Bana “Son 10 yılın en iyi 5 filmini seç” deseler, “Mutluluk”u mutlaka listeye koyarım.
“Mutluluk”un anlattığı olayın birebir aynısı, geçtiğimiz ay Diyarbakır’da gerçek oldu. Akrabaları tarafından tecavüze uğrayan 15 yaşındaki Havva intihara zorlandı. Tıpkı filmdeki gibi... Çaresiz kalan Havva, ahırda kendini asarak hayatına son verdi. Hatırlayın, aynı sahne “Mutluluk”ta vardı. “Mutluluk”u çok iyi bir film yapan da bu gerçekçiliği ve yalınlığıdır. Zülfü Livaneli bu kitabı yazmadan da, Abdullah Oğuz filmini çekmeden de bu ülkede aynı töre cinayetleri işleniyordu. Gördük işte filmden sonra da işlenmeye devam ediyor. “Mutluluk”un yaptığı sadece aynayı suratımıza tutmak. Şimdi “Mutluluk” bunu yaptığı için eleştirilebilir mi? Bu ülkede Havva gibi, Fatmagül gibi kadınlar, kızlar alçakça saldırılara maruz kalıp öldürülürken bizim hıncımızı sadece çekilen dizilerden/filmlerden almamız nasıl bir ikiyüzlülüktür? 15 yaşındaki Havva’yı tartışmak can yakıcı ama “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisini tartışmak kolay. Havva’ların sorununu çözmeye yürek ister ama Fatmagül’ün sorununu çözmek için RTÜK’ü göreve çağırmak yeter. “Havva’nın suçu ne?” diye kimse sormaz ama “Fatmagül’ün Suçu Ne?” herkesin dilinde... Çünkü ilkini konuşmak zor, ikincisi her masanın geyiği. Şimdi sorarım size; Havva’ların Fatmagül’lerin tecavüzünü suratımıza çarpanlar mı suçlu, pazarda Fatmagül’ün donunu satan, Beren’e “Bizim arkadaşa da bir el at” diye laf atanlar mı? Havva’yı görmezden gelen biz mi, Fatmagül’le bu gerçeği suratımıza çarpan senaristler/yapımcılar mı? Birinin hayatın buz gibi alçakça yüzü, diğerinin sadece dizi olduğunu anladığımızda ve Havva’yı Fatmagül’den daha fazla tartıştığımızda işler yoluna girecek zaten...
Yatak odası sesiyle belgesel
Pazar akşamı 2-0’lık Trabzon mağlubiyetinin ardından, “Şimdi futbol yorumları hiç çekilmez, belgesel seyredeyim de kafayı dağıtayım” dedim... Bingo!!! Tarkan’ın seslendirdiği “Büyük Göçler” adlı belgesel henüz başlamış National Geographic’te... 5 dakika... Sadece 5 dakika izlemem yetti. Buğulu bir sesle metni okumuş Tarkan... Ağır ağır her kelimenin üzerine basarak, ahenkle dans ederek belgeseli seslendirmiş. Oysa ne gerek vardı. Tamam kimse Tarkan’dan Sir David Attenborough gibi belgesel anlatmasını beklemiyor ama... Yatak odası sesiyle belgesel seslendirmek de abartılı olmuş. Not: Yine de National Geographic’in bu fikrini sevdim. Sadece Tarkan’a değil, başka ünlü isimlere de belgesel seslendirtmeye devam etmeliler.
Nurgül’ün röportajı
Röportajda söylediğin bir sözü kocaman bir başlık olarak basılmış görünce etkisi bir başka oluyor. Benim de başıma geldiğinden iyi biliyorum. “Ama o sözü ben öyle söylememiştim” demeye başlıyorsun. Bir adım ötesi de inkar etmeye kalkmaktır. Nurgül Yeşilçay’ın eşi Cem Özer’le söylediği “Dedikodu yapıyoruz, kavga yapıyoruz, sevişiyoruz” sözleri de buna son örnek oldu. Pazar sabahı Hürriyet’te “Hâlâ sevişiyoruz” başlığını görünce eminim Nurgül de “Ama ben öyle söylememiştim” hissine kapılmıştır. Sonra menajeri aracılığıyla yalanlamaya kalktı bunu. Hatta röportajı yapan Sibel Arna’nın Nurgül’le yüz yüze röportaj yapmadığı, masa başında uydurulduğu bile iddia edildi. Sibel dans yarışmasında yoğun olduğu için masa başında kotarmış röportajı! Sibel’den röportajın kaydını istedim. 1- Yüz yüze yapılmış bir röportaja masa başında yapıldı dendiği için Nurgül cephesinin bir özür borcu var Sibel’e... Hiçbir gazeteci böyle mesnetsiz bir şekilde suçlanamaz. 2- Başlığa çıkan “sevişiyoruz” sözleri de kayıtta var. Dolayısıyla editoryal bir hata da yok olayda. Sibel’e dedim ki, madem ben bu kaydı dinleyip sana hak verdim, okurlar da dinlesin kimin haklı kimin haksız olduğunu görsün. Tamam deyince hurriyet.com.tr’ye röportajın bant kaydını koyduk. Girin kendiniz görün. Röportajda söylenen bir sözün yazılı hale gelince etkisinin arttığına siz de tanık olun.
Sevgiliyi dans kursuna göndermemek için yeni bir sebep...
Türk erkeğinin dans kurslarıyla ilgili ciddi bir problemi vardır... Tango kursuydu, salsa kursuydu Türk erkeğinin kafası basmaz. Bir stadyumu doldurun, partnerini gönül ferahlığıyla dans kursuna gönderecek erkek sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Burcu Esmersoy’un son performansını görünce “Yok Böyle Dans” yarışmasının Türk erkeğinin bu korkusunu iyice tetiklemesinden korkmaya başladım. “Yazının şehveti” gibi “dansın şehveti” de var anlaşılan. Baksanıza fazla yakınlaşmadan dolayı Acun bile uyarmak zorunda kaldı; “Yabancı damat istemiyoruz” diye... O performansa bakıp dans dersleri ve dans hocaları hakkında korkuları olan Türk erkeğinin, Acun’dan farklı düşünmesi mümkün mü?