Pazar günü havaalanında tam 5 saat bekleyip, cinlerle yolculuğa çıktım.
Hayır, hayır uçağı rötar yaptığı için küplere binen köşe yazarı portresi çizmeyeceğim.
Tam aksine ben havacılıkta bu tür aksiliklerin olabileceğine, can güvenliğinin her şeyden önce geldiğine inanırım.
1.5 saat rötardan sonra yerlerimize oturmuştuk ve uçak havalanmak için tam pistin başına gelmişti ki, motordan gelen bir ikaz sonrasında pilot son anda havalanmaktan vazgeçti.
Sonra teknik personelin 1 saat süren çabası da yeterli olmadı, bizi başka bir uçağa aldılar.
Tüm bunlar 5 saatlik bir gecikmeye neden oldu.
Bir seferinde de aynı gün içinde iki defa uçak kaçırıp, bütün yurtdışı planımı iptal edip eve dönmüştüm.
Yine "bu kadar aksilik olmaz ben bu yolculuğa çıkmayayım" diye düşünürken 5 saat sonra ikinci kez pistin başına geldik.
* * *
O sırada elimdeki kitabı okuyorum:
Kabin basıncının düşmesi durumunda maskeyi kendinize doğru çekip ağzınızı ve burnunuzu içine alacak şekilde yerleştirin ve normal nefes almaya devam edin.
Normal nefes almak mı?
Yanan madeni bir tabutun içinde 10 bin metre yükseklikten yere çakılırken ince plastik bir maskeden hava emmeye çalışmanın neresi normal?
Sonra o can yeleği koltuğunuzun altında bulunmaktadır ve ipi uçağı terk ettikten sonra çekin meselesi...
Bir uçağın düştüğünü ve herkesin sıraya girip can yelekleriyle dışarı çıktığını duydunuz mu hiç?
Asla olmaz böyle bir şey. Çıkış kapılarını bulmak sorun olmaz herhalde, zaten önünde çığlık çığlığa insanlar yığılmış olur.
İnsanlar el bagajlarını üst bölmelere yerleştirirken bile yeterince saldırganlaşırlar.
Normal, aklı başında insanlar, uçağın kalkış anonsu yapıldığında panik içinde itişmeye başlarlar; sanki uçak kendilerini terli avuçlarında biniş kartlarıyla bekleme salonunda bırakıverecekmiş gibi.
İnsanlar sırada önünüze geçer, ayağınıza basar, son dakikada telefonda konuşurken sırt çantalarını suratınıza dayarlar.
Yani uçak düşecek olsa, aynı insanların sakin davranacağına, koridorlarda birbirlerini ezerek öldürmeyeceklerine inanmamız mı bekleniyor gerçekten?
* * *
Kitabı kapadım, binmek için 5 saat beklediğim uçaktan kendimi nasıl atabilirim diye düşündüm, havalanmıştık bile...
* Tam uçak havalanırken, tesadüf eseri o sayfasında olduğum kitap Jamal Mahjoub’un Cinlerle Yolculuk’u...
Emeğe saygı
Kıraç, Fenerbahçe için hazırladığı 100. yıl marşının, 1 Mayıs marşından araklandığı söylenince "Bunların emeğe saygısı yok" dedi.
İyi de, o zaman bu mantıkla hiçbir şeyin eleştirilmemesi gerekiyor.
Çünkü kötü bir filmde de, çalıntı bir marşta da, baştan savma bir kitapta da bir emek vardır.
Madem emeğe saygı gösterilecek, öyleyse gazetecilerin hiçbir şeyi eleştirmemesi, eleştirmenlerin hiçbir şey yazmaması gerekiyor.
Kıraç keşke başka bir savunma yapsaydı.
Kaldı ki ben hazırladığı marşı beğendim, 1 Mayıs marşıyla büyük bir benzerlik de göremedim.
Radyoda "maçın adamı"
Hafta sonu oynanan maçlardan birini Radyo Klas’ta dinledim.
Spiker ha bire, "Maçın adamını belirlemek için bilmem kaç yazın, şuraya gönderin" diye anons yapıp duruyor.
Radyoda maçın adamı mı seçilir?
Görüntüsünü izlemediğimiz bir maçın adamını seçmemizi bekliyor bizden.
Dalga geçer gibi...
Maçta olup biteni spikerin anlattığı kadarıyla biliyoruz.
Oldu olacak, "Sevgili dinleyiciler en iyi şu oyuncu oynuyor, siz iyisi mi onun adını yazın gönderin biz de para kazanalım" de...
Evet bu "maçın adamı" numaraları yayıncıların para kazanması için ama bu kadar da körü körüne para harcamasını beklemeyin müşteriden.