dönük olarak uygulanmasına olanak vermemektedir’ diyor.
Soykırım Sözleşmesi 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Buna göre de daha önce meydana gelen bir olayla ilgili olarak herhangi bir bireysel veya devletle ilgili suç sorumluluğu yüklememektedir.
* * *
Gayri resmi bu rapor taslağına göre: 1) Ermeni meselesi bir soykırımdır. Ancak;
2) Toprak verilmesi veya tazminat ödenmesi vb. gibi herhangi bir cezai yaptırım söz konusu değildir.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2005
<B>BUGÜNE </B>dek <B>Ermeni meselesi </B>üzerine yazmadım. Konuyu uzmanları tartışsınlar istedim. Ancak, Sabancı Üniversitesi ile İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlediği bir toplantıya katıldıktan ve bu toplantıda yapılan konuşmayı dinledikten sonra bu konuda iki yazı yazmaya karar verdim.
Dinlediğim konuşma; New York’ta yerleşik Yabancı İlişkiler Konseyi kıdemli üyesi ve Konsey’e bağlı Engelleyici Hareketler Merkezi Başkan Yardımcısı David L. Phillips’in Temmuz 2001-Nisan 2004 tarihleri arasında faaliyet gösteren Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu Başkanı sıfatı ile Komisyon’un faaliyetleri ve ulaştığı bazı sonuçlar üzerine yaptığı konuşmadır.
David L. Phillips, Komisyon’un çalışmalarını içeren bir kitap yayınlamış. Kitabın adı: ‘Unsilencing The Past: Track Two Diplomacy and Turkish-Armenian Reconciliation’ - Geçmişin Sessizliğini Bozmak: Türk-Ermeni Uzlaşmasında 2. Yol Diplomasisi. Bay Philips konuşmasında bir anlamda kitabını özetledi.
Emin Mahir Balcıoğlu, Üstün Ergüder, Sadi Ergüvenç, Özdem Sanberk (sonradan ayrılmış), İlter Türkmen, Gündüz Aktan (sonradan ayrılmış), Şule Kut (sonradan katılmış) vb. gibi isimler Komisyon’un Türk tarafını oluşturan heyetin bazı üyeleri.
Komisyon’un‘soykırım iddialarını’ irdeleyen ve bağımsız hukuk müşavirlerine hazırlattığı hukuki mülahazaları pazartesi günü yayınlayacağım.
* * *
Bugün toplantıdan çıkardığım bazı sonuçları özetlemek istiyorum:
1) Adı ne olursa olsun; bir tarafta koskoca bir devletin (Osmanlı), diğer tarafta o devlete bağlı sade vatandaşların (Ermeniler) bulunduğu bir meselede, ağırlıklı ortalama olarak mağdurun güçsüz taraf olarak kabul edilmesi kaçınılmazdır.
2) Osmanlı’nın; Rusya ile işbirliği yapan Ermenilere karşı varlık mücadelesi verdiği tezi, en tutucu/kaba Türk tezini doğru kabul etsek dahi, en uçtaki 10.000 masum insanın öldüğü/öldürüldüğü gerçeğini ortadan kaldırmaz.
3) Ermeni Meselesi, illa ki çözümlenmek üzere Türkiye’nin önüne çoktan gelmiştir. ‘İşi tarihçilere bırakalım’ sözünün bir anlamı yoktur. Uluslararası güçler çözüm için giderek daha fazla diretmektedirler. Çözüm süreci 17 Aralık’ta AB’den müzakere tarihi alınması ile de, ister istemez, geri dönülmez bir yol ağzına gelmiştir.
4) Diasporadaki Ermeniler ve Türkiye’deki ‘istemezükçüler’ meselenin, tıpkı Kıbrıs’ta olduğu gibi, çözümlenmemesinden medet umaktadırlar. Ortada resmen bir ‘çözümsüzlük ekonomisi’ vardır. Birileri çözümsüzlükten geçim temin etmektedirler.
5) Ermenistan’daki Ermeniler büyük bir izolasyon içindedirler ve ekonomik açıdan çok büyük zorluklar çekmektediler. Ermenistan ekonomisinin kurtuluşu Batı’ya (Türkiye’ye) açılmaya dayanmaktadır.
6) Türkiye Cumhuriyeti büyük devlet tavrı takınmalı ve doğrudan bir çözüm beklemeden Ermenistan ile sınırını açmalıdır.
7) Ermenistan’a sınır illeri oluşturan Kars ve Iğdır da Türkiye’de büyük ekonomik zorluklar yaşayan illerimizdir. Bay Phillips’e göre, sınırın açılması yıllık 300 milyon dolarlık bir ticaret yaratacaktır. Bir katılımcıya göre, Kars ve Iğdır illerinin MHP yöneticileri de sınır ticaretinin açılmasından yanadırlar.
* * *
Türkiye Cumhuriyeti, karşı/diğer taraflar ne derse desin, öncelikle ‘Ermeni meselesi’ ile ‘Türkiye-Ermenistan ilişkilerini’ ayırt etmelidir! (Pazartesi devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2005
<B>İNGİLTERE’de Türklerin/Türkiye kökenlilerin cemaatini oluşturduğu ve ayinin bir Türk tarafından Türkçe yürütüldüğü bir ‘pazar duasına’ katıldım. Kilisenin yerini ve adını güvenlik nedeniyle açıklamayacağım.
Zira, cemaatin anlattığına göre; İngiltere’de Türkçe ayin yapan bir başka kilise Türk medyasında yer alınca, kilise yetkilileri ve cemaat tehditler almaya başlamışlar. Cemaat can korkusuyla dağılmış!
Aynı İngiltere’de bir kilise ise ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için Müslümanlara devredilmiş ve kilise cami haline getirilmiş!
Hıristiyanlar hiç tepki vermemişler.
* * *
Beni biraz tereddütle karşıladılar. Zira, kendilerine açıkça kimlik göstererek gazeteci olduğumu beyan etmiştim. Onları da benim zor duruma sokmamdan ürktüler.
Kürt asıllı ve Türkiye kökenli bir Hıristiyan, oldukça ters bir tavra girdi. Ona göre Türk medyası çok yanlı idi. Türkiye’de Kürtlere, Alevilere, velhasıl tüm azınlıklara ve ‘diğerlerine’ hep kötülük yapılıyor, her şey devletin gözetiminde oluyordu.
6 Mart’ta kadınlara atılan dayak da devlet baskısının tipik bir sonucu idi.
Kendisine medyanın dayak olayına büyük tepki gösterdiğini söyleyince bu tutumun da bir ‘oyun’ olduğunu belirtti.
Ona göre Türkiye değişmezdi, değişemezdi, değişiyormuş gözüken her şey özünde bir mizansen idi.
* * *
Aksine, papaz -kendisine göre Hıristiyan Türklerin ‘lideri’- ve ufak cemaat içinde yer alan bir hanımefendi büyük misafirperverlik ve şefkat sergilediler.
Ayin sonrası yaptığımız sohbette Türkiye’deki Hıristiyanların önemle ülkücülerden tepki aldığını, hatta tepkilerin bazen ölüm tehditlerine dönüştüğünü söylediler.
Kürt arkadaş, ülkücülerin de devlet tarafından yönlendirildiğine, en azından kendilerine devletçe göz yumulduğuna inanıyor.
Türkiye’deki misyoner faaliyetlerinin ise oldukça abartıldığını düşünüyorlar.
Türkiye’de yaşayanların bir paranoya içinde, ‘bunlar ülkeyi bölmek istiyorlar’ diyerek Protestan misyonerlerin faaliyetlerine kuşkuyla baktıklarını, halbuki bu kişilerin genellikle siyasilerle aralarının iyi olmadığını, siyasi hiçbir projeleri olmadığını, sadece dinlerini yaymak istediklerini düşünüyorlar.
Ben de diğer ülkelerde Müslümanlığın yükselmesi için gayret gösterenlere alkış tutan, hatta Batı’da Müslüman sayısının artmasıyla övünen bazı gazetelerin misyonerlere nasıl kin ve nefret kustuklarını hatırlıyorum.
* * *
Ayin sırasında ister istemez; papazın verdiği vaaz ile Türkiye’de imamlarımızın verdikleri vaazları karşılaştırdım.
Papaz -cemaat lideri- bir mühendis idi ve vaazında sürekli hoşgörüyü vurguladı, işlenen günahlardan samimi olarak pişmanlık duyulduğunda Allah’ın nasıl affedici olduğunu anlattı. Vaazı pozitif mesajlar ile yüklüydü.
Aynı kalıptan çıkmış gibi davranan ve benzer ses tonlarıyla ellerine sıkıştırılmış Diyanet imzalı ‘Cuma fetvalarını’ okuyan, okuduğuna ruh veremeyen, okuduğunu bugün açısından yorumlayamayan devlet memuru imamlarımızı düşündüm.
Günaha ve günaha verilecek cezalara yaptıkları vurguyu hatırladım.
Sevgi, kucaklaşma, sevinç dini olduğunu benim dahi bildiğim İslam’ın bu yönünü uzmanları neden vurgulamaz diye bir Hıristiyan kilisesinde dertlendim.
Yazının Devamını Oku