Paylaş
Ben gelemedim. Çünkü, o saatlerde, Karpatlarda, Polonya-Slovakya sınırında Krynica adlı bir Orta Avrupa kasabasında, “Orta ve Doğu Avrupa’nın Davos’u” diye tanımlanan “Türkiye’nin yeni Ortadoğu’nun biçimlendirilmesindeki rolü” başlığını taşıyan üç ayrı panelin panelisti olarak bulunmak zorundaydım.
Yeniden biçimlenen Orta ve Doğu Avrupa’da, yeni Ortadoğu’nun biçimlenmesinde ülkemizin rolü üzerine konuşmak üzere bulunurken, David Miliband’ın Ankara’da basın toplantısındaki söylediklerinden haberdar oldum. İngiltere’nin, bizdeki meslektaşı Ali Babacan ile yaşıt, yeni ve genç Dışişleri Bakanı Miliband’ın “Son iki ay Türkiye’yi güçlendirdi” diye tanımladığı sözlerini, iki aydır ve yıllardır bizim gibilere laf yetiştirmekle ömrünü tüketen “statüko zaptiyesi” ve “fosilleşmiş” köşe yazarlarının masalarına yazı yazmak için oturmadan önce her seferinde okumaları gerekiyor.
İngiltere Dışişleri Bakanı, “Türkiye’nin seçimlerden dünyanın gözünde güçlenerek çıktığını söylediniz. Seçim sonrasında özellikle Genelkurmay’dan gelen açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna şu karşılığı veriyor:
“Eğer bu soruyu bana iki ay, hatta iki hafta önce sorsanız, zorlanırdım. Türkiye’de son 2-3 ayda, şimdi cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün adaylığını ilk koyduğundan beri yaşanan tartışma ve süreç çok önemli oldu. Ve dünyanın Türkiye’ye başka bir gözle bakmasına da yardımcı oldu. Sanırım burada herhangi bir orduya verilecek en bariz mesaj, demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş bir hükümetin emrinde olması gerektiği ve Türkiye’de demokrasinin köklü olduğu ve son 3-4 ayda yaşananların sonucunda daha da kök saldığıdır.”
Bizim iki aydır yazdıklarımızın, “kaynağından” teyidi!
*** *** ***
Miliband’ın Türkiye ziyareti, bu sözlerin söylenmesine vesile olmaktan gayrı, Türkiye’nin Avrupa Birlği (AB) hedefine güçlü bir desteğin ifadesi de oldu. Bu arada, dünkü Financial Times gazetesinde yayınlanan, AB uzmanı Avrupalı aydınların, Türkiye karşıtlığı ile dikkat çeken yeni Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’ye hitaben yayınladıkları açıklama ve bu açıklamada, “AB’nin Türkiye’ye ilişkin tutarlı davranması gerektiği”ne ilişkin çağrısıyla birleştirin, AB semalarında “Türkiye rüzgarı”nın yeniden esmeye başladığını pekala düşünebilirsiniz.
Türkiye, “demokratik rüştü”nü ispat ettiği oranda, “çağdaşlaşıyor” ve modernleşiyor ve bu ivmenin önünde AB’nin bazı çevrelerinin çıkarttığı engellerin durması zorlaşıyor.
Asker yalakalığı ve abanın altından sopa gösterircesine, kimi medya köşelerine sinen “darbe teşvikçiliği”, giderek anlamını ve etkisini yitiriyor. Türkiye’nin bugün gerek Ortadoğu’da gerekse, Avrupa’da en büyük gücü ve kozu, “demokrasisinin kökleşmesi.” Miliband’ın söylediği gibi. “Dünyanın gözünden güçlenerek çıkması”...
Bu süreç, geri dönülmez biçimde güçlenerek yol aldığı ölçüde, Türkiye’nin nice demode siyaset adamını tedavülden kaldıracağı gibi, basının köşelerinde kök saldığı sanılan nice “fosil” köşe yazarı ve kaypak medya yöneticisinin de kellesini, ister istemez, alacak. 22 Temmuz’un somut, gözle görünür yan ürünlerinden biri de bu.
Türkiye’nin bu “süreci” ve “ivmesi”nden rahatsız olan bir kısım Amerikan “neo-con’ları” ve Türkiye’yi AB dışında tutmak isteyen kimi Avrupalılar elbette mevcut. İşte, Türkiye’deki “sözde çağdaşlar”la el ele olan, bunlar, dış dünyadaki “Türkiye karşıtları”. İlginç ve çarpıcı bir “zımni ittifak” bu...
*** *** ***
Demokrasinin ve küresel ekonomiye entegrasyonun, “yeni Avrupa”nın en önemli geçer akçesi olduğuna, Polonya’nın sınır kasabasında önceki akşam tanık oluyorum. “Orta ve Doğu Avrupa’nın Davos’u” olarak nitelenen 1500 katılımlı uluslararası toplantının açılış gecesinde, “Orta ve Avrupa’da 2006 yılının adamı” için ödül töreni yapılıyor ve ödül Vaclav Havel’e veriliyor.
Törenin başlamasından onbeş dakika önce, törenden ve ödülün kendisine verileceğinden habersiz, Vaclav Havel ile yan yana, bir küçük salonda kahve içiyorduk. Polonya’nın eski cumhurbaşkanı Kwasniewski geldi, hepimizle el sıkıştıktan sonra Havel’i alıp büyük salona geçti. Tören başladı ve ödülün Havel’e “Orta ve Doğu Avrupa’nın demokrasiye geçişi”ne yaptığı katkılardan ötürü verildiği açıklandı.
Polonya’nın komünizme başkaldıran, demokrasinin önünü açan Dayanışma (Solidarnosc) hareketinin liderlerinden biri, 1980’li yıllarda, Havel’in “Güçsüzlerin Gücü” adlı ünlü yazısını, gizlice elden ele dolaştırarak, okuduklarını ve güç kazandıklarını anlattı.
Orta ve Doğu Avrupa, “yeni Avrupa”nın bir parçası, hatta yaratıcısı oldukları şu günlerde bile, “temel referans” olarak, 20-30 yıl öncesindeki “çileli demokrasi mücadelesi”ni alıyorlar. Bu yoldaki hiçbir şey boşa gitmiyor. Havel hesabına, “Güçsüzlerin Gücü”nü, ebedi sanılan bir “güç”e karşı, “en güçsüz” gözüktüğü bir dönemde yazan büyük yazar içinne mutlu bir an olmalı.
Çeklerin unutulmaz aydını ve “Kadife Devrim”in önderi Vaclav Havel, kürsüye geldi, her zamanki adeta ezik ve alçakgönüllü haliyle kısa bir konuşma yaptı. Orkestra, ona ödül olarak Mozart’tan bir parça çaldı.
Töreni izlerken, “Güçsüzlerin Gücü”nün, Türkiye’de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı ile simgelendiğini aklımdan geçirdim. Havel gibi bir büyük yazarı dinlerken, 2006 Nobel ödülünün, Türkiye’nin bir yazarı, Orhan Pamuk’a verildiğini hatırladım. Kıvanç duydum. Bütün bunların, son bir yıl içinde gerçekleştiğini fark ettim.
Orta Avrupa’nın orta yerinde “yeni Avrupa”nın ayak seslerini işitirken, “yeni Türkiye” olmadan, “yeni Avrupa”nın topal kalacağını sezdim. İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband’ın “Türkiye’nin seçimlerden dünyanın gözünde güçlenerek çıktığı”nı söylediğini bir kez daha kaydettim.
Türkiye’de doğru safta duranlardan biri olmaktan, bunu bilmekten mutlu oldum...
Paylaş