Paylaş
Bir zamanlar (1994-99) televizyon dizilerinin en güzel kızları Ayşe Tolga (Şehnaz Tango), Sanem Çelik (Kara Melek), Zeynep Tokuş (Deli Yürek) ve Janset’ti (Ayrılsak da Beraberiz). Bir Demet Tiyatro’da Demet Şener’in üç beş bölüm Mükremin’in sevgilisini oynaması büyük olaydı.
Süper modellerimiz bile öyle über güzel olmadığı için hayat çok daha inandırıcı görünüyordu. Merve İldeniz’in oyunculuk kariyeri Metin Arolat klibiyle sınırlıydı (ki süt dökme sahnesiyle filan bir efsanedir kendi çapında). Arzum Onan Sıcak Saatler’le televizyona ısınmaya çalışıyordu ama zaten sokakta görsek Türkiye güzeli değil, ay ne tatlı kız çizgi çizgi gözlü derdik. Çağla Şikel gibi hırslısı çıkmamıştı, güzellik yarışmalarının kapısı prodüksiyon şirketinin ofisine açılmıyordu. Ve aslında hayat hiç de fena değildi. Belli ki televizyonda kendimizin iyi versiyonlarını görmeyi sevdiğimizi bilen birileri bu işi yürütüyordu.
Küçük kusurların ekran büyüsünü farkındaydılar. İzlerken gönül rahatlığıyla kızıp, nefret edip, “Hiç güzel değil yani, Yusuf ne buluyor bu kızda?” diyebilmek süper bir olaydı. Bizim gibi burnu hafif kemerli, göbeği biraz ayva, saçları kırık uçlarından utanmadan öylesine tepeye tutturulmuş, dişleri gerçek, boyu, boynu, bacakları makul santimetreler sınırında birilerini izlemek nefis rahat bir şeydi.
Neyse ki hâlâ Özgü Namal (Merhamet), Ahu Türkpençe (Vicdan), Gökçe Bahadır (Aramızda Kalsın) gibi oyuncular var. Kameranın dilinin tutulduğu güzelliğe ihtiyaç duymadan bize sahici bir şeyleri anımsatarak, sadece işlerini iyi yaparak hikâye anlatıyorlar.
Ama artık azınlıktalar. Hazımsızca şişen sektör, cafcaflı ambalajlarla ayakta durmaya çalışıyor.
O ekrana porselen bebekler gibi cansız dizilen kızlar, dizi sektörünün yaratıcılık filan gibi meselelerin peşini bıraktığının kanıtı. Garip bir reyting ölçüm aletinin ipi boyunlarında. İlk altı bölümde iyi resim veren, Kelebek’in birinci sayfasının sağ köşesinde heybetli duracak, moda dergilerinden birine kapak olup “Artık hayatımda aşka yer yok” gibi birkaç laf edecek kızların eline bakıyorlar.
Elbette acıklı. Hele son birkaç hafta içinde Show TV’nin çabalarını izlerken durumun vahameti daha da berraklaştı. Firuze’nin yıldızı Ceren Hindistan, televizyonun asla sevemeyeceği o ‘çok güzel’ kızlardan. İlk bakışta Miss
Turkey’i çağrıştıran, çoğumuzun hayatında hiç olmayan ama bir stereotip olarak aklımıza kazılı yüzlerden. Onu bir kadın dergisinin arasına sıkıştırılmış karton parfüm eşantiyonu kokusuyla hatırlarız. Ya da kolundaki saati bileğini ağır saçlarına doğru kıvırarak gösteren bir reklamdan tanıyoruzdur. Belki de çok zengin bir Rus işadamının yeni sevgilisidir ve tesadüfen Bodrum’a demirleyen yatta bikinili fotoğrafları çekilmiştir. Bu yüz, Firuze dünyanın en içten hikâyesini anlatıyor olsa da bizi o samimiyetler diyarına götüremez. Olsa olsa, zamanında Sanem Çelik’in çok güzel doldurduğu kötü kız koltuğuna oturur. Böylece fesat kadın izleyici gönül rahatlığıyla kıskanır, başına birtakım felaketler gelmesini bekleyerek diziye bağlanır. Başka türlüsü ekranla kurduğumuz skopofilik ilişkinin doğasına ters. Bu asla o güzel kızların suçu değil tabii ki.
Bunu anlamak casting direktörlerinin, prodüktörlerin işi. Altındağlı’da Carmelo Soprano yerine şehvetli dudaklarıyla Başak Sayan’ı koyan, çiğnenmiş ‘peri masalı’ hikâyesini güzellik kraliçelerine emanet eden kafaların izleyicisiyle bağ kurma derdi kalmamış artık. Biraz merakla tahrik edip, ilk birkaç hafta reklam pastasından koparabildiği kadarını götürmek mesele. Bu yüzden Firuze’nin ne kadar fena bir dizi olduğunun detaylarına girmeye bile gerek yok. İş, daha senaryo sufleye dökülmeden ölü doğuyor.
Paylaş