Bir süredir Türkiye’nin çok uzağındaydım. O süre zarfında Türkiye’de çok ve niteliği bakımından çok önemli gelişmeler oldu. Bu çok önemli gelişmelerin başında, kuşkusuz, emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklanması geliyor.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez Genelkurmay Başkanı sıfatı taşımış bir kişi, görev süresinin sona ermesinden yaklaşık bir yıl sonra tutuklandı. İlk değil, Rüştü Erdelhun da tutuklanmıştı diyerek Başbuğ’un tutuklanmasının olağandışı olmadığını ileri sürmenin ve hafife almanın alemi yok. Rüştü Erdelhun, 27 Mayıs (1960) askeri darbesi üzerine tutuklandı. Aynı şey değil.
İnternet andıcı nedeniyle tüm karargahının tutuklu bulunmasına karşılık, karargahın en tepesindeki yetkili subayın dışarıda kalması, ilk bakışta, anormal sayılmayabilir. “Askeri vesayetin geriletilmesi, demokrasinin sağlamlaştırılması, hukuk devletinin kök salması” gibi gerekçelerle buna alkış tutanlar da olabilir.
Oldu da zaten.
Ama, İlker Başbuğ’un tutuklanmasını Türkiye’den çok uzaklarda, Vietnam’ın başkenti Hanoi’de duyduğum anda, “rahatsız” oldum. “Rövanşist” isteriye kapılmadım.
12 Mart 1971’den beri her askeri darbe ve müdahalenin (28 Şubat Postmodern Darbe dahil) birincil derecede mağdurlarından olmuş benim gibi birisinin, İlker Başbuğ’un tutuklanmasından rahatsız olmam, ilk bakışta, tuhaf gelebilir.
Rahatsız oldum çünkü İlker Başbuğ’un tutuklanması, Türkiye’de her türlü anti-demokratik uygulamanın gerekçesi haline getirilen TMK’nın “terör örgütü kurmak ve yönetmek” maddesine dayandırıldı. İlker Başbuğ’a her türlü isnadı yöneltebilirsiniz ama “darbeci” olduğuna, “terör örgütü kurduğu ve yönettiği”ne kimseyi inandıramazsınız.
İnandıramazsınız, çünkü darbe amaçlı bir faaliyet olduğuna dair yeterince bulgunun ortaya çıktığı Ergenekon’la ilgili Ayışığı, Sarıkız gibi planlarda İlker Başbuğ’un “darbe girişimleri”ne katılmadığı belgelenmiş durumda. Başbuğ, iki yıl Genelkurmay Başkanlığı yaptığı ve onbinlerce silaha hükmettiği sırada askeri vesayet geleneğine uygun binbir kötü davranış ortaya koydu ama bunları “darbecilik”le niteleyemezsiniz, “terör örgütü kurmak ve yönetmek”le hiç.
İnternet andıcı, evet, suçtur ama İlker Başbuğ’u “terör örgütü kurmak ve yönetmek”ten ötürü içeri atarsınız, internet andıcı bir yana Ergenekon ve Balyoz davalarının meşruiyetini de sorgulatmaya başlarsınız. Başlandı bile.
Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının meşruiyetine gölge düşmesi, Türkiye’nin demokrasi doğrultusu bakımından tehlikelidir.
Siyaset suç haline gelirse...
Türkiye’de “doğru” ve “yanlış”, bir “yargı tahakkümü” görüntüsü altında öylesine karışmaya başladı ki, Avrupa Konseyi önceki gün Türkiye Raporu’nda yargı sisteminde insan haklarından yararlanma ve ‘tarafsızlık, bağımsızlık ve etkililik’ bakımından “olumsuz” bir tabloya dikkat çekti. Etkili Financial Times gazetesi ise dün, Türkiye’nin giderek bir “otoriter rejime” savrulmaya başladığını vurguladı.
Bunlar, hayırlı işaretler değil.
Tıpkı, ana muhalefet partisi genel başkanı hakkında “fezleke” hazırlanmasının da hayırlı bir işaret olmaması gibi. Bunu da, “böyle binlerce fezleke hazırlanıyor, nasılsa yürürlüğe konulmaz” diye hafife almak olmaz. Burada, konu, Türkiye’nin nasıl bir “siyasi iklim” içine sokulduğu. Pekala eleştiri sınırları içinde sayılabilecek sözlerinden ötürü ana muhalefet lideri hakkında “fezleke” düzenleniyor; 2000’lerin başlarındaki darbe girişimlerinden uzak durmuş, arkasından TSK’nın başına geçip, iki yıllık görev süresini bitirip emekli olmuş bir genelkurmay başkanı “terör örgütü kurmak ve yönetmek”ten içeri atılıyor. Yasal alanda faaliyet gösteren bir siyasi partinin yüzlerce, binlerce üyesi “KCK operasyonları” sonucu içerde. Aynı gerekçeyle, bir spor kulübünün yöneticileri ve gazeteciler tutuklu.
Bu, olağan bir görüntü müdür? İyi bir fotoğraf mıdır?
Bunu, “demokrasinin yerleşmeye başlaması” ile, “yeni Türkiye” ile açıklamak ne derece ikna edici oluyor sanıyorsunuz?
Bu fotoğrafın, Ergenekon’dan Balyoz’a, bir dizi gerçek darbe girişimine yönelik soruşturmaların haklılığına gölge düşürdüğünü gerçekten fark etmiyor musunuz?
Ali Bayramoğlu, geçen gün “Bu sorun, özel yetkili mahkeme ve savcıların ‘özgürlüğün ruhu’nu dikkate almayan, ‘fikir ile eylem’, ‘suç ile siyaset’ arasındaki çizgileri önemsemeyen uygulamalarıdır” diye yazdı ve buna başta Terörle Mücadele Yasası olmak üzere yasal düzenlemelerin imkan verdiğini belirterek “Bu yasa bugün Ergenekoncuları, yürüyüş yapan sıradan öğrencileri, Fenerbahçe yöneticilerini, emekli genelkurmay başkanını eşitleyen bir yapıda... Dahası, fikir ile eylemi, suç ile siyaseti eşitleyen bir yapıda” diye de ekledi.
Siyaset ile suç ayrımını doğru dürüst yapamayan, bunun önüne yasal düzenlemelerin kolaylıkla dikildiği bir ülkede, siyaseti suç halinde yorumlamaya başlar ve buna “hukuk devleti” dersek, çok tehlikeli sulara sürüklenmeye başlamışız demektir.
Hrant Dink davası: Turnusol kağıdı
Öyle bir “hukuk devleti” ki, Hrant Dink cinayeti davasında kılını kıpırdatmadı, savcının göz ardı ettiği, mahkeme heyetinin göz önüne almaktan kaçındığı, emniyetin destek vermediği suç delillerini müdahil avukatlar ve Hrant Dink’in oğlu Arat Dink, amatörce ama titiz bir çalışmayla ortaya çıkarttı. Cinayet zanlılarının, olay mahallinde 5 kişiyle, olay mahalli dışında 14 kişiyle telefon görüşmesi yaptıklarını, yani “yalnız olmadıklarını” kanıtladılar. Oysa, beş yıldır ve karara beş kala, mahkeme başka türlü götürdü bu davayı.
Hrant Dink davasında “adalet” ortaya çıkarılmazsa, Uludere katliamının sorumlularına “fatura” çıkmazsa, hükümet, Dersim 1938 için dilediği yarım yamalak özürü bile, Uludere 2001’den esirgerse, demokrasi yolunda ilerlediğimize inananların sayısı her geçen gün daha da azalacak. 12 Eylül dosyası açılmış ve Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya hakkında soruşturma başlatılmış olsa bile.
12 Eylül Anayasası ile yönetilmeye devam ettiğimizi unutmayalım. “Yeni Anayasa”dan haber var mı? 12 Haziran’dan bu yana yarım yıldan fazla zaman geçti de...